Yazık ki kurgu değil, gerçek ve hikâye Samsun’da geçiyor.
Samsun, mükemmel bir coğrafyaya sahip -batısında Bafra, doğusunda Çarşamba ovaları- kendini besleyen tarımıyla ünlü bir kent.
Bu coğrafyaya bahşedilen, 30 kilometrelik harika bir sahil bandı var. Bu bandın sonunda da, Kızılırmak’ın Karadeniz’e döküldüğü yerde Kuş Cenneti.
Şimdi bu bant üzerine Samsun Büyükşehir Belediyesi yol yapmaya karar verdi, “Bandırma Vapuru-Kuş Cenneti Sahil Yolu” adlı projenin yapımına başladı.
Proje yerel halk ve kent dışından gelen insanların denize girdiği Atakum’dan 19 Mayıs ilçesine kadar devam eden sahilde yürütülüyor. Burası, Türkiye’nin en uzun kumsal sahili.
Yöre halkının kıyılardan yararlanmasının engellenmesi bir yana, ekolojik denge de bozulup kıyı tahrip ediliyor.
Dolgu çalışmalarında kıyı kenar çizgisi ve hatta kimi yerde suya düşen kıyı çizgisi ihlal ediliyor. Dereköy’de yapılan balıkçı barınağından sonra barınağın doğu kısmındaki sahilin ekolojik dengesi bozulmuş ve kumsal yok olmuştu. Daha yeni sahil kendine gelmeye başlarken, sahil yolu yapımıyla yeniden yok ediliyor.
Ülkemizde ise 5 yıldan beri TOG’lu (Toplum Gönüllüleri Vakfı) gençler tarafından hayata geçiriliyor.
** ** **
Yaşayan Kütüphane bir magazin etkinliği, kitapların özel hayatlarının ifşa edildiği bir yer, kariyer, psikoterapi ya da kurum tanıtım alanı, kâr amacı güden bir etkinlik, bir grubun, kültürün temsil ettiği bir alan değil.
Yaşayan Kütüphane normal bir kütüphane gibi işliyor; okurları, görevlileri ve kitapları var ama onu bilindik kütüphanelerden ayıran kitaplarının insanlar olması.
Bu insanlar, etnik kimlik, cinsel yönelim, inanış gibi bazı özelliklerinden dolayı toplumda ötekileştirilmiş, ayrımcılığa maruz kalmış ve dışlanmış bireyler. Yani toplumda önyargıların hedefindekiler.
Peki ya hâlâ hayatta olan çocuklar için ne yapıyor?
Hiç.
Ülkemizin en büyük sorunlarından biri çocuk işçiliği.
Türkiye’de 1 milyona yakın çocuk işçi var.
İLO çocuk işçiliğinin önlenmesi sözleşmesi kapsamında hükümet 2004’te bir eylem planı hazırladı. Bu eylem planına göre 2014’ün sonunda çocuk işçiliğinin en kötü biçimleri olan mobilya sektöründe, sokakta ve mevsimlik tarım işçiliğinde çocukların çalışması son bulacaktı.
Ne oldu dersiniz?
Bu tarih önce 2015’e, sonra 2016’ya uzatıldı. Hükümet 10 yılda sorunu çözemedi. Bilakis, Kalkınma Atölyesi’nden aldığım bilgiye göre, 2006-2012 yılları arasında çocuk işçi sayısında 3 binlik bir artış bile oldu.
Son 3 yılda sadece madenler 435 işçiye mezar oldu.
Hükümet ne yaptı? Ağır işlerde çalışma yaşını 16’ya indirdi.
Her gün ölen işçilerin kiminin inşaatta başına kalas düşüyor, kimi çalıştığı fabrikada metan gazı sızmasından, kimi kaldığı çadırda sobadan zehirleniyor, kimi madendeki grizu patlamasında can veriyor, kiminin bindiği yük asansörünün halatı kopuyor, kimi çöken kalıpların, kimi dozerin altında kalıyor.
Bunların hiçbiri kaza değil, hepsi cinayet.
Bu cinayetlerin sorumlusu da işçileri rant ve sermaye uğruna ölüme gönderen patronlar, taşeron sistemin savunucusu hükümet, iş güvenliği önlemlerini almayan, denetlemeyen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı.
Hükümet her defasında “Sorumlulardan hesap sorulacaktır” diyor.
Kimseden hesap sorulmuyor. Zira en başta aynaya bakıp kendilerinden hesap sormaları gerekiyor.
Gündemi yüksek siyaset ve Haşim Kılıç kapladığı için kaynadı gitti.
