Türkiye'de Meclis başkanlık anayasasını ikinci defa oylayıp halk oyuna taşıyıp taşımayacağı belli olacak.
Dünyada ise Donald Trump 20 Ocak'ta ABD Başkanı olarak yemin edecek ve görünen o ki uluslararası ilişkilerde daha önce benzeri görülmemiş bir alt üst oluş başlayacak.
Türkiye'de CHP'nin MHP'yi ikna etmek için adeta çırpınışına rağmen AK Parti ya da MHP içinde şu an görülemeyen bir çatlak ortaya çıkmadıkça, Meclis taslağı halk oylamasına devredecek gibi.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın 22 Ocak'ta başlayacak Tanzanya, Mozambik ve Madagaskar seferi öncesinde bu aşama bitecek diye yapılıyor evdeki hesaplar.
Referandumdan da geçerse Cumhurbaşkanı Erdoğan bütün yürütme gücünü elinde toplayacağı gibi, yürütme üzerinde denge ve denetleme kaynağı olan parlamento ve yargı üzerinde de daha fazla etkiye sahip olacak, gücüne güç katacak yani.
Diyelim ki, şu anda bir işareti yok ama Meclis'te bir yol kazası olur da taslağın tamamı ya da kilit maddeleri 330 altında kalırsa, ne olacağı belli: Erken seçim.
Yani AK Parti ve MHP başkanlığa geçişte tereddüt etmeyecek yeni Meclis gruplarıyla yeniden deneyecekler.
Tabii HDP eş başkanları Selahattin Demirtaş'a 142, Figen Yüksekdağ'a 83 yıl hapis istendiği bir ortamda siyasi yelpazede yeni belirsizlikleri, yeni fay hatlarını da hesaba katmak lazım.
İdari rejim başkanlık sistemine dönüştürülürken Anayasanın temel maddelerini değiştirmeyi ortaya atan milletvekilinin vekilin asıl derdi nedir?
Yani acaba o ilk dört maddenin hangisi rahatsız etti AK Parti Bursa vekili İsmail Aydın’ı?
Devletin şeklinin cumhuriyet olması mı?
İnsan haklarına dayalı, demokratik, laik bir hukuk devleti olduğunun yazılması mı?
Mesela Türkiye’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez olduğunun yazılması mı? Ya da dilinin Türkçe, başkentinin Ankara, bayrağının beyaz yıldızlı al bayrak, milli marşının İstiklal Marşı olması mı, hangisi?
Gerçi Başbakan Binali Yıldırım anında devreye girdi, “Biz teklif etmedik, edenlerle de işimiz olmaz. Bu kadar açık ve nettir. Bunlar devletin temelleridir. Devletin olmazsa olmazıdır” diyerek kestirip attı.
İsabet de etti. Zaten bu maddelere dokunulmaması MHP’nin de AK parti ile başkanlık sistemi ittifakının ön şartıydı. Ama bu çıkış gerekliydi.
Çünkü birilerinin içinde sanki bir lav kaynıyor.
Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz’a göre müfredat taslağı 20 Şubat’a dek “önerilere açık”.
Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, İstiklal Savaşı kahramanı, Birinci Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk hakkında öğrencilere verilen bilgilerin “azaltılması” öngörülüyor; hayatına dair temel bililer verilecekmiş, doğum tarihi, yeri, ölüm tarihi gibi bilgiler.
Yine öyle anlaşılıyor ki, İstiklal Savaşı kahramanı, İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün adının tarih dersinden çıkarılması öngörülüyor, hem de İkinci Dünya Savaşı anlatılırken.
Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Yusuf Tekin, gelen eleştiriler üzerine “taslak öğretim programlarının bir ders ya da sınıf seviyesinde değil, bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğini” söylemiş. “Başta Atatürk olmak üzere Türkiye ve değerlere sahip çıkıp koruyacak bir konsept” hazırladıklarını söylemiş.
Kurucu lideri ile bu kadar didişen bir başka ülke var mıdır? Bilmiyorum.
Atatürk “azaltılarak”, İnönü de kitaplardan çıkartılarak mı “korunacak”?
