Zaten biraz “sağ salim yaşamaya çalışmak” gayreti, biraz da –tanırım- sinirinden kendini öyle zorlamış ki sporla, fıtık oldu. Ameliyatı bile çok gördüler, lüks otelde kaldığı yayınıyla ameliyat sonrası ateşi düşmeden koğuşuna döndü, hastane yöneticisi de işini kaybetti.
Az önceki alıntı, hapiste yazdığı notlardan derlediği “Siz Yürürken, Ben Yatarken Yazı-Yorum” kitabından. Malum, Enis (otuz yıllık arkadaşıma ismiyle hitap ediyorum müsaadenizle) 14 Haziran 2017’de gizli örgüt üyeliği ve casusluk gibi akıl almayacak suçlamalarla 25 yıl hapse mahkûm edilip hapse konuldu.
Dün,11 Aralık günü Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan ve Mehmet Altan hakkında terör örgütü üyeliği ve 15 Temmuz askeri darbe girişiminden önceden bilgi sahibi olmak gibi suçlamalarla müebbet hapis talep edildi. Tutukluluk halleri 450 güne yaklaşıyor. Burada kastedilen örgüt “FETÖ”, yani Fethullah Gülen’in devlet içindeki yasadışı örgütlenmesi. Aynı çerçevede Şahin Alpay, Ali Bulaç gibi isimlerin tutukluluk halleri 500 gün civarında.
Gizli örgüt hesabına casusluk yapmak kuşkusuyla tutuklanan (buradaki gizli örgüt için gözler PKK’ya dönüyor) Türk asıllı Alman gazeteci Deniz Yücel’in içeride geçirdiği süre 300 günü buldu. Sivil toplumcu Osman Kavala’nın tutukluluğu bile 100 günü doldurdu; dışarıdakiler için zaman su gibi akıp geçiyor, değil mi? Onu bir de içeridekilere sormak lazım. Mesela Cumhuriyet’ten Murat Sabuncu, Akın Atalay 408 gündür, Ahmet Şık 347 gündür, Emre İper 250 gündür içeride.
Türkiye gazeteciler Cemiyeti (TGC) verilerine göre, Birleşmiş Milletler tarafından Uluslararası İnsan Hakları Günü olarak anılan 10 Aralık itibarıyla 146 gazeteci, yazar ve medya çalışanı hapiste.
Enis’in 25 yıla çarptırılmasının gerekçesi, Can Dündar’ın 2014 başında Suriye’ye giden MİT kamyonlarının durdurulmasına dair 2015’te –aslında çoğu önceden yayınlanmış- ve Erdem Gül ile birlikte tutuklanmasına neden olan belgeleri “solcu bir milletvekili arkadaşından” aldığını söylemesi ve o gün Enis ile Can arasında geçen 21 saniyelik görüşme. Gerçi Enis o sırada Hürriyet’ten istifa etmiş, henüz milletvekili seçilmemişi, yani tanıma uymuyor ve CHP’nin basından sorumlu genel başkan yardımcısı olarak zaten hepimizi sürekli arıyor ama mahkeme için bu yeterli kanıt sayıldı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bu durumu protesto etmek ve “adaletsizliğe dikkat çekmek” amacıyla, ertesi gün, 15 Haziran’da 25 gün ve 450 küsur km sürecek Ankara-İstanbul “Adalet Yürüyüşüne” başladı. Enis’in kitabının başlığı zaten bu duruma atıf… Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla AK Parti tarafından ısmarlanan kamuoyu araştırmalarında dahi vatandaşı en önemli sorun olarak “adalet ihtiyacı” yanıtını vermesi bu hamlenin bir toplumsal karşılığı olduğunu gösteriyordu.
