Sadece illerin değil, ilçelerin de kendine has tatları, ürünleri var… Kimi ürünler ve üretici bölgeleri ülke çapında tanınır olsa da belediyelerce düzenlenen festivalleri genelde güdük kalır… Mesela iyi incir üreten bir ilçenin festivali, incir üreticilerinin konuşmaları, halaylar, şiirler, incir yeme yarışması gibi etkinliklerle kapanır. Geriye yerel basında bir iki kare kalır ama ertesi sene ne dışarıdan bir katılımcı gelir ne de ulusal bazda bir farkındalık oluşturur. Oysa her ilçenin hayali Alaçatı Ot Festivali gibi ülkenin tamamında dikkat çeken bir etkinlik oluşturmak…
Çoğu etkinlik iz bırakmasa da kimi girişimler geleceğe yönelik umut veriyor. Portakalıyla ünlü Demre, seralarından çok daha fazlasına sahip olduğunu yeniden hatırlamış olacak ki bu yıl oldukça çarpıcı bir festival düzenledi: Demre Kekova Outdoor ve Yöresel Lezzetler Festivali…
Demre her ziyaretimde beni farklı şekillerde şaşkınlığa uğratıyor. Bir ilçe düşünün, aynı anda göz alıcı Myra Antik Kenti’ne, St. Nicholas (Noel Baba) Kilisesi’ne, Kaleköy’e, Üçağız’a, Kekova’ya, Sülüklü Plajı’na, Gökkaya Koyu’na, Taşdibi Koyu’na, Çayağzı Plajı’na, Andriake Antik Kenti’ne, Beymelek Lagünü’ne, Alacakilise’ye, Likya Yolu, St. Nicholas Yolu ve Avrasya Yolu duraklarına sahip olsun; ancak turizmden payını bu kadar çekingen bir şekilde alabilsin. Seracılığın, tarımın baskın etkisi ve mimarinin yaşamı turizm anlamında olumsuz etkilemesiyle dezavantajlı biçimde başladığı turizm yarışında arayı kapatmak için önemli etkinlikler düzenleniyor.
26-29 Ekim tarihleri arasında düzenlenen festival bizi dört gün boyunca Demre’nin farklı köşelerine taşıdı. İlk gün “Gelecek Turizmde” projesinin de uygulandığı, ünlü Likya Yolu üzerindeki Kapaklı Köyü’nü merkezine alan etkinlikler sayesinde, yürüyüşçüler ve bisikletliler diğer meraklılarla birlikte bu denize nazır köyün sakinlerinin evlerinin bahçesindeki lezzet tezgahlarına uğrama şansı yakaladı. Keçiboynuzu dondurması, tanesi içinde Frenk inciri dondurması, gözleme çeşitleri, yöresel bakliyatlar, pekmezler, pilavlar, köy tavukları tezgahlara serildi. İkinci gün Kekova’ya odaklanan etkinliklerde Kaleköy’deki ünlü dondurmacılara ve restoranlara uğrama şansı bulduk. Keçi sütünden yapılan kaymaklı dondurmanın en çarpıcı adreslerinden birkaçı Kaleköy’de… Üçüncü gün Çayağzı ve Andriake’de kano yarışları ve offroad parkurunda araba gösterisi düzenlenirken aklı benim gibi midesinde olanların imdadına merkezde festival süresince kurulan pazardaki tatlılar, içli köfteler, ev hanımlarının yaptığı börekler ve tatlılar koştu. Konserlerle birlikte Cumhuriyet Bayramı coşkulu bir şekilde kutlandı.
Bu tip festivalleri ve denemeleri oldukça önemsiyorum. Demre gibi güzelliklere ait olan ilçeler aslında ülke çapında ünlü domatesleri, portakalları ve daha pek çok ürünüyle sofralarımızın hali hazırda konuğu… Sofra güzelliklerini sadece tanıtmak için değil, mevcut güzel ürünlerden iyi tatlar yaratmak ve aslında tarihi baştan yaratmak da yine yöre halkının elinde. Dönem artık sadece iyi domatesi yetiştirmenizin önem arz ettiği dönem değil; domatesten, keçiboynuzundan, peynirden o toprağa ve kültüre ait bir lezzet çıkarmayı başarabilmenin de büyük önem taşıdığı bir çağ… Ürününüzü tarihiniz, mutfağınız, deniziniz, sokaklarınızla harmanlayabilirseniz asıl çıkışı yakalamanız olası…
Nisan sonunda festivalin tekrarının planlandığını duydum. Umarım bu tip girişimler tüm ilçelere örnek olur ve müsamere formatındaki kutlamalar gerçek birer festivale evrilme şansı yakalar.
