Etrafımdaki goygoyu çok, icraatı kifayetsiz kalabalıktan uzaklaşıp “Yeter bu kuru gürültü, biraz kafanı dinle be İzzet! Hiç olmazsa bu geceyi kendine ayır” dedim. Bir yanım Boğaz’ın janjanlı mekanlarına doğru seyirtirken, öte yandan içimdeki hayta her zamanki gibi yine rahat bırakmadı beni... Kalbimle beynim arasındaki iktidar mücadelesinin sonunda, bir baktım ki Asmalımescit’teyim.
1 - Şehrin ve Gecenin Öteki Yüzü
Şehrin bu müstesna köşesi bir sokak partisi havasındaydı. Hanımlar alımlı, beyler zarifti. İnsanlar, ülkenin başka hiçbir yerinde görmenin mümkün olmadığı mütebessim bir ifadeyle dolaşıyorlardı. Ama beynimdeki şeytan, “Bu sahte tebessümlere kanma” diye dürtüp duruyordu beni. Sonunda midemin gurultusu, kafamdaki kalabalığın sesini susturdu.
Ayaklarım beni efsane mekan Yakup’un kapısına getirmişti. Bir köşede her zamanki gibi memleketi kurtaran gazeteciler, hemen yanında Beyoğlu’nun tadını çıkaran coşkulu turistler ve aralarına serpiştirilmiş Sevgililer Günü’nü bir gece önceden kutlayan çiftler vardı.
Ne boş masa, ne de bende bu pozitif atmosfere katılacak hal vardı... Tam arkamı dönüp gitmeye karar vermiştim ki, “İzzet abi, İzzet abi” diye bir ses duydum.
* Yahu senin kendi tiyatron vardı, ne o sattın mı yoksa?
- Hâlâ var İzzet, niye geçmiş zamanda konuşuyorsun ki anlamadım?
* Ne bileyim, AVM’lerden çıkmıyorsun da son günlerde...
- Maalesef İstanbul’da artık eskisi gibi fazla tiyatro binası yok. Ne yazık, yerlerine yenileri de yapılmıyor. Biz de bari olanlar ayakta dursun diye uğraşıp duruyoruz işte. Ama bunun yanında yüzleşmemiz gereken bir gerçek daha var; o da seyircilerin alışveriş merkezlerinin içindeki tiyatroları tercih ediyor olmaları... Ee onlar da haklı aslında, düşünsene park yeri sorunu yok, metroyla veya metrobüsle hooop AVM’desin. Bu artık çok önemli bir özellik çünkü İstanbul o kadar büyüdü ki, resmen bir yerden diğerine gitmek Haçlı Seferi’ne çıkmak gibi bir şey! Ee hâl böyle olunca da, biz tiyatro olarak seyircinin ayağına gidiyoruz.
* Peki senin için zor olmuyor mu “bedevi” tiyatroculuk?
- Vallahi tek eksiğim var, o da kendime ait bir kulis! Geçenlerde “Tiyatroda proje bazında en çok istediğin şey nedir?” diye sordular, hiç düşünmeden “Bana ait bir soyunma odası” diye cevap verdim. Çünkü soyunma odası dediğin yer, oyuncunun mabedidir. Gidersin, aynaya bakarsın, akşamki performans için kendini hazırlarsın... Oysa benim böyle bir imkanım yok çünkü her gün başka bir tiyatroda oynuyorum. Bugün CKM’deyim, yarın Trump’ta, öbür gün Şişli’de, daha sonra Pendik’te, hemen akabinde Bostancı’da, ardından Samsun’da, Adana’da derken sürekli dolanıp duruyorum. Sadece ben değil, bütün tiyatrolar İstanbul içinde geziyorlar.
Ne kıskançlığım kaldı, ne de Acun’dan para koparıp, program yapma peşinde olduğum. Yok tutarsızmışım da dikkat çekme derdindeymişim falan filan...
Efendim yukarıdaki ifadeler geçen hafta 3 Adam’ı komik bulmadığımı yazdığım için bana sosyal medyada ‘dijital mahalle baskısı’ uygulamaya çalışan bazı fanlara ve çoğunlukla ‘fan kılığına bürünmüş’ paralı troll’cüklere ait...
Nasıl olurmuş da, ben 3 Adam’la zamanında röportaj yapıp sonra da onları eleştirirmişim?
BÜTÜN FAN’LAR SÖZLEŞİP AYNI ANDA MI TWEET ATTI?
Bize ve ülkemize duyduğu hayranlığı, “Britanya’da turistlerin gidebileceği topu topu 10 tane yer sayabilirsiniz ama Türkiye’de binlercesi var” sözleriyle son derece içten bir şekilde ifade ediyor Birleşik Krallık İstanbul Başkonsolosu Leigh Turner... Açıkçası biraz asık yüzlü, hafiften İngiliz kibrine sahip ve mesafeli birini beklerken, karşımda gayet neşeli, dost canlısı ve sıfır kompleks bir adam buldum. Eğer bir 007 James Bond numarası çekip beni kandırmadıysa, Turner gerçekten de bizden biri gibi olmuş. Bakalım anlattıklarını okuduktan sonra sizler ne hissedeceksiniz?
*Röportajı hangi dilde yapacağımıza siz karar verin. Benim İngilizcemle sizin Türkçeniz yarışır...
- Haydi gel Türkçe konuşalım ki bana da pratik olsun.
*Valla hiç de pratiğe ihtiyacınız varmış gibi gelmedi bana, maşallah şakır şakır konuşuyorsunuz...
- Orası tartışılır ama yine de biz Türkçe devam edelim.