Kılıçdaroğlu’nun kendisi bu günlerde giderek daha fazla soruşturmanın hedefi oluyor. Sadece o değil, partisi de. Geçen hafta İstanbul Ataşehir’in CHP’li Belediye Başkanı Battal İlgezdi hakkındaki soruşturmalar nedeniyle İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alındı. İlgezdi hakkında çoğu Kılıçdaroğlu’nun isteğiyle kendisinin suç duyurusuyla açılmış yolsuzluk iddiaları dosyaları vardı, bir kısmı da takipsizlikle sonuçlanmıştı. İlgezdi’nin yolsuzluk iddiasıyla soruşturulmasında değil CHP’lilerin adaletsizlik bulduğu; İstanbul, Ankara, Bursa, Balıkesir’in AK Partili belediye başkanları istifaya zorlanmışken, onlar istifa ettikten sonra milyonluk projeler çöpe atılmışken ve bunlar hakkında herhangi bir soruşturma açılmamışken CHP’li belediyeye yüklenilmesi. CHP’liler bunu “intikam” ve “muhalefetin yargı yoluyla susturulmak istenmesi” olduğunu öne sürüyor.
Yetkililer, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in 11 Aralık Pazartesi günü Türkiye’ye yapacağı ziyarette hem Suriye, hem Kudüs konusunun gündemde olacağını söylüyor. Bu ziyaret Erdoğan’ın çağrısıyla 13 Aralık’ta olağanüstü toplanacak İslam İşbirliği Örgütü toplantısının hemen öncesinde yapılacak olması bakımından ayrıca önem taşıyor.
Bu Erdoğan ve Putin’in bu yıl içinde yedinci görüşmesi olacak. İki lider daha 22 Kasım’da (İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin de katılımıyla) Soçi’de Suriye'yi konuşmuşlardı. Ondan önce de 13 Kasım’da yine Soçi’de ikili görüşmüşlerdi.
Bunu niye mi hatırlatıyorum? Erdoğan, Türkiye’nin en önemli müttefiki sayılan ABD Başkanı Donald Trump ile bu yıl içinde iki defa görüştü. Bunlardan birisi Mayıs başındaki olaylı sonuçlanan görüşme, diğeri de Eylül’de Birleşmiş Milletler toplantıları çerçevesinde yapılan görüşmeydi. Sonuçları ortada. Erdoğan’ın bu yıl Putin’le yaptığı telefon görüşmelerinin sayısı ise Trump ile yaptığının birkaç katı.
Erdoğan, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararı öncesi ve sonrasında itirazlarını dile getirmek için Trump ile telefonda konuşmadı, ya da zaman denk gelmedi konuşamadı, bilemiyoruz. Ama kararın hemen ardından 7 Aralık’ta resmi Yunanistan seyahati sırasında Putin ile konuşabildi ve 8 Aralık’ta da Putin’in hafta başı Türkiye’de olacağı açıklandı.
Başka açıdan bakarsanız Türkiye’nin NATO müttefiki ABD ile olması gereken yakın işbirliğinin misli, NATO’daki hasmı Rusya ile var.
Eğri oturup doğru konuşalım. Rus uçağının düşürülmesi ardından –Cavit Çağlar ve Nursultan Nazarbayev’in katkılarıyla- sağlanan barışla birlikte ortaya çıkan işbirliği önce 2016 yazında (15 Temmuz darbe girişiminden yalnızca beş hafta sonra) Fırat Kalkanı harekâtıyla Suriye toprağına girildi. Bu harekât ABD’nin isteksizliğine karşın sadece IŞİD değil, YPG’ye karşı da yapıldı ve Rusya’nın Suriye’deki Beşar Esad rejimi üzerine kurduğu baskıyla yapılabildi. Sonra, 2017 başında (Rusya ve İran ile) Astana süreci başladı. Bu ateşkes girişimiyle Türkiye ABD ve Batı Avrupa’dan bulamadığı siyasi çözümün parçası olma desteğini buldu. Sonra İdlib’de ateşkes gözlemciliği geldi. Diyebilirsiniz ki Türkiye bunların karşılığında Suriye’de Rusya’nın istediği gibi bir federasyona razı olabilir. Haklısınız ama Türkiye zaten bunu daha önce Irak’ta da, kendi iç işleri ve anayasal sürecidir diyerek kabul etmişti.
