Amerikalı ünlü iç mimari firması Wilson Associates’ten Dan Kwan’ın üstlendiği tasarım Nahide Büyükkaymakçı’nın semazenlerden esinlendiği camdan derviş heykeli, Osmanlı kaftanlarından esinlenen renkleri mermer ve doğal ahşapla uyumu gibi detaylarıyla beğeniyle karşılanmıştı. Otelin genelinde daha sonra büyük bir değişim olmadı.
İki yıl kadar önce yeme-içme sektörünün önde gelen girişimcilerinden, 2002’de Desert Group’u kurarak sektöre giren Gülin ve Yücel Özalp çifti otelin 20’nci katında bir restoran ve terasında bir bar açmaya karar verdiler. Uzun süren araştırmalardan sonra restoranın adının Okra, terasın Upperist olmasında karar kıldılar.
Ve bu iki mekân da iki hafta kadar önce kapılarını açtı. Bugün Gümüşsuyu’nda bir klasik olan Topaz, Tepebaşı’nda İKSV binasının terasında Firuze ve Monkey, Mısır Çarşısı girişindeki 122 yıllık miras Pandeli gibi her biri kendini kanıtlamış mekânların yanı sıra Okra, Upperist ve güçlü bir ekiple yola devam ediyorlar.
2017 yılında ise Cordon Bleu Türkiye Direktörü Defne Ertan Tüysüzoğlu ile okulun ilk mezunlarından, 9 aylık mutfak eğitimlerini tamamlayıp Le Grand diploması alan, ardından 6 ay pastacılık okuyan Umut Karakuş’un o dönem kurucu şefliğini üstlendiği Aila Restoran’da buluşmuş ve beş yılın değerlendirmesini yapmıştık. Umut Şef’in her birinde özel bir dokunuş olan lezzetli mezeleri daha dün gibi aklımda.
2022’nin son günlerinde Defne’yle bir 10’uncu yıl buluşması planladık. Ancak İncili Gastronomi Rehberi’nin İngilizcesinin basımını, Londra’daki lansmanını tam bitirdik derken, deprem felaketiyle derinden sarsılmamız, ardından beşinci rehberin çalışmaları nedeniyle bir araya gelmemiz ancak geçtiğimiz hafta ve yine çok özel bir mekânda, Fauna’da gerçekleşti.
20 yıl önce İbrahim Tuna’nın açtığı Fauna Türkiye’nin en kendine has, en özel restoranları arasında. Onu farklı kılan yarışının hep kendiyle ve hep daha iyinin peşinde olması. İbrahim Bey açıldığı günden bu yana taze makarnaları başta olmak üzere menüsünde olan her yemeği kendi yapar. Ve bu yüzden de mekânları hep beş- altı masalıdır ve en fazla 25 kişiye servis verir. Tam yoruldum ara mı versem dediği dönemde de yolu şef Emrah Coşkun’la kesişir. Pandemi döneminde birlikte mutfağa girerler, denemeler yaparlar, sonra paket servisi başlatırlar. Bakarlar ki uyumla çalışıyorlar, ortak olmaya karar verirler. Dört elle üretmeye, karşılıklı fikir alışverişinde bulunmaya başlayınca da menüye yeni yemekler de girer..
Bu başlıklar yazıya yön verse de çok iddialı olduğunu, fazla öznel kaldığını düşündüğüm için sonradan değişti. Yine de sunuculuğunu Elfin Yüksektepe’nin üstlendiği İncili Gastronomi Rehberi’nin sonuçlarını açıkladığımız 17 Temmuz akşamı pek çok açıdan benim için özeldi.
Tüm dünyayı etkisi altına alan pandemiyi atlattık derken, ülkemiz yüzyılın en büyük depremiyle yüz yüze gelmesi, ramazan, bayram, seçimler gibi her biri ülkemiz için çok önemli olay ve gelişmelerin art arda gelmesi nedeniyle bir süre ara vermek zorunda kaldıktan sonra çalışmalarımıza hız vererek rehberin basımını gerçekleştirdik.
