Biz de bazı cumartesiler Beşiktaş pazarına göçüyoruz. Zerzevat taze ve ucuz oluyor.
Geçen gün de refakatçim birisine hediye etmek için yelpaze arıyordu. Çin malı ıvır zıvır satan ve her halinden de Asyalı olduğu anlaşılan bir adamcağızın tezgâhı önünde durduk.
Şivesine rağmen çok güzel Türkçe konuştuğu için “Sinkianglı mısınız” diye sordum.
Damarına basmışım gibi efelendi ve “asla, has be has Şanghaylıyım” yanıtını verdi.
MEĞER familya familya Türkiye’ye geliyor ve valizlerinde taşıdıkları malları da işportaya dökerek, aynen onun tabiriyle söylüyorum, “gül gibi geçinip gidiyorlarmış”.
Zaten dikkat edin, ara sokaklarda veya metro ağızlarında kalp kol saati satmaya çalışan Afrikalı siyahîlere ek olarak yine “bavul ticareti” yapan Çinlilere de artık sık rastlanıyor.
Artı, aynı kültürün mutfağını sunan mekânlar da her geçen gün biraz daha artıyor.
Türkçe fonetik kurallarına göre “memorisit” diye okumamız gerekiyor.
Pek taze gelin olduğu için deyim henüz sözlükte yer almıyor ama eli kulağındadır.
Yok yok, yukarıdaki etimolojik gelişmeyi malumatfuruşluk taslamak için zikretmedim.
Son Dersim tartışmalarıyla muazzam ilintisi olduğu için yazıya buradan başlıyorum.
EFENDİM, yukarıdaki sözcüğün sonuna eklenen “cide”, yani Türkçede “sit” diye telaffuz edilen takı Latincede “öldürmek” anlamına gelen “caetere” fiilinden kaynaklanıyor.
Zaten buradan hareketle Batı lisanları çok sayıda kavram türetmiştir. Meselâ “virüsit” virüs, meselâ “fraktisit” kardeş, meselâ “rejisit” de hükümdar öldürmek eylemlerini tanımlar.
Aşina olduğumuz “jenosit” ifadesindeki “gen-jen” kökü ise etnik ekseni kasteder.
Hatta doğru, belki yarın bile gitmeyecek da ancak öbürsü gün gidecek.
Olsun, öz değişmez! Bizim “ulusalcılar” istedikleri kadar canla başla seferber olup Şam diktatörü hesabına 5. Kol faaliyeti sürdürsünler, Suriye’deki rejim er veya geç düşecek.
Fakat dediğim gibi, muhtemelen o erken zamandan ziyade daha geç zamanda düşecek.
ÖYLE, çünkü ta peder Esad’dan beri zorbalık iktidarını hem despotik, hem nespotik; yani ailevi ve mezhebi eksen üzerine inşa etmiş olan Baas yönetimi, sayıca azınlık olsa dahi belirli bir toplumsal kesit üzerinde yükseliyor.
Bir “kaymak tabaka”ya, bir “lejyon gücü”ne, bir “kodaman zümre”ye dayanıyor.
Bunu derken önce, ordudan gizli servislere ve bürokrasiden ticaret burjuvazisine, varlık ve refahını rejime borçlu olan ve o yıkıldığı an kendisi de yıkılacak kesimi kastediyorum.
Eski Komünist Blok lügatini kullanırsak söz konusu sınıfı “kızıl ayrıcalıklılar” elitini tanımlayan “nomenklatura” kelimesiyle adlandırmamız gerekir.
SONRA yukarıdaki hesaba, başta Aleviler olmak üzere, şöyle veya böyle devletten nemalanan ve bilhassa da şehirlerde zenginleşen katmanları ekliyorum.
Aslına bakarsanız soruyu böyle formüle etmek anakronik bir çağdışılık arzediyor.
Yani bugünün “ahlâkçı” kıstaslarıyla dünü yargılamak gibi bir tehlike içeriyor.
Ama madem tartışma bu eksene oturdu, o halde lâfı gevelemeden dobra yanıt verelim:
Evet, Mustafa Kemal Atatürk diktatördü!
BURADA kelimeyi evrensel siyasetbilim lügatine uygun olarak kullanıyorum.
Kararları tek başına alan ve uygulayan “muktedir kişi”ye diktatör denir. Hatta daha doğrusu, yine aynı lügate göre Mustafa Kemal’i “ışıltılı despot” olarak algılamak gerekir.
Fakat bu sıfat birinciyi de kapsadığından durum öz itibariyle değişmiyor.
Baş tacı edilmişler. Ekran haberlerinde uzun uzun anonsu, gazete sayfalarında boy boy fotoğrafı ve masa ziyafetlerinde de tabak tabak çeşnisi falan, el bebek gül bebek ağırlanmışlar.
