Türk işçilerinin Kazakistan’ın Tengiz bölgesinde önceki hafta uğradıkları saldırılar, bana Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan ve yine "Kazak" dediğimiz diğer grupların bundan üç asır önce başımıza açtığı dertleri hatırlattı. O yıllarda sadece yağmacılıkla geçinen Ka-zaklar, "şayka" denilen küçük tekneleriyle Karadeniz sahillerinin altını üstüne getirmiş, hattá 1624 yılının 20 Temmuz’unda İstanbul’a kadar gelip o devirde ufak bir yerleşim merkezi olan Yeniköy’ü bile yağmalayıp ateşe vermişlerdi. Bir türlü engelleyemediğimiz Kazak terörü, başımıza en nihayet 1683’te Viyana önlerinde uğradığımız bozgun gibi büyük bir dert bile açacaktı.
KAZAKİSTAN’ın Tengiz bölgesi, önceki hafta savaş meydanına döndü. Savaşın saldırgan tarafı Kazaklar, mağdurları da orada çalışan 2 bin kadar Türk işçisiydi.
İşçilerimizin uğradıkları saldırılardan sonra Türkiye’ye ne vaziyette, nasıl kan-revan içerisinde döndüklerini, TV’lerde
mutlaka seyretmişsinizdir.
Kazakistan’da bu olup bitenler ve
"Kazak" kavramı, bana 17. asırda İstanbul’da yaşanan bir hadiseyi, Boğaziçi’ndeki o zamanın küçük köylerinin bile Kazaklar’ın saldırısına uğramasını hatırlattı.
Önce,
"Kazak" sözü ile sadece Kazakistan halkının değil, değişik bölgelerde yaşayan kavimlerin de kastedildiğini açıklamam gerekiyor.
"Kazak" kavramı o asırlarda sadece Orta Asya ülkelerinden olan Kazakistan’ın sákinleri için kullanılmaz, Karadeniz’in doğusunda ve kuzeyinde, Moldavya’dan başlayıp Hazar Denizi’ne kadar uzanan bölgelerdeki ásilere de
"Kazak" denirdi. Buralardaki Kazaklar’ın çoğu Müslüman idi ama bölgenin batı kesimindekiler Hristiyandı ve günlük hayatları yağma ile geçen her iki grubun gelir kaynağı, saldırılardan elde ettikleri ganimetlerdi.
BİTMEYEN YAĞMATarihi boyunca İran, Avusturya ve Rusya ile mücadele içerisinde bulunan Osmanlı İmparatorluğu, Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan bu Kazak kavimleri ile de sık sık uğraşmak zorunda kalıyordu. Kazak grupları içerisinde İstanbul’u en fazla meşgul edenler ise, Zaparoglar idi.
Zaparog Kazakları, 16. asrın sonlarından itibaren Karadeniz’in kuzeyindeki Osmanlı yerleşim merkezlerine saldırmaya başladılar ve zamanla Kırım’dan Trabzon ve Sinop taraflarına kadar inip şehirleri yağmaladılar. İstanbul’un et ihtiyacını karşılayan zengin hayvan çiftlikleri o devirde Kırım’da idi ve Kazaklar’ın bu çiftliklerdeki hayvanları yağmalamaları üzerine Osmanlı başkentinde zaman zaman kıtlık başgösteriyordu. Bulgaristan’ın doğusunda ve Karadeniz kıyılarında yaşayanlar, Kazaklar’dan kurtulabilmek için iç taraflara göçetmeye başlamış ve bölgelerin her türlü sosyal yapısı altüst olmuştu.
KORSAN TEKNELEROsmanlı Devleti, Kazak saldırılarını önleyebilmek için zamanla Karadeniz’de güçlü bir donanma teşkil etti. Donanma, kıyılarda devamlı şekilde devriye gezmeye başladı ama kaptanlarla levendlerin gücü, saldırıları durdurmaya bir türlü yetmedi. Denize
"şayka" denen küçük ama sür’atli teknelerle açılan Kazaklar, Türk gemilerine saldırıyor, teknelere büyük zararlar verdikten sonra hızlı bir şekilde kaçıp yeni yağmalara girişiyorlardı.
Her bir şaykada, 50 kadar Kazak yağmacı vardı. Güvertenin etrafını çevreleyen ağaçtan yapılmış yüksek siperler, şaykadakileri dalgalardan ve karşı tarafın açtığı ateşten koruyor, kürekli olduğu için hızlı bir şekilde yolalan şayka, her türlü manevrayı da kolayca yapabiliyordu. Kazak saldırıları, şaykaların böyle kolay hareket edebilmeleri sayesinde özellikle rüzgársız havalarda daha da zarar verici bir hál alıyor ve rüzgár olmamasından dolayı yelkenlerini kullanamayıp hareket edemeyen donanma, saldırılara hedef olmaktan kurtulamıyordu.
YENİKÖY’Ü YAKTILARKazaklar, yağmacılık tarihlerinin en cüretkár saldırısını, 1624’ün 20 Temmuz’unda, Osmanlı donanmasının Kırım taraflarında olmasından istifade ederek İstanbul’a, Boğaziçi’nin küçük bir yerleşim merkezi olan Yeniköy’e karşı yaptılar ve Yeniköy’ü hem yağma, hem de harap ettiler. Saldırıyı İstanbul tahtında Dördüncü Murad gibi güçlü bir hükümdarın bulunması bile engelleyememiş, şehirde panik yaşanmış, olay yerine sevkedilen askerler de elleri boş dönmüşlerdi.