Erdoğan ve Putin’in görüşeceği konular arasında Rusya’nın bu yılın başlarında, 6 Nisan’da yaptığı bir önerinin de bulunması muhtemel. Rusya bu çıkışıyla eğer Doğu Kudüs bir Filistin devletine başkent olarak tanınacaksa, Batı Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımaya hazır olduğunu açıklamıştı. Üstelik Trump’ın dünya çapında tepkiye yol açan Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma açıklamasının satır aralarında dahi, bu tür yeni çözümlere kapının kapalı olmadığı görülüyordu.
İsrail’i kolunu arkaya büküp böyle bir çözüme razı edebilecek iki güç var ortada: ABD ve Rusya, ayrı ayrı ve birlikte.
Devam etmeden önce şu soruyu soralım: Dünyanın öfkesinin burnunda olduğu, Hamas’ın yeni intifada ilan ettiği, bugün dünyanın her yerinde milyonlarca Müslümanın Cuma namazı sonrasında sokaklara döküleceğinin tahmin edildiği sırada Erdoğan’ın ateşli Kudüs demeçleriyle harareti artırmasını mı tercih ederdik? Yarın zaten dünyanın çoğu yerinde olduğu gibi Türkiye’de de Amerikan ve İsrail karşıtı protestolar beklenirken Türkiye Cumhurbaşkanı bu protestoları zaten siyasi ve diplomatik zeminde dile getiriyorken ayrıca ateşli nutuklarla kitleleri daha da hareketlendirmiş olmasını mı talep ederdik?
Doğruya doğru diyemezsek, eğriye eğri deme hakkımız zayıflar.
Erdoğan İslam Konferansını olağanüstü toplantıya çağırdı, bölge ülkelerinin liderleriyle konuştu, beklenmedik şekilde ters köşede duran Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile temasta ve çoğu Müslüman Arap ülkesinden daha tutarlı bir Kudüs çıkışı yapan Katolik Hristiyanların dini lideri Papa Francis ile diplomasi yelpazesini genişletiyor. Ayrıca şu yaşanan siyasi kutuplaşmaya karşın Meclis’teki siyasi partilerin tamamı 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden bu yana ilk defa yeniden ortak duruş sergileri Kudüs konusunda. Şu aşamada yapılabilecek olan yapılıyor bence. Dolayısıyla Erdoğan’ın dün yangına körükle gitmek yerine diplomasiye ağırlık vermesi ve kamuoyu dikkatini başka yere çekmemesi daha doğruydu.
Ama dikkatlerimizi çevirdiği konu Lozan Anlaşması oldu.
Aslında 65 yıl önce Celal Bayar’dan bu yana bir Türk cumhurbaşkanının dün, 7 Aralık’ta Yunanistan’a yaptığı bu ilk ziyaret sırasında ev sahibi Prokopis Pavlopoulos’un konuyu canlı yayında açmasını affetmezken kendisi de söyledi: Lozan Türkiye ile Yunanistan arasında bir anlaşma değil.
Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923’te Türkiye ile deyim yerindeyse “yedi düvel” arasında imzalanan Türkiye’nin kurucu belgesidir. Kurtuluş Savaşı kahramanlarından İsmet İnönü’nün daha sonra dünyanın en yetenekli diplomatları arasında sayılmasına neden olan antlaşma 29 Ekim’de Cumhuriyetin Mustafa Kemal Atatürk tarafından ilanına da zemin hazırlamıştı. Bu anlaşma Birinci Dünya Savaşı bitiminde Türkiye’yi işgale başlayan Yunan, İngiliz, Fransız, İtalyan, Ermenistan ve Gürcistan ordularına ve aynı zamanda işgalcilerle işbirliği yapan Padişah Vahdeddin’e bağlı kuvvetlere karşı verilen İstiklal Savaşının millici kuvvetler tarafından kazanıldığını artık İstanbul’un değil, Ankara’nın siyasi muhatapları olduğunu belirliyordu.
Bugün nostaljik romantizme neden olan Türk ve Rum nüfusların değişimi, yani mübadele, bugün etnik temizlik ve soykırım felaketlerine karşın ülkesini ve halkını düşünen iki lider olarak Atatürk ve Elefterios Venizelos’un bulduğu insani cevaptır: insanlar karşılıklı olarak yaşadıkları yerden olmuş ama hayatta kalmış ve soylarını sürdürmüşlerdir.