Kimisi işleri büyütüp önce dükkanı, sonra dükkanları ve zincirleri yönetti. Kimisi o kadar büyümedi ama bir dükkana başını soktu. Diğerleri o kadar “şanslı” değildi; ya sokağa devam etti ya da piyasadan silinip gitti. Dönerci Emin Usta gibi istisnaların derdi ise hayat tarzıydı. Dükkan, kira, çalışan, çöp vergisi, her gün aç-kapa uğraşamazdı. İstediği gün çalışacaktı.
Şimdilerde ise şehrin sokaklarında, yeme içmeyle uğraşanların dilinde alttan alta yeni bir trend gibi ortaya çıkmaya başladı: “Sokakta bir tezgahın, bir araban olsa…”
Dönerin, kokorecin, simidin dönüşümü gibi, büfeciliğin, dürümcülüğün dönüşmesi gibi tezgahların, tablaların da dönüşmesi, ikinci aşamaya geçmesi mümkün olabilir mi?
Bu işte ilk adımları belki de midyeciler attı. Soslu midyeler, ılık midyelerle kurdukları tezgahlar çokça övgü aldı. Ünleri dilden dile yayıldı… Kimisi tezgahı önde tutup arkasına dükkan açtı. İzinler, işin zorlukları, kayıt işleri ayrıca zor olmakla birlikte kulaktan kulağa yayılma ve binlerce liralık kira yerine merkezi bir noktada, kalabalığın ortasında bir şeyler satmaya çalışmak pek çokları için cazip görünmeye başladı. Eski zamanların “Merkezi bir yerde büfem olsa” fantezisinin yerini bir anda tezgahlar alabilir.
Zencefilli çörekler, uykuluk dürümcüler, dilim pizza satanlar, puf böreği satanlar, seyyar premium kahveciler ve daha pek çoklarını görürsek belki de şaşırmamak gerek. Yeni nesil seyyarlar sadece içeriğiyle değil tezgahların tipi ve arabalarıyla da bildiklerimizden farklı olacak. Tasarımıyla, pratikliğiyle ilgi çekecek. Bundan 20 yıl önce ünlü bir aşçılık okulundan mezun bir şefi 10 metrekare alanda dürüm satarken belki hayal edemezdiniz; ancak bugün karşınıza çıkabiliyor. Yarın geleceği parlak bir şef de pekala yeni nesil deniz mahsullü pilavıyla meydanlarda olabilir.
Levent’te üçüncü dalga kahve satan seyyar, Karaköy’de midyeli pilav satan usta, Kadıköy’de arabada mini hamburgerci çıkarsa bir süre sonra şaşırmam…
Örneğin Levent Yüksel’in “Beni Bırakın” şarkısı küçük bir çocuğu 90’ların başında bir arabanın arka koltuğuna yerleştirir, aileyle çıkılan bir güney tatili yolculuğuna bırakır. Tempra’nın altı alçaktır, Bördübet’te Amazon Kamp o tarihlerde de dimdik ayaktadır ve yolları taşlıdır… Radiohead’in Paranoid Android’i lisedeki asla bitmeyen bir kimya ödevine, Birsen Tezer’in sesiyle “Çığlık Çığlığa” üniversitedeki aşklara ve Kadıköy sokaklarına, Jülide Özçelik’in “Sıradan Bir Gün”ü çok iyi bir arkadaşınızla çıktığınız cruise tatiline açar kapılarını…
Bazı kokular da böyledir mesela… Bir tıraş losyonu sizi tutup lise yıllarınıza, ani bastıran bir çiçek kokusu unutmaya yüz tuttuğunuz loş bir eve, bir parfüm kokusu çok eskilerde kalmış ilk aşkınızın yüzünü hatırlatabilir… Ses ve koku tüm bu numaraları çekerken damağın geri kalacağını düşünemezdik, değil mi?