Sonuçları açıkladığımız geceyi yılın en sıcak günlerinden birinde yapmamızın en önemli nedeniyse özellikle Bodrum, Alaçatı, Urla gibi yazlık bölgelerimizdeki rehbere yeni giren restoranların sezon bitmeden bilinmesiydi. Ancak tüm sıcağa ve yaz tatilinin başladığı bir dönem olmasına karşın bir-iki istisna dışında tüm davetlilerimiz bizimleydi.
Bu kez tüm riskleri bertaraf ederek Dalaman’a uçtuk, ardından iki buçuk saat kadar süren, koyların, muhteşem panoramanın tadını çıkardığımız, yılın en sıcak günü de olsa keyifli bir yolculukla Kaş’a vardık.
Kaş, Antalya’nın en zor ulaşılan ilçesi ama sanırım biraz da bu sayede betonlaşmadan daha az nasibini almış. Geçmişe oranla yüksek inşaatların sayısını artmış bulsam da diğer Akdeniz kentleri ve kasabalarıyla hatta Ege kıyılarıyla karşılaştırdığımda bana çok daha iyi durumda gibi geldi.
Zaten Antik dönemden bu yana birçok uygarlığın hüküm sürdüğü, tarihi kalıntılarla iç içe bir bölgeye yakışan, doğal güzelliğini bozmayan, yüzyıllar içinde oluşmuş geleneksel mimariye uygun anlayışta ve yükseklikte inşaatlar yapmak. Pansiyonların, butik otellerin olduğu küçük ölçekli turizmi desteklemek, kitle turizminden kaçınmak. Tabii bir de her türlü sebze ve meyve yetişmesi, verimli bir bölge olması nedeniyle gastronomi kültürünü geliştirmek. Yerelden beslenen, bölge mutfağını ve malzemeyi ön plana çıkaran bir anlayışla tasarlanmış restoranların sayısını arttırmak.
İnsan tekneyle 30 dakika süren yolculuk sonrası Yunanistan’ın kendine en uzak Türkiye’ye en yakın adasına gidince bunu çok daha iyi anlıyor...
MEİS’E YARIM GÜNLÜK KAÇAMAK
Yunanistan’ın en küçük, ana karasına en uzak ve Türkiye’ye en yakın adası Meis’e bugüne dek hiç gitmemiştim. Radisson Otel Grubu Bölge Pazarlama ve İletişim Müdürü Yeşim Doğukan ‘hadi gidelim’ deyince yarım saat içinde kendimizi resmi adı Megisti, yerel halkın Kastelorizo dediği Meis adasında bulduk. Kaş’a sadece 2.1 kilometre mesafedeki adanın büyük kısmı kayalık olduğu için yerleşim çanak şeklindeki limanın etrafına toplanmış.
Dor’ların kurduğu ticaret merkezi, şaraplarıyla ünlü Knidos, 20’inci yüzyıl başlarına dek birçok gezgin ve araştırmacının durağı olmuş. Bugünün Datça’sı ise eski görkemli günleri kadar olmasa da kimlikli, sanatçıların, edebiyatçıların yaşamayı seçtiği özel ve huzurlu bir kasaba. Kendine has bir mimarisi var.
‘Sevgi Yolu’ denilen sahil şeridinde yaz başında kapılarını açan tasarım oteli Palaia’danın da öyle. Projenin ardında gıda sektörünün önde gelen isimlerinden Tadım Kuruyemişleri Yönetim Kurulu Başkanı İsmet Tekinalp ve Fatoş Tekinalp var. Önce kendilerine ve yakın dostlarına ev hayaliyle yola çıkmışlar sonra bu özel alanı, hizmet kalitesi yüksek bir turizm tesisi olarak paylaşmanın daha doğru olacağını düşünmüşler.