Gerçi son zamanlarda şöyle bir eğilim başladı.
1 Ocak sabaha karşı İstanbul’da Reina’yı basıp yeni yılı kutlayan 39 kişiyi IŞİD adına öldüren Tacik asıllı Özbek vatandaşı; en azından resmi bilgiler şimdilik böyle.
Üstelik gün geçtikçe yeni bilgiler çıkıyor ortaya ama bunlara dair resmi açıklama da yok.
Örneğin, polisin saldırı bölgesine 3-5 dakika içinde ulaştığı sırada teröristin henüz orada olduğu, etrafta önlem alınmaya başladığı halde rahatlıkla olay yerini terk edip sırra kadem bastığı bilgisi…
Ya da şehir alarma geçmiş haldeyken Zeytinburnu’na, ailesine gidip 4 yaşındaki oğlunu da alarak kaçtığı bilgisi…
Katili bulmadan geçen her gün, İstanbul polisi için ayrı bir ıstırap kaynağına dönüştü ama sadece İstanbul polisi için değil, bütün Emniyet teşkilatı ve dolayısıyla hükümet için.
Geçenlerde bir grupla birlikte üst düzey bir yetkiliyle konuşuyorduk. Konu Reina saldırganının yakalanmasına da gelince, yetkili “Orada bir sorunumuz var” dedi mahcubiyetini gizlemeye gerek duymadan; “Düşünün ki Büyükelçinin katili polis teşkilatındandı.”
Yetkilinin kast ettiği Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov’un 19 Aralık günü, hem de Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu o esnada Suriye görüşmeleri için Moskova uçağındayken öldürülmesiydi.
Suikastın faili, olay yerinde meslektaşlarıyla girdiği çatışmadan öldürülen polis memuru Mevlüt Mert Altıntaş idi. Altıntaş, cumhurbaşkanı ve başbakan dâhil pek çok ismin –yakın koruması olmasa da- koruma ekibinde görev almış bir polisti.
Hem de erken seçimi ortaya atanın MHP lideri Devlet Bahçeli olduğu?
Türkiye’deki son üç erken seçimin tamamında bu sözü ilk ortaya atan Bahçeli oldu.
- Koalisyon ortağı olduğu halde 2002 Temmuz’unda “seçime gidelim” diyen Bahçeli’ydi. Kasım 2002 seçimlerinde AK Parti tek başına iktidara geldi, MHP Meclis dışı kalan partiler arasında yer aldı.
- Meclis’te 367 cumhurbaşkanlığı seçimi krizi ve e-muhtıraya sahne olan Nisan 2007’de ilk erken seçimden söz eden yine Bahçeli oldu. Temmuz 2007’de yapılan seçimden AK Parti güçlenerek çıktı ve Bahçeli’nin desteğiyle Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçildi.
- Daha seçimlerin yapıldığı ve AK Parti’nin Meclis çoğunluğunu yitirdiği 7 Haziran 2015 gecesi “koalisyon olacağına erken seçim olsun” diyen yine Bahçeli idi. Kasım 2015 seçimlerinde AK Parti yeniden çoğunluğa sahip oldu ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın başkanlık sistemini Bahçeli desteğiyle Meclis’e getirdi.
Bahçeli Türkiye’de erken seçim deyince, moda deyimle “bir marka”.
Aynı zamanda “siyasi istikrar” adına istediği her erken seçimde Erdoğan ve iktidardaki AK Parti’nin gücünün artmasına vesile olan bir muhalefet lideri.
Şimdi de tam Bahçeli’nin istediği gibi “Türk tipi Cumhurbaşkanlığı” adı verilen icracı başkanlık modeline geçiş oylamaları sırasında, 11 Ocak akşamı erken seçim sözünü sarf ediverdi.
Bu ülkede Amerikan dolarının kuru 1.42’den 1.44’e çıktı diye dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in makamı önüne kasa fırlatıldı, hükümetin düşmesine yol açan olaylar gelişmeye başladı.
Bu ülkede Amerikan dolarının kuru 1.90’dan 1.92’ye çıktı diye dönemim başbakanı Tayyip Erdoğan Gezi olaylarını ekonomiye vurulmak istenen darbe ilan etti.