Cafer Erol’un dev tulumbalarından aldığım her çıtırtılı ısırık doğup büyüdüğüm evde dönen bir anahtarın sesini tutup getirir bana. Rahmetli babam elinde poşetler içeri girer, Kadıköy çarşıda Ergun Abi’den aldığı balığı bizzat kendi hazırlamak üzere mutfağa doğru uzanır, çarşıya uğramış olmanın hediyesi olarak Cafer Erol torbasından çıkardığı kutudan bir tane tulumbayı da tatlıyı her zaman aç yemeyi seven anneme uzatır. Lezzet ve anı, kol kola koşar gözümü kapadığımda…
Su muhallebisi beni 90’ların ortasındaki Bahariye Caddesi’ne taşır, Saray’da döner sonrası ritüel olarak yerini alır… Küçük bir çocuğun gül suyu ve pudra şekerini sevmesinin temelleri o mermer tezgahlarda atılır…
Limonlu, haşlama karides Sahrayıcedid’de tüm dünyaya ışıkları kapadığımız akşamları, ızgara ahtapot Söğüt’ü, dolayısıyla Yasemin Restaurant’taki ikinci ailemi, lahmacun Kaş’ta sabah karşı denizlerini, zeytinyağlı sıcak dolma rahmetli anneannemin Zeynep Kamil’deki “laboratuvar” olarak adlandırdığı mutfağını, bir parça taze fasulye Şile akşamlarında rüzgarı kesen brandalı günlerimizi, Göreme Muhallebicisi’nden bir kaşık tavuk göğsü hemen birkaç dakika uzaklıktaki Sıracevizler Caddesi’ni ve bangır bangır çalan apartman alarmlarını, çarkıfelek meyvesinin tadı Derya Beach’te gün batımlarını ve Ali Abi’yi sürükler aklınızın dehlizlerine…
Yemek hiçbir zaman sadece yemek değildir… Hemen her gün yaptığımız bu eylemde bir de sadık eşlikçilerimiz, tekrarlı yediğimiz sevdiğimiz yemekler vardır. Büfe sosislisini seviyorsam lise arkadaşlarımla kopmadığımdan, kır pidesini seviyorsam üniversite günlerimi hatırladığımdan, döneri seviyorsam sadece tadından değil babamı da özlediğimden…
Sizleri her lokmada başka bir ana götüren yiyecekler varsa aklınızda, bana da yollamaktan çekinmeyin…
Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim, yurtdışında yayınlanan “Final Table” bunlar arasında belki de en çok sevdiğim formata sahipti. Ülkelerinde önemli başarıya ulaşmış, “yıldız” seviyesindeki şefler belli konseptler dahilinde yarışarak finale kalmaya çalışıyorlardı. Sanat eseri gibi tabaklar, adını bile ilk kez duyduğum malzemelerin üstün tekniklerle işlenmesiyle ortaya çıkıyordu.. İnsanın ufkunu genişleten çok önemli bir programdı.
Tüm yeme içme programlarından aynı seviye ve besleyiciliği edinmeyi beklemiyorum tabii ki... Kimisini biraz eğlenmek için izlemenin zararı olmuyor. Gordon Ramsay’nin işin şov tarafını biraz fazla kaçırdığı programları ve ülkemizde yayınlanan The Taste, MasterChef hatta Yemekteyiz tarzındaki programlar yemeğin odak noktası olarak ortaya konduğu; ancak bunun üzerinden insan hikayeleri anlatmaya çalışan programlar.