Bir bakmakta fayda var. Özetle şöyle:
1 VVER 1200 model reaktörün Akkuyu, ATMEA 1 rektörünün de Sinop’a yapılması planlanıyor.
Her iki reaktör de dünyada denenmedi ve kullanılmıyor. İlk defa ülkemizde denenecek.
Öte yandan, yeni nesil olarak ifade edilen reaktörler teknolojik bir ilerlemeden ziyade, güvenlik açısında yapılan eklemelerle tanımlanıyor.
Yani, yeni bir teknoloji olarak ifade edilen konular aslında 50 yıl önceki temel nükleer santral biçimlerinden farklı değil.
Dünyada hiç denenmemiş nükleer santrallerin ülkemizde inşa edilmesi varolan riski perçinleyecek.
2007’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı burada yapılmak istenen Kayalar HES projesine “ÇED gerekli değildir” kararı veriyor. Bu kararla gerekli izinleri alıp inşaat çalışmalarına başlamak isteniyor.
Köylüler birleşip bu idari işleme karşı Rize İdare Mahkemesi’nde dava açıyor.
Mahkeme, çevresel etkilerin göz ardı edildiği, vadide havza planlaması gerektiği gerekçelerini haklı bularak 2009’da yürütmeyi durdurma, ardından da iptal kararı veriyor.
Bakanlığın temyiz isteği Danıştay 14. Dairesi’nce 2011’de reddedilerek iptal kararı kesinleşiyor.
Danıştay da aynen yerel mahkeme gibi “Uyuşmazlığa konu proje ile aynı vadide planlanan diğer projeler birlikte değerlendirilmelidir” gerekçesine vurgu yapıyor.
*
Yerel mahkemenin iptal kararı ve Yargıtay’ın bunu onamasına rağmen Kayalar HES’i yapmak isteyen İYON Enerji Üretimi Sanayi ve Ticaret AŞ adlı şirket, Bakanlık izniyle yeni bir ÇED süreci başlatıyor.
Konu ilk 2011’de gündeme geldi.
Söz konusu tesise yönelik Valilik tarafından “ÇED gerekli değildir” kararı verilmesi üzerine TEMA Vakfı Şaphane gönüllü sorumlusu Ahmet Bayrakdar bizzat kararın iptali için dava açtı.
Ocak ayında mahkeme “ÇED gerekli değildir” kararını iptal etti.
Ardından tesis mühürlendi.
*
Ülkemizde bir klasik bu.
Önce çevreye ve insana muazzam zararı olacak projelere “ÇED gerekli değildir” kararları çıkarmaya çalışıyorlar ki hiç tökezlemeden o meşum projeleri hayata geçirebilsinler. Bunların çevreye, yerel halka etkileri ölçülemesin. Zira ölçülse pek çoğu hayata geçmez, geçemez.
İlk durak teyzesiydi ve Öztürk bir sabah onunla bir oda bir mutfaktan oluşan evinden uzun bir yolculukla üç oda bir salonlu bir eve gelmişti. Bu onun orta sınıfın mahrem alanıyla gündelikçi teyzesi sayesinde ilk tanışmasıydı.
Evde kimse yoktu, yatağın üstüne yatacak kadar onunmuş sandığı bir yakınlık ile eşyalara dokunamamasını sağlayan hayali bir duvar arasındaydı.
Yaşadıkları şehre döndüklerinde, annesi Öztürk’e üstü utançla kaplı bir sır emanet etti. Sır, teyzesinin temizlikçi olduğuydu.Öztürk’ün üniversitede sol tedrisattan geçmesiyle birlikte, devraldığı bu utancın ilk deşifresi sınıfsal bir kinle oldu.
Çalışmaya başladıktan sonra iş arkadaşlarının kendi evlerini temizlettikleri gündelikçi kadınlarla olan problemlerini anlattıkları sohbetleri, bu duyguyu Öztürk’e yeniden hatırlattı. Onlar ait olmak istedikleri bir sınıfın sembolü olarak gündelikçi tutmuşlardı ve bu anlatım da tekrar tekrar bunun vurgusuydu.Öztürk çok yakından tanıdığı, kuşaklararası taşınmak istenen utançlı bir sırrın bir sınıf meselesine dönüşmesini sağlayan teyzesinin öyküsünü anlatmak istiyor. Onunkisi bu utançtan duyduğu utancın hikayesi.
Bu utancı ancak dillendirerek akıtabileceğini biliyor ve şu an ait olmadığı yoksulluğu ve görünmez olan madunlarını görünür kılmak, kendi utanç yükünden kurtulmak için Toz Bezi adlı filmi yapmak istiyor.
Türkiye’de sinema yapmanın zorlukları malum.
Öztürk, üç yıldır ilmek ilmek örerek, kendi hikayesinden de ilham alan çarpıcı ama sade bir hikaye yarattı.