SON günlerin en çok konuşulan konusu, duvara bantlanmış bir muzun 120 bin dolara satılması ve arkasından bir performans sanatçısının o muzu yemesi oldu. Geniş bir kitlenin gündemine belki de ilk kez bu olayla girdi güncel sanat ve performans. Ne menem bir şeymiş şu performans sanatı diye merak edenlere verelim haberi. Dünyanın yaşayan en önemli performans sanatçılarından biri olan Marina Abramovic’in retrospektif niteliği taşıyan Türkiye’deki ilk büyük ölçekli sergisi 31 Ocak tarihinde Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nde açılacak. 26 Nisan 2020 tarihine kadar devam edecek sergi; Marina Abramovic Institute (MAI) işbirliğiyle Türkiye’den ve dünyadan performans sanatçılarıyla beraber geliştirilen canlı performanslara da sahne olacak.
Geçen hafta Türkiye’deki serginin sponsoru Akbank’ın davetiyle sanatçının Belgrad Çağdaş Sanat Müzesi’nde açtığı ‘The Cleaner’ sergisini gezdik. Retrospektif niteliğindeki sergi Abramovic’in 40 yıl sonra ülkesine dönüş sergisi aynı zamanda.
Eski Yugoslavya’da savaş kahramanı devrimci bir anne-babanın iki çocuğundan biri olarak 30 Kasım 1946’da Belgrad’da dünyaya gelen Marina Abramovic, 1965’te Belgrad Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmiş. Eğitimi sonrasında kariyerine Avrupa’da devam eden Abramovic’in hayatını değiştiren isimlerden ilki Edinburgh’de parmaklarının arasına bıçak saplayarak ritm yakaladığı ve adını ‘Rithm 10’ adını verdiği performansını izleyen dönemin en etkili ismi Joseph Beuys. İkincisi ise bedensel sınırlarını zorlayan işlere imza attığı ilk döneminde tanıştığı Alman sanatçı Ulay oluyor.
Belgrad Çağdaş Sanat Müzesi’nin kapısını açtığınızda silah sesleri karşılıyor sizi. Bitmek bilmeyen savaşların yaşandığı Balkan topraklarında olduğunuzu unutmamanızı hatırlatırcasına.
Duygusal ve ruhani dönüşüm için çıktığı sanatsal ve fiziksel yolculuklarında performansları sırasında yoğun acı, yorgunluk ve tehlikeye göğüs geren sanatçının kariyerinin her durağı, performans sanatının duvara asılı muzu alıp yemek kadar kolay olmadığını vuruyor sürekli suratınıza.
ÇİN SEDDİ’NDE SONA EREN AŞK VE SON BAKIŞ
1970’li yılların ortasında bir televizyon programına katılmak üzere davet edildiği Amsterdam’da tanıştığı Ulay adıyla bilinen Alman sanatçı Uwe Laysiepen ile başlayan kişisel ve sanatsal ilişkisi, hem Abramovic hem de Ulay’ın üretimleri açısından bir dönüm noktası olmuştu. Bu üretken ilişki, sergi alanında çıplak bedenlerini şiddetle çarpıştırdıkları ‘Relation in Space’ (1976), aynı nefesi paylaştıkları ‘Breathing In / Breathing Out’ (1977) gibi ikonik performanslar ortaya çıkardı. 1988 senesinde kişisel ve yaratıcı ortaklıklarını bitirme kararı alan Abramovic ve Ulay, bu bitişi ‘The Lovers’ adını verdikleri ve video kayıt altına alınan büyük bir performansla ölümsüzleştirdiler. Çin Seddi üzerinde iki karşıt yönden 90 gün boyunca birbirine doğru yürüyen çift, orta noktada buluştuklarında ayrı yönlere giderek ortaklıklarına son verirler. Bir sonraki karşılaşmaları Abramovic’in 2010 senesinde MoMA’da gerçekleştirdiği ‘The Artist is Present’ adlı, yaklaşık üç ay boyunca, günde sekiz saat olmak üzere müze ziyaretçileriyle bir masa etrafında göz göze bakıştıkları performans sırasında oldu. Karşısında birden Ulay’ı görünce Marina gözyaşlarını tutamamıştı. Üç ay süren sergi, 850 bin kişi tarafından ziyaret edilmişti.
Kadim kentin o çok karakteristik dokusu olmasa kendinizi Karaköy’de, Cihangir ya da Nişantaşı’nda bir sergi açılışında sanabilirdiniz. Hatta Contemporary İstanbul’un o yoğun açılışlarını hatırlattı bana. Mardin kentinin cazibesi kadar bienalin başarısını da eklemek gerekiyor bu ilginin nedenlerini sıralarken.