Bunlardan The Taste bu sezon Hazer Amani’nin ekibe katılmasıyla önemli ivme kazanırken MasterChef Türkiye Amani’den doğan boşluğu sempatik İtalyan Danilo Zanna ile doldurmayı tercih etti. MasterChef Türkiye geçen yılki “yemek tariflerinin ve yapımlarının daha çok gösterilmesi”ne yönelik eleştiriye kulak kabartmış görünüyor. MasterClass’ların gösterimi, özel tarif videoları, jüri üyesi şeflerin kendi aralarındaki yorumlamalarından pasajlar gibi yeni eklenen ya da genişletilen kısımlarla geçtiğimiz sezona göre bir nebze daha eğitici bir yöne doğru geçiş yapmış vaziyette. Tüm bunlar olurken tabii ki yine de izlenirliği getiren ana nokta gözleme yapımı ve tariflerinden ziyade yarışmacıların kendi aralarındaki tartışmaları, ilişkileri ve eleme tercihleri… İyi yemek yapmak kadar, hatta belki daha fazla oranda yarışma formatına sunduğu katkı da önemli yarışmacıların… Efendi insan kontenjanından Ekin, Güzide, Batuhan gibi MasterChef adayları var olsa da, renkli giyimi ve tarzıyla Rıfat, komik “Bum Yasin”, hemen her tartışmanın ortasında kendini bulan Eda, su ısıtıcısında ahtapot pişirmek durumunda kalsa da hiçbir gerginliğe, gama, kedere, hırsa hatta mutluluğa kapılmayan Gamsız Mustafa gibi isimler olmadan programın istenilen seviyede izlenirlik elde etmesi mümkün olmayabilirdi. Dolayısıyla özellikle sözlüklerde ya da Mide Lobisi gibi gruplarda program eleştirisinde bulunurken bunların birer şov programı olduğu düşüncesini bir kenara bırakmadan yorum yapmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Tartışma ve drama ne kadar dengelenir, yemek konusunda bilgilendirme ne kadar artarsa bu yapımlardan keyif almak da o kadar kolaylaşır.
Bence yarışmayı Batuhanlardan biri, Suna ya da Ekin alacak ama yarışma tamamen onlar için izleniyor mu tartışılır. Neticede Yasin’den aldığınız pilav tarifi hayatınızı değiştirmez ama belki birkaç dakikalığına sizi güldürebilir. Ekran da biraz bunun için var.
ARA SICAKLAR
-- İstanbul’da özellikle eğlence hayatı bağlamında yakın zamana kadar merkez olarak görülmeyen semtlerde yeni bir dünya mutfağı soluk alıp vermeye başladı. Birkaç yıldır özellikle göçmenler sebepli açılan Afrika, Orta Asya, Gürcü, Suriye lokantaları bundan 20 yıl önce şehirde var olmayan bir renkliliği hazırlayacak gibi. Bunlardan çok başarılı birkaçını arka sokaklar yerine geniş caddelerde bulabiliriz
-- Geçtiğimiz günlerde Feriye’de yapılan “Yeniden Meze” basmakalıp meze anlayışının hızla geride kalıp çok çarpıcı yorumlamaların varlığını ortaya koymak adına çok değerliydi. Didem Şenol, Deniz Temel, Barbaros Özoktar gibi şeflerin ortaya koyduğu lezzetler hakikaten çarpıcıydı. Erikli çilekli deniz börülcesi, mandalinalı tarhunlu tulum peynirli ıspanak, kabak skordalya ve çok daha fazlasıyla tüm katılımcılar parmak ısırttı desem yeri
-- Antalya yeme içme çeşitliliğiyle insanı gerçekten şaşırtabiliyor. 7 Mehmet, Börekçi Tevfik, Paçacı Şemsi gibi mekanlar ulusal ündeler zaten biliyoruz ama Şişçi Volkan, Veli Cengiz Döner gibi tatlar da şehre büyük renk katıyor. Antalya bu denli deniz – kum – güneş tatiliyle iç içe anılan bir yer olmasaydı belki gastronomi kenti olarak da anılabilir hale gelebilirdi. Henüz yolu var, ancak potansiyel büyük.
Telefon Ramazan Abi’den geliyor. Kaş yerlisi, kışın Gökseki’de yazın Gökçeören’de yani yaylada yaşayan çok sevdiğim bir abim. Daha önce bir yazımda yer verdiğim Yörük İmam Ali Tokgöz’ün de evladı gibi yetiştirdiği yeğeni…
Yarım saatte başlayacak olan yaylada “geleneksel yöntemlerle” pekmez yapımı… Kış aylarında bir sohbette “Biz pekmezi yaparken içerisine toprak karıştırırız” beyanatı sonucunda şaşkınlık geçiren şahsıma yazın yapılış aşamalarını gösterme sözü vermiş, üstelik bu sözünü de hiçbir şekilde unutmamış Ramazan Abi… Aylar sonunda bir telefonla beni yaylaya davet ediyor. Derhal hazırlanıp çıktım Gökçeören yaylaya…
Artık ekime geçilmiş olsa da Kaş’ta hava oldukça sıcak, öğlen ter içinde kalmadan dolaşmak mümkün değil… Yayla ise güneşe ve sıcağa rağmen bunaltmıyor… Bu güzel havada bir yayla evinin bahçesinde karşılıyor beni. Herkes hummalı bir çalışma içerisinde… Asmalardan kilolarca üzüm toplanmış, bu üzümler çuvala sokulup önce bacak kuvvetiyle eziliyor… Çıkan su kovayla kaynatılmaya, posa ise güneşte kurutulmaya bırakılıyor… Üzüm suyu kaynarken “pekmez toprağı” da denilen gri toprak karışıma ekleniyor. Kaynamadan sonra bekletip süzülüp yeniden kaynamaya alınıyor. Bu işlemin sonunda, saatlerin sonunda ancak pekmez hazır hale geliyor.
