BİREYLER gibi devletler de dostlarını seçmekte özgürdürler. Tercih keyfe kalmıştır.
Kimse kimsenin gırtlağını “sen şunla al takke ver külâh olacaksın” diye sıkamaz. Fakat buna karşılık aynı devletler düşmanlarını seçmekte özgür değildirler! Burada tercih yoktur. Bir edilgenlik durumu vardır. Yani eğer herhangi bir kişi, örgüt veya ülke söz konusu devleti kendi iradesi dışında hasım addediyorsa, ona “sen git, başkası gelsin” denilemez. Böyle bir lüks bahşedilmemiştir. Savaşsa savaş; muhatapsa muhatap; müzakereyse müzakere ve barışsa barış, bütün alternatiflerde karşı taraf o olacaktır ki, işte Türkiye için de PKK ve Apo budur.
OYSA tamamen onunla özdeşleştiği ve kendisinden bağımsız düşünülemeyeceği için yukarıdaki PKK’dan bile önce, yukarıdaki Apo’nun varlığı büyük bir talihsizlik oluşturuyor. Bu, sırf İmralı kiracısının çağ ve hayat dışı bir Stalinist ideolojiyle donanmış olmasından kaynaklanmıyor. Aynı zamanda ve bilhassa, dün burada sıraladığım ve Öcalan’da çok ciddi düzeye ulaşan ruhi araz ve travmaların vahim bir klinik vakaya dönüşmüş olmasından kaynaklanıyor. Zaten bana sorarsanız da onun Ada’dan ziyade dört başı mamur bir sağlık kurumunda yatması ve Freud kanepesine uzanarak upuzun bir psikanalitik tedaviden geçmesi gerekiyor. Kaldı ki, yukarıdaki talihsizlik yalnız Türkiye’nin başına patlamıyor. Özellikle Kürt halkı açısından geçerlilik taşıyor. Çünkü muhtemeldir ki aynı Kürtlerin sonsuz meşru ve haklı aidiyet tescili talebi PKK ve Abdullah Öcalan yerine bir başka kurum ve kişi tarafından yönlendiriliyor olsaydı, işler şimdiki raddeye varmadan çok önce belirli bir çözüm rotasına doğru kavis çizmiş olacaktı.
KABUL de, başta dediğim gibi herhangi bir düşmanın, rakibin veya hasmın irade dışı ve nesnel varlığını yine nesnel bir gerçeklik olarak kabullenmek zorunluluğunu ne yapacağız? Sevelim veya kızalım; okşayalım yahut dövelim; alkışlayalım ya da küfredelim, PKK da, Apo da birer vakıa oluşturuyor. Dağdaki de, adadaki de bizden bağımsız olarak oradalar. Değiştirmek ve başkalarıyla ikame ettirmek gibi lüksümüz yok ve olmayacak. Dolayısıyla, eldeki özne ve malzeme bu olduğuna ve görünür gelecekte de farklılık arzetmeyeceğine göre, onları yok varsaymakla hiçbir yere varılamaz ve varılamayacaktır. Mademki ruhen megaloman ve psikopat, siyaseten de Stalinist ve fanatik olmasına rağmen Öcalan geniş Kürt kitleler tarafından “lider”, “ilâh”, “mehdi” ve nihayet “Apo” olarak algılanıyor ve onlara söz geçiriyor, çaresiz biz de onunla “iş bağlayacağız” (!). Üstelik yukarıdaki mecburiyet istisnai bir olgu da oluşturmuyor. Fi tarihinin Bask milliyetçisi ETA veya İrlanda milliyetçisi IRA yöneticilerini şöyle üstünkörü tartın, Madrid’in ve Londra’nın metazori muhatap kabul ettiği bu “kodamanlar”ın da PKK önderiyle ciddi psikolojik benzerlikleri taşıdığını hemen fark edersiniz.
DİĞER taraftan, muhtemelen Apo’daki şahsi ve ruhi zaafları kısmen sezinlemelerine rağmen aynı Kürt kitlelerin aynı Apo’yu ilâhlaştırmasına da empatiyle bakmak gerekiyor. Zira o Kürtler de “ilâh toplumu”nda yaşıyorlar. Ortak modeli ayrı şahısta üretiyorlar. Psikolojideki “baba”yı arayış imgesi “amca” anlamındaki “apo”yla özdeşleşiyor. Öte yandan, belki yöntemi onaylamasalar bile yine aynı Kürt kitleler Sorun’un temel gündem maddesine dönüşmesinin PKK ve Öcalan sayesinde gerçekleştiğini tabii ki biliyorlar. Dolayısıyla da bilhassa ikincisine karşı muazzam bir “vefa borcu” hissediyorlar. Psikopatlığı, megalomanlığı, despotluğu yukarıdaki atılıma kıyasla hiç addediyorlar. İşte “Apo meselesi”ni bu çerçevede okumamız ve soğuk gerçeği görmemiz gerekiyor.