..
Bienal mekânlarından biri de restore edilip resmi olarak dün ziyarete açılan Süryani Katolik Meryem Ana Kilisesi. Taner Ceylan’ın Hazreti İsa’yı tasvir ettiği ‘Acıların Adamı’ adlı çalışması burada sergileniyor. Avrupa’da gördüğü bir fotoğraftan esinlenerek yapmış Ceylan tabloyu. Eserini gönderdiğinde hoş bir sürprizle karşılaşmış. Kilisenin deposunda o yaptığı resmin 400 yıllık bir ahşap heykelini bulup getirmiş yetkililer. Bu tesadüf çok heyecanlandırmış kendisini ve ikisini beraber sergileme kararı almış.
KİLİSE KAYITLARINDA VAR
Ancak beni o kilisede heyecanlandıran bir başka karşılaşma daha oldu.
Böylesine büyük isimlerin eserlerini görmek genelde ölümlerinden sonra nasip olur ya bize. Sabancı Müzesi bu yazgının değişmesinde öncü bir kurum oldu, hakkını teslim etmek gerekir.
İstanbul’daki ‘Ai Weiwei Porselene Dair’ sergisi gördüğü yoğun ilgi nedeniyle iki kez uzatılmasının ardından 15 Nisan’da sona ermişti. Sergiyi 140 bin sanatsever gezdi.
Büyük şehirlerde büyük sanatçıların eserlerini görebiliyoruz da Anadolu’nun diğer kentlerinde yaşayanlar için aynı şeyi söylemek güç.
Ama şimdi Mardin bir istisna olarak çıkıyor karşımıza.
Olay şöyle gelişti:
29 Kasım 2017 tarihinde 84 yaşında vefat eden ünlü sanatçı Gencay Kasapçı, bu yıl Ankara’da düzenlenen ArtAnkara Sanat Fuarı’nın ‘onur konuğu’ olarak belirlenmişti. Anlamlı bir seçimdi bu, bir vefa örneğiydi.
Mart ayında Ankara Congresium’da düzenlenen fuarda bir ‘Onur Sanatçısı’ seçkisi de sergilenecekti. Sanatçının Mersin’deki atölyesinden farklı dönemlerine ait toplam 19 eseri bir araca yüklenerek Ankara’ya doğru yola çıkıyor. Araçta Kasapçı’nın yakın çevresinden üç kişi ile kızı Yasemin Devrimci de bulunuyor.
Tek bir mola ile Ankara’ya varıyor ekip. Fuardaki sergi alanı henüz hazır olmadığı için Congresium park alanından araçtan indirilen eserler yönetim odasına teslim ediliyor. Ancak burada sayım yaptıklarında toplam 16 eser olduğunu görüyorlar. Farklı boyutlardaki üç tablo bütün aramalara rağmen bir türlü bulunamıyor.
Yolda mola verdikleri tesisin kamera kayıtları inceleniyor, aracın yanına yaklaşan kimseye rastlanmıyor. Ankara’da eserleri indirdikleri garajın kamerası olmasa da yönetim odasının kayıtlarında bir tuhaflık fark edilmiyor. Acaba Mersin’de araca yüklerken mi kayboldu eserler diye neredeyse belediyenin temizlik hizmetlerinden kâğıt toplayıcılara kadar her yere haber bırakılıyor ama hiçbirinden olumlu cevap gelmiyor. Polise eserlerin fotoğrafları verilip soruşturma başlatılıyor ama hiçbir sonuç alınamıyor. Üç tablo, tam anlamıyla, Mersin-Ankara arasında sırra kadem basıyor.
ANNEMİ TEKRAR KAYBETMİŞ GİBİ OLDUM
Sanatçının kızı
itabın yayıncısı Kariyer Yayınları ortaya çıkan durum üzerine bir bildiri yayınlayarak kamuoyundan özür diledi ve kitabı toplatma kararı aldığını duyurdu. Nurşen Karayanız ile sözleşmelerini iptal edip intihal olayına adları karıştırıldığı için dava açacaklarını da dile getiren yayınevi, kitabın yayınlanma sürecini şöyle açıkladı:
‘GÜVENİMİZİ KÖTÜYE KULLANDI’
“Nurşen Karayanız tarafından yayınevimize basılması talebiyle getirilen dosya, editörlerimiz tarafından incelendi. Metin edite edilirken Zülfü Livaneli’den alıntı olarak sosyal medyada paylaşılan bazı ifadeler dikkat çekmiş ve Karayanız’a bu durum baskı öncesi hatırlatılmıştır. Karayanız, buna rağmen tüm cümlelerin kendisine özgün olduğunu vurgulamıştır. Editörlerimiz yine de tespit ettiği alıntı cümleye ‘Zülfü Livaneli’den alıntıdır’ dipnotunu düşerek ‘Kıyamet Çiçeği’ isimli kitabı bu şekilde yayımlamıştır.