“Toprak karıştırma” yönteminin sadece güney yörelerinde değil Anadolu’nun pek çok yerinde yaygın olarak uygulandığını sonradan öğrendim. Söylenene göre kıvam ve tat veriyor. Toprak kullanmanın özellikle ilaçlı toprağın bol olduğu yerlerde zararlarıyla ilgili yayınlar mevcut ama bunu tartışmak şu an bu yazının konusu değil… Sağlıklı, zararlı tartışmalarını saygıyla bir kenara alarak, herkesin de ürünlerini dikkatle seçeceğine inanarak pekmezin değişmeyen, yüzyıllardır süregelen yapım aşamalarını belgesel izler gibi izliyorum. Karşımdaki yüzyılların geleneği… Haneler kendi kullanacakları ölçüde pekmezi kavanozlayıp kışı bu şekilde geçiriyorlar. Büyük emek, çalışma ve ritüel var ortada… Günlerce ateş yanıyor, günlerce üzüm ve odun toplama, ezme, kaynama yapılıyor…
Birkaç Yörük, markette satılan pekmezlerde “toprak olmadığına” inanamıyor. Ben ise pekmezin toprakla yapıldığına inanamıyorum.
Ramazan Abi’den dalından elma koparıyorum, taze ceviz kırıyorum, elimi ceviz siyahına boyuyorum; Ali Amca ve Gülsüm Anne’den yayla armudu alıp bahçelerin arasında dolaşmaya çıkıyorum. Kurutulan biberler, dalından sarkan meyveler, Likya yolu işaretleri ve kayalarda mezarlar… Binlerce yıl, bu topraklarda benzer miraslarla sürüyor.
Yunanca bir şeyler söylüyor Maria, bu defa anlamıyorum. Arkada şimdi adını hatırlamadığım bir Türk dizisi oynuyor. Mutfak hemen her eski Rodos evi gibi ufacık, sokağa açılıyor. “Poli zesti” (Çok sıcak) deyip içeri dalıyor Maria Abla’nın kızı Angela. Maria Abla az önce anlamadığım cümleleri Angela’ya söylüyor, Angela bana tercüme ediyor. “Sotiria sesi oranında güzel değilmiş, biraz da erkeksiymiş sanırım, bana kalırsa Maria kıskanıyor, değil mi Maria?”
Maria Abla omuz silkiyor, önce ilgisizce diziye sonra yüzlerce yıllık sokaktan şaşkın şaşkın geçen Alman turist kafilesine bakıyor. Önünde biraz feta, biraz zeytinyağı, birkaç parça kalamata var… Baktığımı görünce zeytinyağını fetanın üstüne gezdirip bir parça da bana veriyor: “50 sene, gene yerim.”
Ağzımda nefis zeytinyağı ve peynir, kendimi sokağa atıyorum. Sokağın karşısında evim hazır. Tahta kapıyı açıp, avluya seyirtiyorum. Maria çaprazda, radyodan bir şarkı açıyor. “Akuoo!” (Dinle) Radyodan çalan Markos Vamvarakis. Muhtemelen bir Pire limanı rembetikosuyla sokağı enlemesine geçip aklıma üşüşüyor.
Yüzümde gülümseme evde dinlenip yeniden kendimi Rodos sokaklarına atıyorum. Yine soluğu Ta Petaladika’da alıyorum.
“5-6 meze ve biraz ahtapot getir ne olur Vasilis…”
“Hemen… Yalnızsın?”
“Değilim.” Kulaklığımı çıkarıp masaya koyuyorum. “Markos burada.”