Biz, Kazaklar’ın seneler süren yağmalarına karşı koyabilmek için çok çaba gösterdik ama bir türlü başaramadık. Kazak terörü, 1637’de de Karadeniz’in kuzeyindeki Azak Kalesi’nin bile elimizden çıkmasına kadar uzandı. Kaleyi sonraki senelerde Rus Çarı’nı tehdit ederek geri alabildik ama Kazaklar yüzünden Rusya ve Lehistan, yani Polonya ile sık sık krizler yaşadık. Neticede, birbirine düşman olan Ruslarla Polonyalılar, Türkiye’nin tehdidi karşısında müttefik hale geldi; Polonya giderek güçlendi ve Viyana önlerinde 1683’te Leh ordusundan büyük bir darbe yememize, yani
"Viyana Bozgunu"nu yaşamamıza kadar uzandı.
İşte, Kazakistan’ın Tengiz bölgesinde önceki hafta olup bitenler, bana ismine yine
"Kazak" dediğimiz gruplar yüzünden bundan üç asır önce yaşadığımız bu hadiseleri hatırlattı.
’Böyle mel’unluk hiç görülmedi’TARİHÇİ Mustafa Naimá, kendi ismiyle anılan, yani
"Naimá Tarihi" denen eserinde, Osmanlı Devleti’nde 1571 ile 1659 yıllarında yaşananları bütün ayrıntılarıyla anlatır.
Naimá, eserinde 1624 yılının 20 Temmuz’unda yaşanan baskından
"Yeniköy’e kazak istilásı" başlığı altında sözederken
"Böyle mel’unluk hiç görülmemişti" diyor ve hadiseyi şöyle yazıyor
"Donanma, Kefe’de meşgul iken Don Kazakları Karadeniz’i boş bulup Şevval ayının dördüncü günü (20 Temmuz 1624) 150 adet şayka ile Boğaz Hisarı’na gelip Yeniköy’ü yağmaladılar ve birkaç dükkánı da yaktılar. Yağmanın haber alınmasından sonra bostancılar ve yeniçeriler İstanbul’dan gemilere bindirilip olay yerine gönderildi. Ama askerin geldiğini gören eşkıya Kazaklar bir an bile durmayıp denize firar ettiler. Mel’unluğun böylesi ve Boğaz’a hücum hiçbir tarihte işitilmiş değildi"Yayıncılık tarihimizin bütün esrarı bu kitapla aydınlandıGEÇTİĞİMİZ hafta Türk basın, yayın ve matbaacılık tarihi konusunda son derece önemli bir kitap yayınlandı:
"İbrahim Müteferrika ya da İlk Osmanlı Matbaa Serüveni".Asıl adı
Orhan Salih olan Bulgaristan Türklerinden tarihçi
Orlin Sabev, eserinde Türkiye’nin ilk matbaacısı ve yayıncılığın atası
İbrahim Müteferrika’nın bugüne kadar bazı noktaları karanlıklar içerisinde olan hayat hikáyesini bütün ayrıntılarıyla ortaya koyuyor.
İbrahim Müteferrika konusunda bir önceki en önemli çalışma
Dr. Erhan Afyoncu tarafından yapılmış ve
Müteferrika’nın bugüne kadar tartışmalı olan ölüm tarihini bulan
Dr. Afyoncu, o zamana kadar yapılan birçok yanlışı düzeltmişti.
Orlin Sabev de, yeni yayınlanan bu eserinde
İbrahim Müteferrika ve Türk matbaacılık tarihi bahislerinde şimdiye kadar bilinmeyen ve aydınlatılamayan pek çok konuya ışık tutuyor.
Müteferrika’nın ölümünden sonra hazırlanan tereke yani miras kayıtlarını bulan
Sabev, bu belgeler sayesinde Türkiye’nin yayıncılık alanındaki pirinin ailesi hakkında malumat verirken,
Müteferrika’nın mal varlığını da gözler önüne seriyor.
Sabev, bütün bunların yanısıra nerede açıldığı şimdiye kadar anlaşılamayan matbaanın yerini de ortaya çıkartıyor ve matbaanın bugünün Fatih’indeki Mismari Şüca Mahallesi’nde bulunduğunu yazıyor.
İbrahim Müteferrika’nın tereke listelerini inceleyenler, ilk bakışta bir kitap yığınıyla, yani Türkiye’nin bu ilk matbaasında basılan eserlerin fazla rağbet görmedikleri gerçeğiyle karşılaşıyorlar. Beklenen satışın yapılamamış olmasının sebebi ise senelerden buyana iddia edildiği gibi
"okumaya meraklı olmamamız" değil,
Müteferrika’nın bastığı kitapların o devirde bile son derece pahalı bulunması. Tereke defterleri, yayınladığı Türkçe gramer kitaplarını Avrupalı diplomatlara ve gezginlere kolayca satabilen
Müteferrika’nın diğer kitaplarını pazarlamada pek başarılı olamadığını gösteriyor.
"Matbaa ve yayın tarihimizi merak edenler, bu kitabı mutlaka okumak zorundadırlar" derken, kitabın yayıncılarına da bir hususu hatırlatmadan edemeyeceğim: Çıkarttığınız bu derece önemli bir eserin dilini gözden geçirmek hiç mi aklınıza gelmedi? Türkiye Türkçesi’ne yabancı olan yazarın cümlelerindeki düşüklükler niçin dikkatinizi çekmedi? Kitabın adındaki Türkçe garabetinden de mi rahatsız olmadınız, yoksa
"redaktör" diye bir kavram sizin lügatinizde yok mu?