Karşılıklı azınlık hakları da yine Lozan’ın bir parçasıdır.
Trump, dünyanın gözünün içine baka baka dün gece çıktı ve Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan ilk ülke oldu. Tel Aviv’deki Amerikan Büyükelçiliğinin de Kudüs’e taşınacağını ilan etti.
“Karşı çıkanlar olacaktır” diye de meydan okudu. “Zaten 70 yıldır İsrail’in başkenti Kudüs” diye kararını izah etmeye çalıştı; “Parlamento orada, yüksek mahkeme orda, başbakanlık orada”. Trump bu kararın aslında Amerikan Kongresinde 1995’te alındığını ama daha önceki başkanların uygulamadığını söyleyerek hamlesinin sadece dünya siyasetini iyice zıvanadan çıkarıcı boyutu değil, aynı zamanda Amerikan iç siyasetine yönelik olduğunu da gösterdi.
O nedenle Erdoğan görüşseydi de muhtemelen bir şey değişmeyecekti diyorum. Düşünsenize sadece ABD’nin Kudüs’ü başkent olarak tanımasına karşı çıkan yalnızca “Müslümanların kırmızıçizgisi” ilan edip İslam İşbirliği Örgütünü 13 Aralık’ta acil toplantıya çağıran Cumhurbaşkanı Erdoğan değildi ki. Dün Erdoğan’ın konuğu olarak Ankara’da bulunan Ürdün Kralı Abdullah değildi ki yalnızca…
Mesela dün akşam 21’deki açıklaması öncesinde Vatikan’da Papa Francis açıkça karşı çıktı. İngiltere Başbakanı Theresa May, “tek taraflı karar almamasını” istedi. Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel böyle bir kararın Orta Doğu’yu daha da karıştıracağını söyledi. İran Dini Lideri Ali Hamaney Trump’ı açıkça tehdit etti. Çin kararı gözden geçirmesini istedi.
Dün, 6 Aralık, Meclis’teki bütün partiler Kudüs konusunda birlik oldu.
Kimseyi takmadı Trump. Bir de gerçekten insanın sinirlerini oynatan bir kibirle bunun “İsrail ve Filistinliler arasındaki barışa hizmet edeceğini” söyledi.
Dün gece CNN yayınına çıkan Filistinli liderlerden Saab Erakat, öfkeden ağlamaklı bir sesle Trump’ın hayatının hatasını yaptığını, Filistinlilerin Güney Afrika’da yıkılan Apartheid rejimine benzeyen bir ırk ayrımcılığına maruz kalacağını söyledi.
Yarın Cuma. Muhtemelen dünyanın her yerindeki camilerde Cuma namazı çıkışında gösteriler yapılacak.
Hayır, sadece CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun dün hatırlattığı 2013 yılından kalma MİT raporu iddiası nedeniyle değil.
Kılıçdaroğlu'nun dün hatırlattığı 18 Nisan 2013 tarihli rapor -ki bugüne dek yalanlanmadı ama ona rağmen iddia diyoruz- demiş ki, Reza Zarrab adında bir İranlı buralarda bir işker karıştırıyor ve bu işler ABD'nin İran yaptırımları nedeniyle Türk-Amerikan ilişkilerini bozabilir.
Başka ne demiş rapor? Demiş ki, dönemin Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ve İçişleri Bakanı Muammer Güler'in bu kişiyle ilişkileri nedeniyle Türk hükümeti zor duruma düşebilir.
Kim kime sunmuş raporu?
MİT Müsteşarı Hakan Fidan, dönemin başbakanı, şimdi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'a sunmuş?
Peki, ne zaman sunmuş?
17-25 Aralık 2013 soruşturmalarından 8 ay önce sunmuş.
Kılıçdaroğlu dün buna dayanarak ve Zarrab'ın mal varlığının casusluk kuşkusuyla dondurulmasına atıfta bulunarak "Gizli bilgileri veren senin bakanlarındı, sen de bunu biliyorsun" dedi.
