Rahmetli anneannemi alzheimerdan değil ancak demanstan kaybettik. Belirtileri alzheimera çok yakın olduğu için, alzheimerın hem hastanın kendisi, hem de yakın çevresi için ne kadar zor ve üzücü bir hastalık olduğunu iyi bilirim. İstemeden unutmak mı daha zor, unutulmak mı bilemiyorum… Hayattan yavaş yavaş kopmak mı, en sevdiğinin hayattan yavaş yavaş koptuğuna şahit olmak mı daha acı verici, onu da bilemiyorum…
Ben anneannemin son günlerinde bile gözlerindeki aynı ışıltıyı görebildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum… Ancak biliyorum ki durum herkes için böyle değil.
Hal böyle olunca Dünya Alzheimer günü çok duygulandırdı beni… Özellikle bir ilaç firmasının farkındalık yaratmak için hazırladığı kısa filmi, tüylerimi diken diken etti. Esmeray’ın meşhur şarkısı Unutama Beni’nin koro halinde söylendiği film, aslında sağlığımız yerindeyken bile ne kadar çok şeyi unuttuğumuzu hatırlattı.
Maalesef çoğu zaman unutuyoruz sevgimizi göstermeyi, “seni seviyorum” demeyi. Anne-babamızı, aile büyüklerimizi, arkadaşlarımızı, hatta yeri geliyor çocuklarımızı bile ihmal ediyoruz. Ne kadar çok sevdiğimizi sık sık hissetsek bile dökülmüyor kelimeler ağzımızdan… “Karşılıklı bir yemek yiyelim” diyor sonra işe güce dalıyor, unutuyoruz verdiğimiz gerçek değeri göstermeyi…
Meçle röflenin, fönle permanın anlamını zannederim bir çok kelimeden önce öğrendik. Bayılırdım küçükken annemle kuaföre gitmeye! Annem ve arkadaşlarının tırnaklarına kırmızı oje sürülürken sohbetlerini dinlemek, kuaförden çıkmadan aynaya attıkları dikkatli bakışları izlemek nedense çok hoşuma giderdi. Eğer uslu beklersem bir de üzerine “happy meal” kazanırdım üstelik!
Hal böyle olunca, Türk kızları olarak büyüdükçe kendimizi onların yerinde bulmamız çok normal. Hatta erken yaşta işi abartıp, estetiğe merak salmamız, botokstur, dolgudur, vitamindir, önümüze ne gelirse denek tahtası gibi koşa koşa yaptırmamız da… Ancak dün okuduğum bir haber, “pes” dedirtti!
Olay Nişantaşı’nda bir kafede gerçekleşiyor. Sarışın bir hanım bir anda çantasından iğnesini çıkartıp yanındaki hanıma tıkır tıkır botoks yapmaya başlıyor. Tamam, biz de alışkınız vakitten kazanalım diye fön çektirirken manikür yaptırmaya, aynı anda kaş aldırmaya ve hatta aynı anda kuaförümüzle dedikodu yapmaya… Ama bu kadarı fazla abartı değil mi? İki gün daha kaz ayaklarıyla gezmek, vakit bulunca doktora gitmek daha uygun, daha usturuplu olmaz mı?
Çocuklarımız bile restoranlarda, kafelerde fazla gürültü çıkartılmayacağını, hatta yemek yerken dirseklerini masaya koymayacaklarını biliyor. Koskoca kadınlar kafede botoks yaptırılmayacağını akıl edemiyor mu? Haydi olayın görgü boyutunu geçelim, zira ülkemizde görgü kurallarını es geçmek DNA’mıza kodlanmış gibi… Ancak hijyenik sakıncalarını da mı akıl edemiyoruz? 3-5 yaş genç gözükeceğiz diye, kafelerde neden kendimize bunu yapıyor, enfeksiyona kapıları sonuna kadar açıyoruz?
Anneannem ve kız kardeşi Lerzan Teyze’m, küçükken ablam ve beni karşılarına oturtur bütün maddeleri tek tek öğretirlerdi.
Mesela, öğle ve akşam yemeklerinin konuları farklı olmalıydı. Öğle yemeğinde gündelik konulara değinebilirdik ancak akşam yemeklerinde sessiz ve ağır olmalıydık. O yaşımızda kuralların çoğunu anlamasak bile, 1960’ların görgü kurallarını 1980’lerde sıkı sıkıya öğrendik.
Kitabı bulunca rahmetli anneanneme olan özlemimden olsa gerek, oturdum bir çırpıda tekrar okudum. Öncelikle kitabı çok cinsiyetçi bulduğumu baştan söylemem gerek; ancak bazı görgü kurallarının, özellikle sosyal medya hayatımıza girdikten sonra ne kadar değiştiğini görünce, şok oldum.
Kitapta ilgimi çeken bazı kuralları sizlerle de paylaşmak istedim.
