ESKİ Büyükelçi Richard Holbrooke, Türkiye ile Malezya’yı aynı sepetin içine koyan bir konuşma yaptı, birdenbire bir "mahalle baskısı" kavramı ortaya çıktı, arkasından "Türkiye, Malezya mı olacak" sorusuyla karşılaştık.
Ve medya temsilcileri inanılmaz bir süratle Malezya’yı istila ettiler. Gazeteler ve televizyonlar oradan gelen hepsi birbirinden renkli röportajlarla doldu.
Medya bakımından belki çok yaratıcı ve spektaküler bir operasyon. Etkisi de göz ardı edilemez. Türkiye’yi saran "tehlikeler"e bir yenisi daha eklendi. Zaten mevcut kutuplaşma biraz daha derinleşti. Ne zaman Malezya olacağız korkusu hayli yaygınlaştı. Hele bir Malezyalının, ülkesinin birkaç yıl içinde İran, Türkiye’nin de Malezya olacağını söylemesi ürperticiydi!
Onun mantığına uyarsak Türkiye’nin de biraz daha geç bir tarihte İran olması beklenmeliydi! Gülmek mi daha doğru olur, yoksa ağlamak mı bilmiyorum. Ancak üç gün önce CNN Türk’te bir programa katılan Fransız araştırmacı Olivier Roy’un Türkiye’deki heyecanlı tartışma karşısında biraz şaşırmışa benzediği dikkatimi çekti. O tabii Türkiye için ciddi bir tehlike sezmekten çok uzaktı.
* * *
Emekli Büyükelçi ve eski Dışişleri Bakanı Osman Olcay yıllarca önce anlatmıştı. İran’daki İslamcı devrimden sonra New York’ta eski İran Daimi Temsilcisi ve öldürülen Başbakan’ın kardeşi FeridunHüveyda’ya rastlamış ve "İran ordusu niye müdahale edemedi" diye sormuş. Hüveyda’nın cevabı "Sen bizim orduyu Türk ordusu mu zannettin" olmuş.
Bugün İran’da iki ordu var. Biri milli diyebileceğimiz ordu, diğeri de "Devrim Muhafızları"nın otoritesi altındaki ordu. Bu ordunun hava ve deniz kuvvetleri bile var. Milli orduya güvensizliğin daha güzel kanıtı olur mu? Türkiye, İran ile kıyaslanamayacağı gibi Malezya ile de kıyaslanamaz.
Malezya ancak 1957’de bağımsızlığına kavuşmuş. Nüfusunun yüzde 24’ü Çinli, yüzde 8’i Hintli. Devlet yapısı üniter değil, eyaletlerin kendi sultanları ve yönetimleri var. Sultanlar ve siyasetçiler anlaşılan aslen Malezyalı olanları İslam dini etrafında kenetlemek istemişler.
Türkiye’nin inişli çıkışlı da olsa 60 yıllık bir demokrasi deneyimi mevcut. Askeri müdahalelerden sonra her defasında yine demokratik sürece oldukça süratle geçildi. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bugünkü koşullar altında yeni bir müdahalede bulunması düşünülemezse temel tutumunun laikliği zedeleyecek politikalara ve oldu bittilere karşı önemli caydırıcı bir unsur oluşturduğu açıktır.
Ancak bütün Müslüman ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de türban yayıldı. Bu yayılmanın ne kadarının politik veya dini baskı veya teşviklerden, ne kadarının da sosyolojik nedenlerden kaynaklandığını saptamak kolay değil. Türbanın modern topluma uyuma mutlaka engel olduğu ileri sürülemez. Buna karşılık dini ve politik bir sembol niteliği de inkár edilemez.
Ne var ki üniversitelerde türban yasağının kalkmasının yansımalarını değerlendirmek için Malezya yerine büyük şehirlerimizin varoşlarında ve Anadolu’da araştırma yapmak daha yararlı olurdu. Kesin bir kanaat ifade edemesem de Türkiye’de türban yüzünden "mahalle baskısı" tehlikesinin abartıldığı izlenimindeyim.
* * *
Yeni Anayasa tasarısı, türbanla birlikte birçok başka konuda da tartışma tahrik etti. Tasarı ne kadar iyi niyetle hazırlanmış olursa olsun zamanlama isabetli değil. Şimdi bir de 22 Temmuz seçimlerinden önce TBMM’ce kabul edilen ve Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini öngören Anayasa değişikliğinin halkoyuna sunulmasının getireceği komplikasyon var.
Hukukçularımız, bu değişikliğin, referandumda onaylanırsa, zaten TBMM’ce yürürlükteki Anayasa gereğince seçilmiş bulunan 11. Cumhurbaşkanı için yeniden seçim yapılmasını önleyecek bir formül bulmalıdırlar.
Bu suretle değişiklik bundan sonraki Cumhurbaşkanı seçimlerinde uygulanır. İleride, yeni Anayasa hazırlanırken, Cumhurbaşkanı’nın kendisine verilecek yetkilere göre, halk veya TBMM tarafından seçilmesi opsiyonları yeniden incelenebilir.