Bu söylediğim, Zarrab davasından hiçbir şey çıkmayacağı anlamına gelmiyor. Eğer savcılık yeni ve somut kanıtlarla gelmez ise, dava bu haliyle de Amerikan bankalarının Halkbank’ı cezalandırmasına, bunun da Türk ekonomisine zarar vermesine yol açabilir. Benim kastım, varsa bu davanın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile doğrudan bağlantısını kanıtlamasını bekleyenler için.
Neden mi? Zarrab mahkemede bir numaralı sanık Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla’ya rüşvet vermediğini, çünkü Atilla’nın hiç rüşvet istemediğini söylediğinden bu yana sanki işinin seyrinin değiştiği izlenimi mevcut. Hürriyet muhabirleri Razi Canikligil ve Cansu Çamlıbel’in mahkemeden verdiği haberleri dikkatle okuyanlar da bunu anlamışlardır zaten şimdiye dek.
Zarrab’ın dönemin Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’a “40-50 milyon Avro” ve keza dönemin AB İşleri Bakanı Egemen Bağış’a rüşvet verdiği iddiaları hala kanıta muhtaç; olmuştur, ya da olmamıştır demiyorum, ama kanıta muhtaç. Zarrab’ın Ziraat ve Vakıflar bankasının da ABD’nin İran’a yaptırımlarının etrafından dolanmak üzere dönemim başbakanı Erdoğan ve ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan tarafından talimat verildiği ifadesi de kendi duyumu dahi değil, öyle duyduğunu söylüyor; yani mahkemeye bunları destekleyecek yeni kanıtlar sunulmazsa, bu ifade de kanıt sayılmayabilir.
Bütün bu olanları konuşmak, iddialar kanıtlansın, ya da kanıtlanmasın, bu hesaplaşmanın Türkiye’deki bir mahkeme yerine ABD’deki bir mahkemede görülüyor olmasından vatandaşların çoğunun duyduğu utancı azaltmıyor. Neticede tartışılan ülkemizin de itibarıdır. Biz bu hesaplaşmayı kapatmak yerine kendi içimizde yapmış olsaydık, bugün bu utanç verici tartışmanın konusu olmayacaktık. Ama olan biteni serinkanlılıkla tahlil etmeye çalıştığımızda, tekrar ediyorum, yeni ve somut kanıtlar ortaya çıkmazsa Zarrab davasının Türk iç politikasına etkisini bekleyenler bakımından dağın fare doğurması ihtimali var.
Ve dahası da var. Hükümet mahkemeye sunulan dinleyen kanıtlarının 17-25 Aralık 2013 davalarına konu olan telefon kayıtlarının dökümü olduğu ve dinlemelerin yasadışı elde edildiği ve üzerinde oynanmış olduğu için geçersiz sayılması gerektiğini söylüyor. Oysa davayı izleyen ve 17-25’e de aşina olan gazeteciler, Amerikan mahkemesine sunulanların 17-25’tekilerden daha fazla bilgi içerdiğini gözlemliyor. Üstelik buna Zarrab’ın ta 2012’ye kadar giden Whatsapp mesajlarının da dahil olduğu bildiriliyor.
Şimdi;
- Eğer Zarrab 2012’den bu yana -2013’te tutuklanıp telefonuna el konulmuş olmasına rağmen- aynı telefonu ve aynı numarayı kullanıyorsa ve
- Mart 2016’da Florida’da Amerikan polisi tarafından tutuklandığında da üzerinde aynı telefon varsa,
Hayır, sadece dava İran’a yönelik Amerikan yaptırımlarını ihlal davası olduğu için değil. Aynı zamanda Zarrab, İran devletinin yaptırımları delmek üzere çalıştığı, belki kiraladığı bir kayıt dışı ticaret şebekesinin adamı olduğu için. Unutmayalım ki Zarrab’ın İran’daki patronu Babek Zencani, Mahmut Ahmedinecat dönemindeki hesaplarla Hasan Ruhani dönemi arasında kalan 2,5 milyar doların nereye gittiğinin hesabını veremediği için idama mahkûm edildi. Bir ara ihracat şampiyonu ödülü alıp güya vatansever ilan edilen Zarrab, Zencani’nin ticaret fırıldağı becerikli elemanlarından yalnızca birisi.