Dün Amerikan dolarının kuru 3,88’den (yani 1 dolar neredeyse 4 lira, Avro 4’ü geçti zaten) Merkez Bankası’nın müdahalesiyle 3,78’e düştü diye “Döviz rahatladı” yorumları yapılıyordu.
Sanayicilerin TÜSİAD kongresinde “Risk yüksek” saptaması yaptığı, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın sanayicilere “Sonra geç olabilir” uyarısını yaptığı ortamda iyimser olmak zor.
Siyasetin durumu karamsarlığı artırıyor.
Meclis’teki kavgada neyin ne olduğunu halk görüyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlık sistemi hedefine destek vererek anayasa değişikliğini Meclis gündemine taşınmasına vesile olan MHP lideri Devlet Bahçeli ise belirsizliği daha da artıran sihirli sözcüğü söyledi: Erken seçim.
Bahçeli’nin Türk siyasetinde böyle bir işlevi de var. Ne zaman erken seçim dese, ülke bir şekilde erken seçime gidiyor.
Yani MHP desteğini da arkasına almış AK Parti bakımından çekinilecek bir şey yok, başkanlık sistemi çantada keklik, öyle mi?
Peki, o zaman Anayasa’nın 175’inci maddesi orada dururken Meclis Başkan Vekili Ahmet Aydın bizden nasıl olsa diyerek o oyunu göstere göstere atma şenlikleri neden?
AK Parti milletvekillerinin, hatta MHP milletvekillerinin kime neyi kanıtlaması gerekiyor?
MHP’li Celal Adan’ı yıllardır tanırım ve AK Partili Ayşenur Bahçekapılı’ya atmadığı oy pusulalarını gösterirken görüntülerini izlerken benim içim acıdı.
(Yazının yayımı ardından Adan aradı. “Kullandığım oyu göstermek gibi bir durum yoktu. Ben zarfı kapatırken Ayşenur Hanım baktı, CHP’li vekiller de o sırada resim çekmiş, durum bundan ibaret” dedi. Adan adına memnun oldum.)
Peki, ya bunu görüntülemek isteyen CHP’lilere gösterilen tepkiler? Madem çekinilecek bir şey yapılmıyor, görüntülenmesinden de rahatsızlık duyulması neden?
Yoksa bütün o başkanlık sistemine geçiş şenliği görüntülerinin altında bir tür, “kan tükürüp kızılcık şerbeti içtim deme” ruh hali mi var?
Başbakan Binali Yıldırım 10 Ocak akşamı, ilk maddenin oylanmasından önce Meclis’in muhalefet kulisine sürpriz bir giriş yaptı.
Meclis’teki ilk gün tartışmalarında CHP’lilerin eleştiri ve iğnelemelerine de “Bir Ali değil, Bin Ali feda olsun” diyerek, kendi ismiyle de benzeştirerek cevap verdi.
Neden başbakan olmayan bir sistemi savunduğunu da “çatal kazık toprağa girmez”, iki kaptan gemiyi batırır” türü akılda kalan benzetmelerle açıklamaya çalıştı.
Bu benzetmeler kulağa hoş geliyor doğrusu, ilk an hak veriyorsunuz.
Napoleon da 1812 Moskova bozgunundan dönerken demiş ya, “Keşke ordularımın başında iki iyi generalim olacağına, bir kötü generalim” olsaydı diye.
Gemiyi yüzdürürken, toprağı kazarken herhangi bir işi yaparken, ya da hükümet dâhil, herhangi bir kurulu, kurumu idare ederken bir kişinin sözünün geçmesi ve başarısızlık halinde hesabının o kişiden sorulması doğrudur.
Ama devlet yönetimi yalnızca idari bir iş değil ki, daha çok siyasi bir iş ve adli bir iş.
Yani bu benzetme kulağa hoş gelse de doğruluğu tartışılır.
Eğer Cumhurbaşkanı ve Başbakanın bir arada yetki kullandığı sistemler batsaydı, Fransa batmış olurdu mesela.