Mesela belli bir yere gelmek için yıllarca savaş veren, gece gündüz çalışan, mücadele eden biri paylaştığı fotoğrafın altına “go with the flow” (kendini akışa bırak) yazabiliyor. Ya da normalde etrafına kan kusturan biri gülümseyerek fotoğraf paylaşıp, “good vibes, good life” (iyi enerji, iyi hayat) yazabiliyor.
Neden mi? Gerçekten hiç anlamıyorum.
Pozitif düşüncenin gücüne sonuna kadar inanırım. Hayata güvenirim, başıma gelen her şeyin altında bir iyilik ararım. Hatta bu kadar Pollyanna olduğum için çoğu zaman da kendime kızarım. Ama hayattan sadece pozitif şeyler beklemek, biraz yanıltıcı değil mi?
Özellikle yaşadığımız dünyada, “haber izleyemiyorum, moralim bozuluyor”, “etrafımdaki bütün negatif insanları hayatımdan çıkardım”, “artık sadece mutlu olduğum şeyleri yapıyorum” demek; biraz gamsızlık, hafif vurdumduymazlık değil mi?
İşler güçler başlamadan, tatilin tadını dinlenerek çıkartmak isteyenlere bugün harika bir dizi ve üç nefis cheesecake tarifim var.
Haftaya görüşmek üzere!
Ozark
Ozark çok sürükleyici bir Netflix dizisi. Başrollerde Arrested Development’tan tanıdığımız Jason Bateman ve Laura Linney var. Oyunculuk mükemmel. Senaryo Breaking Bad’i hatırlatıyor. Oldukça çalışkan bir muhasebeci kendini bir anda Meksika’nın en büyük ikinci uyuşturucu mafyası için para aklarken buluyor. Mafyayla arası bozulunca, ailesini korumak için türlü türlü oyun ve hilelerle zaman kazanmaya çalışıyor ve işler iyice karışıyor.
Parti severlerin adresi belli; Mikanos! Ancak Patmos, Leros gibi adaların kitlesi biraz daha farklı. Tatil yaparken huzur arayanlar, güzel yemek yiyip, sakin sakin gezmek isteyenler tercih ediyor buraları… Bir de fiyatlar Mikanos’a göre çok daha uygun.
Ulaşım çok kolay. Tek yapmanız gereken Türkiye’den adalara giden herhangi bir feribota binmek. Ondan sonra ada ada gezebilirsiniz. Eğer tekne ile gelme imkanınız varsa işiniz daha da kolay. Bodrum’dan Leros’a yaklaşık 2,5- 3 saatte varabilirsiniz.
Adalar, çocukluğumuzun Türkiye’si gibi. Abartısız. Türk sahilleri gibi şık şezlonglar ve vızır vızır koşuşturan garsonlar yok, ancak maalesef artık ülkemizin pek az yerinde bulabildiğimiz nefis bir doğallık var.
Ancak servis çok yavaş! Sinirlerinizin bozulmaması için, sizin de yavaşlamanız, kendinizi adaların sakin ritmine bırakmanız gerekiyor.
Geçen hafta Venedik’e Inflow Summits etkinliği için gittim. Inflow Summits, dünyanın dört bir yanından influencer’ları bir araya getiren nefis bir organizasyon. Geçtiğimiz aylarda Türkiye’de yüzlerce influencer’ı ağarlamış, hem markalarla bir araya getirmiş, hem de farklı ülkelerden aynı işi yapan yüzlerce insanın tanışmasına, fikir alışverişinde bulunmasına vesile olmuştu.
Bu sefer Venedik’te oldukça küçük bir grup buluştuk. Venedik’in hızına kendimizi bırakıp, oldukça hareketli iki gün geçirdik. Tabi bol bol da fotoğraf çektik!
San Marco Meydanı, Rialto Köprüsü, Dükler Sarayı mutlaka görülmesi gereken yerler. Gondol gezisi oldukça pahalı olmasına rağmen, gitmişken yapılmalı. Beni en çok etkileyen yapı ise Ahlar Köprüsü oldu. Hikayesi oldukça dramatik. Zamanında hapis cezası yiyen esirler, hücrelerine giderken bu köprüden geçermiş. Hapishane oldukça nemli olduğu için genelde hapise giren bir daha çıkamaz, mutlaka hastalıktan ölürmüş. Ahlar köprüsü esirlerin ölmeden önce son kez Venedik’e baktıkları yermiş.
Bir de yolunuz düşerse, Venedik sokaklarında sabah 5 gibi kaybolmanızı tavsiye ederim. Her gün on binlerce turistin akın ettiği bu yorgun şehri, ıssızken gezmek en güzeli!
Büyük bir ağacın altına kurulmuş tahta uzun bir masa,
Masanın etrafında kahkahalarla kadeh kaldıran büyükler,
Bahçede koşuşturan çocuklar,
E tabi bir de İtalyan lezzetleriyle donatılmış mükellef bir sofra…