Şimdi Amerikan ajanı mıydı, Cemaat casusu muydu diye sorup duruyoruz ama aslında ABD-İran arasındaki sorunun aktörlerinden biri olduğunu unutuyoruz. Zarrab’ın mahkemede anlattıklarının Ankara ve Washington’u nasıl birbirine düşürdüğüne bakarak Tahrandakiler pek eğleniyordur.
Zarrab davası Türkiye ile ABD’nin arasında zaten 2013-14’ten bu yana büyüyen Fethullah Gülen’in iadesi, Suriye iç savaşında YPG’ye verilen destek ve bağlantılı sorunlara adata tüy dikti.
Daha dün Cumhurbaşkanı Erdoğan Amerika’yı Türkiye’yi itibarsızlaştırmaya çalışmakla suçladı.
Durumlar ciddi, ancak sorunlar siyasi. Ama diğer açıdan bakarsak, siyasi durumlar düzelirse, sorunlar da çözülmeye başlar.
Örneğin Türkiye ile sorunlar Amerikan iç politikasını etkileme şiddetinde değil. Michael Flynn soruşturması, unutmayalım, Türkiye nedeniyle değil, Rusya nedeniyle başladı.
Oysa öyle bir İran krizi dipten dibe geliyor ki, hem bölgemizi yeni bir ateşin içine atma tehlikesi taşıyor, hem de Trump yönetimini şimdiden sarsmaya başladı. Nasıl mı? Anlatalım.
Washington’da yönetimine tam hâkim olmadığı kuşkularına rağmen Trump Cumhuriyetçi parti oylarıyla vergi reformunu 2 Aralık’ta Senatodan geçirebildi. Böylelikle seçim döneminde verdiği büyük vaatlerden, belki en büyüğünü tutma doğrultusunda önemli bir adım attı.
Oturumu yöneten Massolo başıyla onayladı, İŞİD bitiyordu ya, artık Avrupa sonrasını planlayabilirdi.
Yılmaz, "Ben bunu fazla iyimser buluyorum" dedi, "IŞİD bitmiş değil, zihniyeti bitmiş değil, sorunlar çözülmüş değil. Suriye, Libya, Yemen, Irak çözülmüş değil."
Konuşmacılardan Fas Kralı baş danışmanı Yousef Amari, Yıldız'ı destekledi, "IŞİD bitmiş filan değil. Tekfir ideolojisi hala yerinde."
Suriye ve Irak'taki IŞİD işgallerinin dağıtılması Avrupa'da hayli abartılmış vaziyette; sanki başka şekilde, başka isimde ortaya çıkmayabilirmiş gibi.
Bunda belki Amerikalıların Suriye'de terörle mücadeleyi uzun soluklu bir çaba değil de Rakka üzerine bir Haçlı seferiymiş gibi gösteren propaganda etkili olmuştur. Belki Avrupalıların bu durumu gözlerini açınca bitecek bir kabus sanma eğilimi rol oynamıştır. Ama belki de bu aşırı iyimserlik ciddi bir siyasi miyopluktan kaynaklanıyordur ve belki de en kötüsü budur.
Örnek mi? Konferans sırasında dağıtılan kitaplardan birisi de ISPI ve ABD'deki George Washington Üniversitesinin ortaklaşa hazırladığı bir çalışmaydı: Radikalleşme ve Batıdaki Cihadi Saldırılar.
Başlık dahi nereden tutsanız dökülüyor ama asıl içeriği sorunlu. Cihadi terör sorununa kapsamlı bakış Kitapta ABD ve Batı Avrupa'dakiler dışında bir tek El Kaide, ya da IŞİD saldırısının ismi bile geçmiyordu.
Daha bir hafta önce 24 Kasım'da Mısır'daki IŞİD saldırısında 305 kişi öldürüldü. Türkiye aradaki siyasi sorunlara rağmen bir günlük ulusal yas ilan etti. Mısır'daki korkunç saldırı ise Batılı gazetelerde bir gün haber oldu ve kayboldu gitti.