Editörlerimiz Zülfü Livaneli’nin ‘Kardeşimin Hikâyesi’ isimli kitabını okumadıkları için intihal tespit edememiştir. Kitabın yayımlandıktan sonra intihal olduğu ortaya çıkmıştır. Yayımcılar arasında güven esastır. Karayanız öncesinden uyarıldığı halde güvenimizi kötüye kullanmıştır.
Nurşen Karayanız’ın ismimizi böyle bir olaya karıştırmasından dolayı son derece üzgünüz ve kamuoyundan özür dileriz.”
‘İÇİM ACIDI’
Zülfü Livaneli
Basitmiş meğer.
Alırsınız çok satan bir romanı, kapağını, içindeki kahramanların isimlerini değiştirip bir-iki cümle de eklediniz mi tamamdır.
Yayınevine de yutturursanız, başarılı bir romanın yazarısınız artık. Tanıtım için de klip çekmeyi unutmayın ama.
“Yok artık!” dediğinizi duyar gibiyim.
Ben de aynı tepkiyi verdim ama iki kitabı alıp şöyle bir karşılaştırdığımda şaşkınlığım tarif edilecek gibi değildi.
Zülfü Livaneli’nin ‘Kardeşimin Hikâyesi’ adlı romanı 2013 yılında yayımlanmıştı. Okuru çok sevdi ve satışı 500 bini geçti. Konusu, anlatımı ve kurgusuyla gerçekten iyi bir Livaneli romanıydı.
Romanın yayıncısı Doğan Kitap’ın editörlerinden Tanıl Yaşar gittiği bir kitapçıda yeni yazarların kitaplarını karıştırırken oldukça tanıdık cümlelerle karşılaşmış.
Nursen Karayanız
Böyle bir fotoğraf çıktı karşıma geçtiğimiz hafta. İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı paylaştı sosyal medya hesabından. Kolinin içine girmiş sevimli bir tekir kedi fotoğrafıydı bu. Kolinin üzerinde de “Yenilenmek için taşınıyoruz” yazıyordu.
Aynı fotoğraf daha sonra İstanbul Modern’in sosyal medya hesabından da paylaşıldı.
Biliyorsunuz İstanbul Modern, yaklaşık 14 yıldır bulunduğu Karaköy’deki 4 numaralı antrepodaki binasından Beyoğlu’ndaki eski Union Francaise binasına taşınmaya başladı.
Bir lafın insanı bu kadar heyecanlandıracağını tahmin edemezdim. Tam bir adrenalin bombasıymış. Üstelik cebinden para çıkacak kişi ben olmadığım halde.
Çok müzayede izledim ama hiç eser almaya niyetlenmemiştim.
Geçen hafta bu tecrübeyi yaşamak için gittim Antik AŞ’nin Maçka’da bulunan binası Antik Palace’a.
299’uncu Çağdaş Sanat Eserleri Müzayedesi vardı. Müzayedeyi yönetecek olan Olgaç Artam’dan telefonla arttırmaya katılacaklardan biri adına bayrak kaldırıp kaldıramayacağımı sordum.
Koleksiyonerlerden birine sorup hemen döndü. Müzayedenin 14’üncü sırasında bulunan Ahmet Oran’ın ‘Ohne Titel’ adlı eserini almak için müzayedeye telefonla katılacak kişinin salondaki bayrağı ben olacaktım. Ve bu eserle ilgili ilginç de bir haber verdi. Sırası geldiğinde salona da duyurdu zaten.
Oran’ın eserinin satışından elde edilecek gelir ‘Zeytin Dalı’ harekâtı şehitleri yararına Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfı’na bağışlanacaktı.
Bu bilgi heyecanımı iki katına çıkardı.
Salonda 300 kişiden fazla sanatsever vardı. İki kata yayılmış halde sergilenen eserleri büyük bir ciddiyetle inceliyordu insanlar.