“Aaaa… Sen hepimizden kalabalıksın.”
İngiltere’den başlayıp Noel Baba’nın memleketi Antalya Demre’de sona eren 5000 kilometrelik bir yoldan söz ediyoruz. En az 7 ülkede yürüme imkanı yaratan Avrasya Yolu, ülkemizdeki Likya Yolu, Evliya Çelebi Yolu, Sultanlar Yolu, St. Paul Yolu gibi pek çok yürüyüş rotasından da parçaları içinde bulunduruyor. “Roadshow” şeklinde yaptıkları tanıtım toplantılarından birini, Demre’de izleme imkanı buldum.
Kate Clow’un başında bulunduğu “Kültür Rotaları Derneği”nin girişimleriyle önemli mesafe kat eden Avrasya Yolu, Avrupa’daki Via Francigena gibi köklü ve binlerce yürüyüşçü çeken rotaları da kapsıyor. Hem Kate Clow hem de derneğin ileri gelen isimlerinden Hüseyin Eryurt önemli bir noktaya dikkat çekiyorlar: “Gündüz yürüyüş deneyimi, işaretleme, su kaynakları gibi konular ne kadar önemliyse akşam yürünen coğrafyanın kültürel dokusunu yansıtan konaklama imkanlarıyla tanışmak, yerel mutfağın iyi örneklerini deneyimlemek de o kadar önemli… Yemek ve bölgesel kültür, yürüyüş zevkinin birincil yardımcıları…” Yani Avrasya’nın yolu her türlü “boğaz”dan geçiyor.
“Gelecek Turizmde” projesine katılımıyla Demre’nin Kapaklı Köyü’nde taş evlerin içinde yöresel halkın pansiyonculuğa başlamasına ön ayak olan, gündüz kano ve yürüyüş imkanları kadar akşam yemek ve yöre kültürünün ziyaretçilerle buluşmasına imkan sağlayan Barış Yüksel, ilk kez geçen yıl başlattığı “Likya’da Bir Mola” etkinliğiyle yemeğin bu alandaki tamamlayıcılığının altını çizmeyi başarmış. Gündüz vakti yürüyüş ve aktiviteyle geçerken akşam bölgeye hakim Yörük kültürüne ait yemekleri ziyaretçilerle buluşturmayı başarmış. Sabah kahvaltısından itibaren başlayan, akşam yöresel otların, etin ve bölge yemeklerinin katılımcılarla buluşmasına olanak sağlayan bu etkinliğin bir festival gibi gelenekselleşmesi bekleniyor. Sürdürülebilir turizmin en güzel örneklerinden birini yaşatmaya başlayan Kapaklı Köyü, Avrasya Yolu’nun da en önemli bitiş kozlarından biri olacak gibi…
Dünyaca ünlü El Camino de Santiago Yolu’ndaki pasaport sisteminin bir benzerinin Avrasya Yolu’na da getirileceği müjdesini verdi Kate Clow. Kişisel olarak çok beğendiğim bu model, verilen sembolik bir pasaportun yolda geçilen farklı kasaba ve köylerdeki yerel otoriteler, dükkanlar, oteller ve restoranlarca “damgalanmasını” içeriyor. Bu sayede hem yolu yürüdüğünüzü belgeliyorsunuz, hem de yerel işletmelerle ve hakim kültürle yürüyüşçüler arasında bir bağ oluşmasını sağlıyorsunuz. Model işler hale gelirse binlerce yürüyüşçünün, yürüyüş deneyiminin bir parçası olarak Avrasya Yolu üzerindeki İnegöl’de köfte tadarken ya da Demre’de mavi yengeç yerken görebileceğiz. Demre Belediye Başkanı Okan Kocakaya, alternatif turizm yöntemlerinin Demre için ilk seçenek olduğunu ve sürdürülebilir turizm yöntemleri sayesinde bölgesel yemek kültürünün de bir adım öteye geçeceğini söylüyor: “İyi konaklama imkanlarının ve alternatif turizm kanallarının mevcut gastronomi faaliyetlerini desteklediği kadar yeni gastronomi değerlerinin üretimine de katkıda bulunacağını düşünüyoruz. Çocuklarımıza ve torunlarımıza güzel bir kent, iyi bir doğa bırakmak istiyorsak bu yolda yürümek zorundayız.”
