Paylaş
Neden yaşıyoruz? Hayatın anlamı nedir? Her an canımızı tehlike altında hissederken “normal” bir yaşam sürdürmek mümkün müdür? Normal nedir?
Belki “normal”in bir tane tanımı yok, kişinin kendisine, yaşadığı yere, zamana, içinde yaşanan topluma ve zamanın ruhuna bağlı...
Yine de bir “normal tanımı” var. Sınırları hayli geniş, bazen şeffaf, bazen hızlı değişiyor ama “normal” kelimesini tanımlayan bir çatı var hayatta.
Şimdi çatı üstümüzden uçtu gitti ve burada yaşadığımız hayatın anlamını belirleyen köşe taşlarını da yanında aldı götürdü, ondan bu halimiz.
O çatı tekrar geri gelecek mi? Köşe taşları yeniden yerine oturacak mı? Elbette oturacak. Biz oturtacağız. Kolay değil ama yapacağız. Psikolojide “Kübler-Ross Modeli” olarak bilinen “Üzüntünün beş evresi”nde hepimiz farklı yerlerdeyiz.
İçinde bulunduğumuz durumu anlayacağız ki, tedavisini bulalım.
“Üzüntünün beş evresi”nde önce inkar var. İnsanı hiçbir yere götürmeyen, götürse de geciktiren, ayağa çelme takan inkar evresi. “İstanbul’un yükselen bir değer” olduğunu söyleyenlerin, gerçekleri görmezden gelerek bir değeri koruma yöntemini seçtiğini söyleyebiliriz. İstanbul, şimdilik duraklamada, yine yükselecek elbette. Ancak İstanbul’un yükselen değer olmadığı bir dönemde, İstanbul’un yükselen bir değer olduğunu söyleyerek hiçbir sorunun içinden çıkamayız.
Kimsenin korkudan gelmek istemediği, yatırım yapmaktan çekindiği, turizm ve eğlence sektörünün durma sınırına geldiği bir şehri küçük çocuklar gibi “Yükselişte işte, bana ne, bana ne!” diyerek yükseltemeyiz. Sorunları görmezden gelerek sahip olduğumuz değeri göklere çıkaramayız, ancak zarar veririz.
Tabii bu anlamda “İnkar” safhasını anlamak mümkün, hepimiz inkarı seçiyoruz bir yerde. Ülkemize, şehrimize duyduğumuz derin sevgi hepimizi bir yerde acıyı, gerçeği inkar eden küçük çocuklara dönüştürebiliyor.
İkinci evre öfke... Bugün en kalabalık grubun “öfke” başlığı altında toplandığını söyleyebiliriz.
Sosyal medyada öfkesini kusanlar, durmadan sövenler, küfredenler, mutsuzluk batağında her geçen gün daha derine inenler...
Dibe vurunca yükselecekler ya da bu öfke batağı onları yutacak... Dileyelim ki yükselsinler, iyileşme başka türlü başlamıyor...
Zihin de bir hapishane
Üçüncü evre “pazarlık”... “Teröre rağmen dışarı çıkacağız... Her gün evden çıkmak ölüm tehlikesi barındırmasına rağmen, işimizi en iyi şekilde yapmaya devam edeceğiz... Kendimizi kitaplara, filmlere, sanata boğacağız... Ve her şey daha iyi olacak!” demek...
Olacak ama şimdi değil, biraz daha uğraşmak gerekecek çünkü bir zorluk aşaması daha var: Depresyon. Birbirimize “İyileşmek için ne yapıyorsunuz?” diye sorduran depresyon. Sokağa çıkmak istememek, iş yapmak istememek, nefes almak istememek... Pek çoğumuzun içinde bulunduğu durum.
Çıkacak mıyız? Evet, çıkacağız. Hayatla “pazarlık” yaptığımız evredeki faktörleri gerçekten yaparak, uygulayarak çıkacağız ve ardından son evre olan “kabullenme”ye geçeceğiz.
Siyaset, toplum baskısı ile şekillenir. Bu da doğru bildiğimizi söylemek, yöneticilerimizden adalet ve eşitlik talep etmek, hayat tarzları üzerinden ayrışmayı destekleyen, herhangi bir terör saldırısına “Oh olsun” diyen herkesin karşısında durmak demek.
Kabullenme ve iyileşme de bu değerlere sarılarak mümkün oluyor.
Herkes farklı evrede bir süredir. Çoğumuz gibi ben de depresyon ile kabullenme arasında gidip geliyorum.
Sığındığım sakin limanlar hiç değişmiyor: Güzel, aydınlık, düşündüren kitaplar, filmler... Hareket etmek, koşmak, sevmek, işime sarılmak, güzel düşünmek için ısrarcı olmak; kısacası terörün küçülttüğü dünyamızda, en azından zihnimde hapis kalmamak, sınırlarını mümkün olduğunca geniş tutmak...
Tavsiye ederim.
Paylaş