Bizim toplumda maalesef bu bilinç pek yok ama bu bilinci topluma kazandırmak için çalışanlar var.
2003’te akademisyen, sanatçı, arkeolog, mimar, sanat tarihçileri ile iş insanlarının bir araya gelerek kurdukları Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı mesela.
Ben bu vakıfla üç yıl önce “Bir Sütun da Sen Dik” kampanyaları vesilesiyle tanışmıştım.
Düzenledikleri bağış kampanyasıyla Perge antik kentindeki sütunların ayağa kaldırılmasını sağlamışlardı.
Birlikte Anadolu kültür mirasının en güzel örneklerinden Kastabala antik kentine gitmiş, sütunlarının restorasyonu için başlatacakları yeni kampanyayı konuşmuştuk.
Üzüntüyle öğrendim ki bazı bürokratik engeller nedeniyle bu kampanya bir türlü başlayamamış. Dilerim bu engeller bir an önce ortadan kalkar ve bu antik kent de Perge gibi eski görkemine kavuşturulur.
Neyse ki Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı’nın 2012’de FEST Travel ile ortaklaşa başlattığı “Karbon Ayak İzi Ormanları Projesi” hız kesmeden sürüyor.
Kitlesel turizmin olmadığı, Türkiye’de otel bulunamayan yıllar. İlk kez ev turizmini başlatıyorlar; Almanya’daki işçilerin evlerini kiralıyorlar. Nazar Holiday 7 yılda Almanya’nın 5’inci büyük tur firması oluyor. Turizmi, Türkiye’de bombaların patladığı en zor yıllarda yapıyorlar ve pazarın yolunu onlar açıyor. Her hafta Antalya’ya 22 bin kişi indiriyorlar. Ama geceleri gündüzleri kalmıyor. Kızı Tarhan’a “Amca” demeye başlıyor, Cengiz şeker hastası oluyor. Yine de böylesine zor bir sektörde kriz yönetimini iyi beceriyorlar ve değerlenen şirketlerini 1997’de satıyorlar.
*
Türkiye’ye en fazla döviz getirenlerden olması nedeniyle 1990’ların ortalarında Tarhan’a Hizmet Madalyası almak için Ankara’ya gidip gidemeyeceği soruluyor. Ama ismi hâlâ ‘ülkeye girmesi sakıncalı kişiler’ listesinde olduğundan gidemiyor. İlticacı bir solcunun ülkeye en çok döviz getirenlerden olması ziyadesiyle esprilere konu oluyor.
*
Cengiz ve Tarhan, tur firmasını sattıktan sonra, daha az rizikolu bir iş olan seyahat bürosu zinciri Holiday Express’i kuruyorlar. Bu şirket de 90 milyon Euro ciroyla 6 yılda Almanya’nın ilk 10’una giriyor; Almanya’nın En İyi Franchising Ödülü’nü alıyor. 60 şubeye ulaştıktan sonra bu şirketi de satıyorlar.
*
Bu sefer Anadolu’da Hititlerden beri süregelen şarap kültüründen ilhamla üzüm bağları yetiştirme işine dalıyorlar.
O dönem Almanya’da üç bakanlığı birden idare eden ve
Ben bu vahalardan birini bulduğum ve yılda bir hafta da olsa o vahada yaşayabildiğim için kendimi şanslı sayıyorum.
Benim şu devasa çöldeki vaham Uluslararası Gazeteciler Kayak Kulübü (SCIJ).
Her yıl dünyanın 30’dan fazla ülkesinden yüzlerce gazeteci bir haftalığına dünya üzerindeki kayak merkezlerinden birinde buluşuyoruz. Bir hafta boyunca birlikte kayak yapıyor, yarışlara katılıyor ve toplantılar düzenliyoruz. Ana toplantımızın konusu o yıl gündemi meşgul eden meselelerden biri oluyor; iki yıl önce Charlie Hebdo saldırısını, geçtiğimiz yıl ise mültecileri konuştuk örneğin. Bu yıl Val Cenis’deki buluşmamızda, toplantının Fransa’da olması hasebiyle Paris Olimpiyatları hakkında bilgilendirildik. Ana toplantımızın konusu ise Brexit idi.