Özellikle yaz ortası Kaş’ın aşırı kalabalığından sıyrılıp Demre’nin upuzun sahillerinde ferahladığım doğru… Umarım Avrasya Yolu’nun da devreye girmesiyle Demre bir adım daha ileri atar ve bünyesinde bulundurduğu onlarca doğal ve tarihi güzelliği dünyayla daha etkili biçimde buluşturmayı başarır.
Fotoğraflar: Koray Günyaşar
Bir restoran işletmecisi arkadaşım geçen gün TripAdvisor’daki sıralamalarla ilgili sohbetimizde böyle serzenişte bulunuyordu. Herkesin isteği, arzusu bu tip listelerde en yüksek sıralarda bulunmak olmalıyken TripAdvisor, Foursquare, Google vb. kimi platformlarda bundan kaçınan önemli bir işletmeci kitlesi var artık. Özellikle Kaş, Söğüt, Dalyan, Akyaka, Bozcaada gibi küçük ama sezona bağlı olarak çok sayıda misafir ağırlama potansiyeli olan beldelerde yorumlarda yukarıda çıkmanın satışa çok büyük etkisi var. Bunun etkisiyle, sadece öne çıkmak uğruna komşusunun dükkanına sahte hesaplarla negatif yorum yazmak artık bir pratik halini aldı. Kanıtlayabiliyor musunuz? Hayır. Herkes biliyor mu? Evet.
Tek yorumluk, sadece mekanı kötülemek için açılmış hesapların dükkanda ne yendiğini de bilmediğinden “Her şey tatsız tuzsuzdu” vb. yorumları, “vegan kamyoncular”, sadece gıcık olduğu için “Bunlar asık suratlı bir çift, bu beldeye yakışmıyorsunuz” tarzında 1 yıldızlı sataşmalar ve daha niceleri… Tüm bunların yapılma sebebi, birkaç lira daha fazla kazanma hırsı… Yeni dükkan açan bir arkadaşımın serzenişini de unutmuyorum. “Dükkanı açalı 1 hafta oldu, tüm müşterilerle tek tek ilgileniyorum, 10 tane 1 yıldızlı oylama var. Ya dükkana daha 10 kişi girmedi ki…” Hasbelkader ilk 10’a mı girdiniz, hemen bu yorumlarla tutulup yaka paça aşağı indiriliyorsunuz. Bu o kadar sinir bozucu bir hal aldı ki pek çok işletmeci artık ilk 10’a girmek istemiyor, kimisi dükkanını bu platformlardan çıkarmayı düşünüyor. Üstelik bayram gibi yüksek sezonda normalde pek karşılaşmayacağınız bir müşteri kitlesiyle burun buruna gelme keyfi de cabası…
Bir de madalyonun diğer yüzü var tabii. Bir yorumluk sahte profiller sadece yergide bulunmuyor, kimisi de övgüde bulunuyor. “Beldenin en güzel yeri, X Hanım’ın muazzam ilgisi, herkes etrafınızda pervane. Karides ve güveç ef-sa-ne!” Hayır, o karidesten yememiş olsam belki inanacağım da, 1 yorumlu bu abilerin, ablaların bombardımanı sayesinde en tepeye “kısa süre bile olsa” oturan işletmelerin bu durumdan ne keyif aldıklarını anlamıyorum. Bu durumdan dolayı canı yanan işletmeler kadar, pek çok müşteri de var. “Listede birinci sıraya çıkmış, güvendik geldik. Her şey o kadar sıradandı ki…” Bu birinci sıradaki işletme birkaç hafta sonra 30 sıra aşağı düşmüş… O sırada gidip deneyen pek çok kişi mutsuz…
Bir yere gitmeden önce ya Mide Lobisi vb. platformlardan ya da yorumuna güvendiğiniz blogger’ların, yazarların incelemelerini takip etmekte fayda var. Bütün bu yorumlarda hiç bulunmayan bir mekanı ilk 10’da görüyorsanız yorumlarını inceleyin. Bir sürü 1 yorumluk hesapla kuşatılmış olduğunu göreceksiniz.
Bu durum nasıl çözülecek bilmiyorum ama takipçisi olacağımı ilan ediyorum. Sizlerin de başına gelen meseleler varsa lütfen bana iletmekten çekinmeyin…