*Her başkonsolos tayin edildiği ülkenin dilini öğrenmiyordur herhalde...
Genelde sadece birkaç ünlü ve cemiyet hayatının tanınmış simasından oluşan “elitist” davetli listeleriyle, kapatılan bir mekanda geçirilen sıkıcı iki saatten ibarettir bu dernek yemekleri.
Fakat geçen gün “İstanbul’da neler oluyor?” tribine girip, bilet satış sitelerinde turlarken karşıma “Yıldızların Şarkıları Çocukların Yarınları” diye ilginç bir prodüksiyon çıktı.
TOÇEV yararına organize edilen bu geceden elde edilecek gelirin çocuklara bir eğitim merkezi inşa edilmesi amacıyla kullanılacağını okuyunca daha da heyecanlandım.
PROJENİN FİKİR MİMARI İKİ YILDIZ FUTBOLCU
We are the World’ün yerlisini yapmışlar
* “Sıkı Fıkı”yla hayatımıza girdin, “Erkek Milleti”yle bizleri ağlattın, sahnelerde estin gürledin fakat sonra suspus olup ortalardan kayboldun. Nasıl başladı bu acayip “medcezirli” öykün?
- Gerçekten de hem hayatım hem de kariyerim medcezirlerle dolu. Ama artık kararlıyım, oturup yakamozun keyfini süreceğim. Neyse gelelim her şeyin en başına... Daha 15-16 yaşlarındayken Ülkü Aker, Onno Tunç ve Nino Varon’la “Demek ki Öyle” ve “Sıkı Fıkı” parçalarını yaptık. Pop söylüyordum ve çok mutluydum. Altın Kelebek de dahil bütün ödülleri topladım.
* Niye popla devam etmedin peki?
- Nino pat diye arabesk bir şarkı getirdi. Sözlerini bir duysan, “Kim yakıyor her gece bu mumu” falan, kulaklarına inanamazsın. O yaşlarda bir kızın söylemesi için asla uygun olmayan bir parça. “Daha çok küçüğüm” dedim, dinletemedim. Pop müzikle doğmuş, tam yürümeye başlamıştım ki neredeyse doğarken öldürdü beni Nino.
Baktım bu fütursuz ‘Y Kuşağı’ bana ahkam kesmeye başladı; “Madem öyle kalkın geldiğimiz yere, sokaklara dönüyoruz. Yarım saat sonra mızmızlanan olursa çekerim kulağınızı, peşin peşin söyleyeyim!” diye de kendimce aynı fütursuzlukta bir gözdağı vermeyi ihmal etmedim çıkarken...
ESKİDEN KİLOYLA SATARDIK ŞİMDİ TANEYLE
İlk durak mahallede, burnumuzun dibindeki süpermarketti. Daldık kafile halinde içeri... Tezgahların arasında dolaşırken arkamdan bir ses “Oo İzzet Bey hoş geldin” diye durdurdu beni. Bak şu tesadüfe, karşımda şehrin en büyük manav zincirlerinden birinin sahibi Turgay Hüner vardı. “İşler nasıl patron?” diye sordum, başladı anlatmaya...
“Geçtiğimiz seneye göre cirolardaki düşüş yüzde 40’ları buldu. Bizim sektörde bunun ilk sebebi tabii ki değişken hava koşulları... Ama kayıt dışı esnafın da etkisini yabana atmamak lazım. Maalesef planlamayı bilmediğimiz için arz-talep dengesi de doğru hesaplanamıyor. O yüzden de beş ay önce 2 liraya aldığınız domatesi bugün kaç liraya yiyeceğinizi bilmiyorsunuz. Bu durum tüketici alışkanlıklarının tepeden tırnağa değişmesine neden oldu.
“Mutlu olmak için çok şeye sahip olmanın gerekmediği zamanlarda çocuktum. Şimdi insanlar, başkalarının sahip olduğu şeyler yüzünden inanılmaz mutsuz” diye gayet derinden başlıyor hikayesini anlatmaya. Evet, o bir futbol adamı ama bana sorarsanız bir yanıyla da tam bir modern çağ filozofu. Alkışı duymuş, ihaneti görmüş, sesi de olmuş, sessizliği de ama hep ekmeğini bölmüş de yemiş. Futbolu da, yeşil sahaları da, insanları da çok sevmiş... Hele de laf Türkiye’ye, İstanbul’a geldiğinde inanın içi titriyor. Öylesine vurgun bize, ülkemize... Belki Beşiktaş’ı şampiyon yapamadı ama burada geçirdiği iki yılda futbol dünyamıza tarzıyla, tavrıyla imzasını attı. Şimdilerde Premier Lig’de formasını giydiği West Ham’da zirve mücadelesi veriyor. Slaven Bilic’le Londra’nın güneşli ama buz gibi bir öğleden sonrasında futbolu, kazanmayı, İstanbul’u, Londra’yı sözün özü hayatı konuştuk. Onu dinlerken kulağıma şimdiye kadar hep beylik bir lafmış gibi gelen “futbol asla sadece futbol değildir” sözünün ne kadar doğru olduğu anladım. Umarım siz de hayatını futbola adamış bir adamla, Bilic’le yaptığımız sohbetten aynı tadı alırsınız...
*Ne yalan söyleyeyim tırsa tırsa geldim buraya...
- Neden, rakip takımdan mısın (gülüyor)?
*Vaaaay daha ilk dakikadan başladık galiba holiganlığa...
- Şaka bir yana, neden korkuyorsun ki?
*Ne bileyim, fotoğraflarda o kadar sert bakıyorsun ki... Ama gördüğüm kadarıyla korkulacak bir durum da yokmuş!