Kimine göre buluşmalarımızda ‘Kayak bahane, aslolan muhabbet’.
Kayak işin bahanesi dahi olsa, omurgası. Öyle ki, scij’de siyaset yok, spor var, fikir alışverişi var, dostluk var. Siyaset belki en çok konuşulan şeylerden biri ama ülkeler arası gerginlikler buraya yansımıyor. Siyasetçiler araya girmediğinde toplumlar nasıl anlaşabiliyorsa, burada da aynı hesap. İdeolojiler yok, siyasi çatışmalar yok, kavga yok, gürültü yok. Bir nevi ‘United Colors of Journalists’, yani gazetecilerin birleşik renkleri. Hepimiz günahları sevaplarıyla ülkemizi temsil ediyoruz ama özgürce fikirlerimizi de ortaya koyabiliyoruz.
*
Aslında bu kulübün atası olarak İngiliz ve İsviçreli siyasetçilerin bir araya gelerek kurduğu İngiliz-İsviçreli Parlamenterler Kayak Kulübü’nü gösterebiliriz. Bu kulübün şartı birlikte kayak yapmak ve siyasi tartışmaların ögle yemeği zamanıyla kısıtlı olmasıydı. Yılda bir hafta buluşan 10’ar milletvekili birlikte kayak yapıyor, haftanın sonunda da yarışıyorlardı.
SCIJ fikri ise ilk olarak
Geçtiğimiz günlerde Hürriyet’in Edirne’yi Keşfet gezisine katıldığımda bu tarih ve kültür kentine ilk kez uğradığım için utandım.
Kentte etkileyici pek çok tarihi yapı var. Ama ben galiba temsil ettiklerinden dolayı en çok Darüşşifa’dan etkilendim.
Edirne’nin Osmanlı devletinin payitahtı olmasından sonra inşa edilen ve yıllarca tıp öğrencisi yetiştiren II. Bayezid Külliyesi’nin bir bölümünde, 600 yıl önce çok yönlü bir hastane kurmuş insanlar.
İdari ve tıbbi personeli olan, tüm personelde aranan mesleki beceriler ve ahlaki özellikler ile aldıkları ücretlerin, mutfağına giren tek bir buğday tanesinin bile vakfiyesinde kayıt altına alındığı bir yapı bu.
Hatta Evliya Çelebi buraya geldiğinde, bir de vakıf duası etmiş. Demiş ki “Kim ki ihtiyacından bir dirhem dahi fazla alırsa, karun gibi, firavun gibi laneti üstünde olsun, iki yakası bir araya gelmesin.”
Hasta odalarının ortadaki avlunun çevresinde yer aldığı, az sayıda bakıcının tüm hastalara bakabildiği bu hastane modeli Batı’ya ancak 400 yıl sonra, 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında yayılmış.
Hangi çocuk babasını yok yere böyle bir şeyle suçlar? Eksiktir, fazladır ama bir çocuk böyle bir şey söylüyorsa bu gerçektir.
Bu adam da tutuklandı, ‘zincirleme şekilde çocuğun cinsel istismarı’ suçundan 18 yıla kadar hapsi istendi.
Ama hepi topu 25 gün tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı.
*
DHA’dan Felat Bozarslan’ın haberinden öğrendik ki, cumhuriyet savcısı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile mağdur avukatının Diyarbakır’da 16 yaşındaki kızını istismar eden babanın tutuklanması yönünde talepleri mahkemece reddedildi.
Baba, kızının kız kardeşi ve annesiyle birlikte yaşadığı eve yaklaşamıyor, uzaklaştırma kararı var. Ama bu çocuklar dışarı çıkıyor, okula gidiyor.