Şefler ve işletmeci arkadaşlarım bilirler, bir yeri beğendiğimde ilk sorduğum soru “Bir şube açmayacaksınız değil mi?” olur. Ancak Seraf’ta bunun hep tersi oldu. Tam bir yeme-içme tutkunu, lezzetin peşinde dünyanın dört bir yanını dolaşan bir sanayiciyken, eksikliğini duyduğu tarzda bir restoran açan Doğan Yıldırım’ı her görüşümde, “Ne zaman, herkesin bu lezzetlere daha kolay ulaşabileceği bir şube açıyorsunuz?” diye sordum.
Evet, İstanbul büyük bir megapol, bir yerden bir yere gitmek hiç kolay değil ama bu sorumun nedeni sadece uzaklığı değildi. Seraf, Türkiye’nin farklı bölgelerinden geleneksel yemeklerimizi orijinal tariflerine bağlı kalarak sunan lüks bir restorandı.
Benim gibi Türk mutfağının dünyanın en güçlü ve lezzetli mutfaklarından biri olduğuna inananların gönül rahatlığıyla “İşte bizim mutfağımız” diyeceği şık restoranda bulduğum en önemli eksikliklerden biri içki servisi olmamasıydı.
Ama geçen hafta merkeze 17 kilometre uzak Çamlı köyü yakınlarında yüzlerce, belki binlerce yıllık ağaçların arasında yer alan tesisin kapısından içeri adım attığımda başka türlüsü de hâlâ mümkün diyerek bölgenin geleceğine dair umutlarım yeşerdi diyebilirim.
İzmirli sevgili arkadaşım Sırma Güven bir yıl kadar önce Marmaris’te çok özel bir projeyi hayata geçireceklerini anlattığında böyle bir yerle karşılaşacağımı işin doğrusu düşünmemiştim.
Sedir adası yolu üzerinde, bir zamanlar ormanın ortasında inşa edilen birbirinden bağımsız 12 evin orijinal hali bozulmadan yenilenmesinin ardından açılan NUUP Hotel projesinin arkasında Aydınlı sanayici, iş insanı Nural Pekgüzel var.
Otelin odaları gösterişten uzak ama her türlü konfora da sahip. Zaten insan kuş sesleri arasında uyanırken çok fazla şey aramıyor. Pekgüzel’in konuşurken vurguladığı gibi doğayı kaybetmek yerine doğanın içinde tamamen kaybolmayı seçmişler.
NUUP’u benzerlerinden farkı kılan bir diğer özelliği de otele yüz metre kadar mesafede yine tüm düzenin ağaçların, hatta dalların izin verdiği gibi kurulduğu, içinde sebze ve baharat bahçesi olan, restoranı, pastanesi ve kafesiyle tam bir gastronomik durak diyebileceğim Sento...
Doğrusunu söylemem gerekirse projenin koordinatörleri Mehmet Gürs ve Cemre Torun’un üstlerine aldıkları sorumluluğu en iyi şekilde yerine getireceklerine hiç kuşkum olmamasına karşın bu buluşmanın böylesi bir kelebek etkisi yaratacağını düşünmemiştim.
2 hafta önceki yazımda ‘Cradle of Food/Gıdanın Beşiği’ başlıklı etkinliğin 23 Şubat depremiyle maddi-manevi büyük kayıplar veren Güneydoğu Anadolu ve kuzey Suriye bölgesindeki küçük üreticilerin kalkınmasına destek amacıyla düzenleneceğini, izlenimlerimi Londra dönüşü anlatacağımı söylemiştim...
40 yıllık dostlar gibi
Thames Nehri’nin kıyısında bir zamanlar balık hali olan tarihi ‘Old Billingsgate’ binasındayız. 19’uncu yüzyılın en büyük ‘fish market’i (balık hali) olarak inşa edilen, 1982 yılına dek hizmet veren, ikinci derece tarihi eser olan bu büyüleyici yapı, Mimar Lord Richard Rogers tarafından çok başarılı bir restorasyonla Londra’nın önemli bir etkinlik alanına dönüştürülmüş.