Son 10 gündür hepimizi tüm Türkiye'yi Şampiyonlar Ligi'nde Galatasaray-Real Madrid eşleşmesinin heyecanı sardı. Oysa aynı turda, en az Galatasaray'ınkiler kadar heyecan yaratan bir başka eşleşme daha vardı: Barcelona-Paris Saint Germain. Üstelik bu, "futbol sadece, futbol değildir" sözünü anımsatan bir eşleşme oldu.
Avrupa'nın göbeğinde iki tane "Doha derbisi" oynandı, altı gün arayla.
Zira, her iki takım da Şampiyonlar Ligi'ndeki başarılarını, Katar'a borçlular. Avrupa'nın içine girdiği ekonomik krize hızır gibi yetişen Katar, takımlarını da ihya etti.
Önce Barcelona'ya gitti Katarlılar. Emir Şeyh Hamad bin Halife el Tani'nin kurduğu Katar Vakfı, 2010 yılında Barcelona ile beş yıllık forma reklam anlaşması imzaladı.
Barcelona, bu sponsorluk için 170 milyon doları kasasına koyarken, kutsal gördüğü formasına paralı reklam almama ilkesine de veda etmiş oldu.
FRANSA’NIN EN ZENGİN KULÜBÜ
İnsanız, yapıyoruz. Sonra bazen pişman olup siliyoruz ama o ayrı bir konu. İnsanların bu kadar hayatını başkalarının gözüne sokma arzusunu, "şuursuzluk yapma hakkını" bir noktaya kadar anlamak mümkün. Ama sosyal medyada "şuursuzluk" yapan, rahat davrananlar koca koca devletler olunca, işte onu anlamak pek de kolay değil.
Bu hafta dünya bu devirde artık alışmaya başladığımız "dijital bir diplomatik kriz"e daha tanık olduk. Bir kez daha ABD'nin Kahire Büyükelçiliği resmi Twitter hesabından attığı mesajla Mısır'da tepki topladı. Tepkiler o kadar arttı ki, bir günlüğüne hesabı askıya bile aldı Amerikalılar.
Olay esasen basit: Merkezinde Mısır'ın ünlü televizyon programcısı Bassem Yusuf için çıkartılan tutuklama kararı var. ABD'nin Kahire Büyükelçiliği, Yusuf'un ABD'li muadili olarak gösterilen Jon Stewart'ın bu konuyu ele aldığı programının videosunu Twitter hesabından paylaşınca kıyamet koptu.
Mısır Cumhurbaşkanlığı, ABD'lilere anında yine Twitter'dan yanıt verdi: "Diplomatik bir temsilciliğin, böylesine olumsuz siyasi bir propagandaya alet olması uygunsuz bir davranıştır."
ABD'liler, yanıt yazmadı ama hem mesajı sildiler, hem de hesabı bir günlüğüne askıya aldılar. Böylece, yok büyükelçiyi çağır, yok nota ver gibi prosedürler de aşılmış oldu. 140 karakter de kopan fırtına, 140 karakterde dindi.
Hürriyet Dünyası’ndan foto muhabiri arkadaşım Levent Kulu’yla, bombardıman altındayken gitmiştik Gazze’ye en son. Akdeniz kıyısındaki bu dünya güzeli yer, normalleşmeden aradan ne kadar zaman geçerse geçsin benim için unutulması zor bir deneyimdi.
Güneşli ve sıcak bir Kasım sabahında Gazze'den çıkış yapıp, Mısır sınırlarına girdikten sonra Süveyş Kanalı'na doğru ilerlerken fark etmiştim, son birkaç gündür normal zannettiğim birçok şeyin esasında ne kadar anormal olduğunu.
Oysa çok değil, bu yolculuktan yalnızca birkaç saat önce, sabahın ilk ışıklarında dışarıdan gelen slogan sesleriyle uyanmış, pencereden baktığımda yüzleri siyah maskelerle kapanmış 20-25 silahlı militanın sabah talim koşusu yaptığını görüp, uyumaya devam etmiştim. Sanki her gün gördüğüm bir manzaraymış gibi...
Gazze'de geçirdiğimiz yaklaşık bir hafta, dönüp baktığımda, insanoğlunun içinde bulunduğu koşullara ne kadar hızlı alışabildiğini bir kez daha kanıtlamıştı bana. Oysa 365 kilometrekarelik bir alanda yaklaşık 1.7 milyon kişinin yaşadığı Gazze'de yaşam, hiç de alıştığımız, bildiğimiz gibi değil. İsrail bombardımanının hemen ertesinde, ateşkesin ilan edilmesiyle birlikte girdik Gazze'ye. Her sokakta bir yıkıntı, her caddede bir taziye evi... Yıkıntıların üzerinde oyun oynayan çocuklar... Gözleri hüzünlü ama bombardıman bittiği için yüzü gülen insanlar...
Birkaç gün öncesine kadar, patlama sesleri duyduğunda evlerine kapanıp, oturma odalarına roket isabet etmemesi için dua etmekten başka yapacak hiçbir şeyi olmayan Gazzeliler, "normal" hayatlarına geri dönmeye çalışıyordu. Öğrenciler, bir haftalık aranın ardından okuluna gitmeye başlamış, dükkanlar açılıyor, marketler alışverişe gelenlerle doluyordu. Yani Gazzeliler, her koşula uyum sağlayarak, yaşamaya devam etmenin yolunu bir kez daha buluyordu.
İlk başta normal bir yer gibi…