Nitekim, baba da tahliye olur olmaz soluğu küçük kızının okulunda aldı ve hem kızı hem de arkadaşlarını darp etti.
Böyle bir adamı serbest bırakıyor mahkeme.
Çözüm tek: Geridönüşüm.
Almanya, çöplerini ayrıştırıp değerlendirmede yüzde 65’lik oranla dünya birincisi. Türkiye’de ise çöplerin yüzde 99’u depolama sahalarına gömülüyor. Hanelerden ambalaj atığı toplanması yasal bir zorunluluk ama herhangi bir yaptırıma tabi olmadığı için evlerde ayrıştırılarak toplanan atık miktarı çok düşük. Kaynağından karışık toplanan çöpler maliyet yüzünden sonradan da ayrıştırılmıyor.
Yani mevzubahis çöp olduğunda epey ilkeliz.
*
Doğal kaynakları ve çevreyi korumak istiyorsak, bu ancak her birimizin çöpleri evde ayrıştırmasıyla mümkün.
Belediyelerin bu konuda çok hevesli olduğunu söylemek zor.
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği
Yeni Zelanda’da yerli halk Maoriler tarafından kutsal sayılan Whanganui Nehri “canlı varlık” olarak tanındı ve nehre hukuki statü verildi. Nehrin hakları, Maori kabilesinden ve kraliyetten birer kişi tarafından mahkemelerde temsil edilecek. Nehir için 80 milyon dolar tazminat ve nehrin temizlenmesi için de 30 milyon dolar fon verilecek.
Yeni Zelandalı bakan Chris Finlayson dedi ki: “İnsanlar ilk anda doğal bir kaynağa hukuki şahsiyet kazandırmayı garipseyeceklerdir. Ama bu, şirketlerden veya anonim topluluklardan daha garip değil.”
Geçtiğimiz hafta sonu Atlas dergisi ve WILO Pompa Sistemleri, su kaynaklarının önemine dikkat çekmek için bir etkinlik düzenledi. Durusu (Terkos) Gölü kıyılarında “su için yürüdük”.
Bu doğa yürüyüşü sırasında, uçsuz bucaksız yeşilliği izlerken bunu düşündüm.
Her şeyimizi muhtaç olduğumuz doğa hiçbir zaman kendini savunamıyor, dili yok ki konuşsun. Hele de neoliberal politikalarla iyice canına okunan şu günlerde, bir doğal varlığa hukuki statü vermek takdire şayan.
Hele de konumuz su ise.
Hürriyet’in konuştuğu anne, evden kaçan 16 yaşındaki kızını bir masaj salonunda bulmuştu.
Anne kızını teslim aldıktan sonra, onu fuhşa ve uyuşturucuya sürükledikleri gerekçesiyle, kızının iki kız arkadaşını suçladı. “Biri kızımı aldı o salona götürdü, diğeri de kızıma uyuşturucu verdi” dedi.
Buraya kadarını çıkan haberlerden biliyoruz. Ben size devamını anlatayım.
*
Annenin şikâyeti üzerine, bu iki kız çocuğu tanık oldukları söylenerek Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. Tüm gün küçük bir tostla idare ettiler. Gece koridorda uyudular. Ertesi gün emniyet müdürlüğü gözaltı sürelerinin uzatılmasını istedi. Meğer gözaltındalarmış, söyleyen yok!
Emniyetteki ikinci günlerinin akşamında çocuk şubeye götürüldüler. Şubedekiler “Sizi niye bu kadar tutmuşlar ki?” diyerek onları ailelerine teslim etti.
İki kız çocuğu ertesi gün gidip savcılıkta ifade verdi. Savcı çocukları tutuklama talebiyle sulh ceza hâkimine gönderdi. Hâkim çocukları serbest bıraktı ama birini adli kontrolle; haftada 3 gün emniyete gidip imza vermesi şartıyla.
Bu iki kız çocuğu şu anda, fuhuş yaptırmak amacıyla insan ticaretinden yargılanıyor.