Tabii lâf aramızda, yukarıdaki “kadın birliği” etiketini görünce adı geçen kurumun diktatoryal devletten özerk bir “sivil örgütlenme” olduğunu sanmayın. Ne münasebet!
Eh istihbarat servisleri he demeden Şam’da kuş bile uçmadığı düşünülürse, Bursa’daki sağır sultan dahi “misafirler”in daha baştan Baas rejimine teşne kişilerden seçildiğini bilir.
NİTEKİM hanımlar kendilerine yapılan yatırımı boşa çıkartmadılar. Hem oradayken, hem de dönüşlerinde Suriye’de asayişin gayet berkemal olduğuna dair demeçler patlattılar. Meğer dünya medyasına yansıyan kıyam görüntüleri, BM’yi bile silkinmeye zorlayan katliam haberleri, Türkiye sınırına kurulan mülteci kampları falan, tüm bunlar uydurmaymış.
Hayat çok normal ve işler pek tıkırında akıyormuş ki, yukarıdaki hercümerç manzarası aslında ABD emperyalizmi tarafından Esat’a karşı düzenlenmiş komplosunun tâ kendisiymiş!
FESÜPHANALLAH! Sorayım, Suriye görüntüleri acaba Hollywood stüdyolarında mı çekildi ve çekiliyor? Kan revan içindeki maktul rolünü figüranlar mı oynuyor?
Ve yine sorarım, mevcut statükonun değişimini bölge için daha da rizikolu addeden Washington baştan beri Şam’a karşı çok müsamahakâr davranmadı mı ve davranmıyor mu?
Zaten çıraklık yıllarında acemi peyzaj çizerek Viyana bohemine karışmak istemiş olan megaloman katil karınca kararınca dahi olsa resimden de, heykelden de, müzikten de anlardı.
Ancak en büyük tutkusunu mimari ve şehircilik oluştururdu.
Alman kentlerini “nasyonal sosyalist estetik”le donatmak onda ihtirasa dönüşmüştü.
Öyle ki, en civcivli muharebe günlerde bile “kafa dinlemek için” maketçilik oynardı.
Şüphesiz ki o da bir stratejisi güdüyor. Söz konusu strateji içinde de taktikler üretiyor.
Zaten son baskın da aynı stratejik bütün içindeki bir taktik hamleyi oluşturuyor.
ANCAK kabul, totaliter şiddet örgütünün bugün ne ölçüde yekparelik arzettiğini ve hangi “şef”in komuta ve denetimi altında olduğunu tam kestiremiyoruz.
Dolayısıyla da yukarıdaki saldırı kararının “merkezi” olarak alınıp alınmadığı sorusu spekülasyona açık kapı bırakıyor. Ama yine de öz değişmiyor ve ağaç ormanı gizleyemiyor.
Çünkü tuzağın uzun hazırlık ertesinde ve kalabalık grupla kurulduğu düşünülürse, kim olursa olsun, bir “şef” tarafından saptanmış stratejinin şu an PKK’yı belirlediği göz çıkartıyor
Peki, taktikleriyle birlikte o strateji nedir ve hangi hedefi güdüyor?
Cevabın üç ana başlık altında toplanması gerektiği kanaatindeyim.
İLKİ psikolojik – politik bir hedeftir ve hem Türk, hem Kürt kamuoyuna yöneliktir.
İşte bu tarihlerde ve merhum akademisyenin girişimiyle, Fransız intelligentsiasının o pek meşhur “Les Temps Modernes” dergisinde koskoca bir Türkiye özel sayısı yayınlamıştı.
Ülkemizi her açıdan inceleyen çeşitli makalelere ek olarak burada bir de Juan Goytisolo’nun kaleme almış olduğu uzun bir İstanbul gözlemi vardı.
İYİ hatırlıyorum, “yeryüzündeki hiçbir şehir böylesine ikiz değildir” diyen ünlü İspanyol yazar bütün kurgusunu İstanbul – New York benzerliği üzerine oturtmuştu.
Farklı örnekler vererek her iki mekânın da “hayvani bir enerji” saçtığını belirtiyordu.
Tespitini pekiştirmek için de ilkinde gökdelenlerin, diğerinde ise minare ve tepelerin dikeyliğini vurgulayarak New York ve İstanbul’un “erkek” cinsiyet taşıdığını ifade ediyordu.
SÖZ konusu dergiyi ve Goytisolo’nun yazısını Cumartesi günü hatırladım.
Mutat anne ziyaretine gitmek için Karaköy’den vapura binmiş ve her zamanki gibi kıç güverteye ters oturmuştuk ki, Harem açıklarında İstanbul silueti daha geniş açıda belirdi.