6 Ekim 2008
ELEKTRONİK postama gelen fotoğrafları ilk gördüğümde gerçek olduklarına inanmadım. "Fotomontajdır, birileri şaka yapmıştır" diye düşündüm.
Bozkırın ortasındaki Ankara’da, güney sahillerini andıran bir plaj görüntüsünün ne işi vardı. Fakat,
Eymir Gölü kıyısındaki
ODTÜ Spor Kulübü Lokali’nin girişinde bu fotoğrafın aynısını, "
40 yıl önce Eymir" altyazısıyla görünce, işte o zaman "Vay anasına. Neredeen nereye" dedim.
Bundan yaklaşık yarım asır önce Ankara’da, Ege ve Akdeniz sahillerimizi kıskandıran görüntüler olabileceği kimin aklına gelir? Masmavi bir su, güzel bir plaj, uzunca bir iskele, güneşlenen, yüzen, sörf, yelken yapan bir sürü insan.
Sanki çölün ortasında bir vaha. Peki ya Eymir’in şimdiki hali. O masmavi sulardan eser yok. Yüzmek mi? Bırakın insanların yüzmesini, içinde yaşayan balıklar, yosunlar bile yok olmak üzereler. Ve bütün bunlarla yaşadığımız küresel iklim değişikliğinin boyutları bir kez daha çarpıcı bir şekilde beynimize kazınıyor.
Başka gerçekler
Fakat fotoğrafa biraz daha dikkatlice baktığımızda bize gösterdiği başka gerçekler de var. Eymir’in çevresinde o zamanlar bir tek ağaç bile yokken, bugün çam, badem ve kavak ağaçlarıyla etrafında mini bir orman oluşmuş durumda.
Bu, ODTÜ’lülerin son yarım asır içinde burayı ağaçlandırmak için nasıl bir çaba gösterdiklerinin kanıtı.
Doğallığını korudu
Peki, bu yarım asır önceki fotoğraflarla şimdi arasında değişmeyen bir şeyler yok mu? Tabii ki var. Küresel iklim değişikliğinin verdiği zararlara meydan okuyamadık, gölü eskisi gibi temiz tutamadık ama, en azından
ODTÜ sayesinde buranın arazi mafyasının eline geçmesine, rant odağı olmasına engel olduk. Son 50 yıl içinde Ankara belki 50 kat büyüyüp, her taraf beton yığınlarıyla dolarken, Eymir ve etrafı doğallığını koruyabildi. Şehrin hemen dibinde, muhteşem bir manzaraya sahip olan ve pek çok kişinin iştahını kabartan Eymir, kurtarılmış bir bölge gibi kaldı.
Fazlası lazım
Ama ne yazık ki bu kadarı da yeterli değil. Tamam burası Ankara’nın nefes alabileceği çok güzel bir yer olarak kalmıştır. 45 yıl önce dikilen ağaçlar sayesinde Eymir, Başkent’in akciğerleri gibi görev yapmaktadır. Ama artık bu göl ve etrafı için daha fazlasını yapmanın zamanı çoktan gelmiştir.
Eymir’in yollarıyla, tesisleriyle, çevre düzenlemesiyle iyi bir bakıma ihtiyacı olduğunu kimse inkar edemez. Tabii ki üniversitenin görevi belediyecilik hizmeti vermek değildir. Ama ODTÜ’nün, burası için iştah kabartanların heveslerini kursaklarına gömebilmesi için, Eymir’i, Ankaralılar’a daha güzel bir şekilde sunması lazım. Lazım ki, bu güzellikler başkalarının eline hiçbir zaman geçmesin.
Bu arada Eymir’in yaşadığı bu muazzam değişikliği, bu iki kareyle en çarpıcı şekilde sunan fotoğrafların kime ait olduğunu, ne yazık ki öğrenemedim. Onlara çok teşekkür ediyorum. Eğer kim olduklarını öğrenebilirsem, onlara isimleriyle hitap ederek de teşekkür etmek isterim.
Paper Moon kapanmıyor
Meraklılarına duyurulur. Paper Moon’un Ankara şubesini kapatacağı yolundaki dedikoduların tamamı asılsız. Yaklaşık iki yıl önce
Kavaklıdere Beymen binasında hizmete giren Türkiye’nin en gözde restoranlarından Paper Moon’la ilgili bir süredir, "
Ankara’da umduklarını bulamadılar. Kapanıyorlar" diye yoğun bir dedikodu dolaşıyor.
Olayın aslını öğrenmek için Paper Moon’un yöneticilerini aradım. Dedikodu onlara da yoğun bir şekilde ulaşmış. "
Hayır, kapatmıyoruz. Biz prestij amaçlı oradayız. Bundan da hiçbir şekilde ödün vermeyiz. Bir müşteri de olsa, bin müşteri de olsa açık kalacak" dediler. Söylediklerine göre Paper Moon Ankara, beklentilerini fazlasıyla karşılamış. Üstelik zaman zaman gündem yaratan bir restoran olmasından da son derece memnun görünüyorlar. Ama hemen peşinden de, dışarıda yemek yeme kültürünün Ankara’da, İstanbul’daki kadar gelişmemiş olduğunu, Başkent’teki müşterilerinin de genelde yabancı diplomatlardan oluştuğunu söylüyorlar.
Dışarıda yemek yeme kültürü konusunda onlara çok fazla katıldığımı söyleyemeyeceğim. Ankara’da çok sayıda restoran var. Ancak Ankara’da son dönemde alkollü restoranlarda yemek yeme kültürü azaldı. AKP ile birlikte daha çok alkolsüz kebapçılar tercih edilir oldu. Ankara’da restoranların baş müşterileri olan politikacılar ve bürokratlar, artık alkollü mekanlardan biraz uzak duruyorlar gibi. Paper Moon’un şanssızlığı da bu olsa gerek.
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2008
BAŞKA şehirlerin insanlarının belki de en çok eleştirdikleri kenttir Ankara. Bunda başkent olmasının şüphesiz büyük etkisi vardır. Bir İstanbullu için o çoğu zaman hep sıkıcıdır, birçok İzmirli içinse çok muhafazakar. Bu eleştirilere kimi zaman çok kızarız, kimi zaman da hak veririz. Nedenini açıklamakta genellikle zorlansalar bile, burada doğup büyüyenler bu şehri çok severler. Ama sonradan gelenler her türlü çamuru atarlar Ankaramıza. Bu şehri yaşamakta zorlanırlar. Anlayamazlar. Dışardan Ankara’ya gelip de burayı seven birilerine pek zor rastlanır. Ne başka şehirde yaşayanlar anlar Ankara’yı, ne de Ankaralılar başka şehirlerde yaşayanları. Ankara, burada yaşamayanların hayran olduğu değil, yaşayanların sevdiği bir şehirdir.
Ankara neden sevilir
Siyasetçilerin yalanlarına, ikiyüzlülüğüne karşın Ankara’da, başka hiçbir şehirde olmayan muhabbet, dostluk, arkadaşlık ve sıcak insanlar vardır.
Kışın kar, yazın kavurucu sıcak, ilkbaharda her tarafı donatan rengarenk çiçekler, sonbaharda güz yağmurları ve sararan yapraklar. Nemsiz havasıyla her mevsim çok güzel yaşanır Ankara’da.
Ulaşımı kolaydır Ankara’nın. Hemen hemen her yere tek vasıta ile gitmeniz mümkündür. Sadece şehir içi değil, şehirlerarası ulaşımı da öyledir. Beş saatte Akdeniz, iki saatte Karadeniz kıyılarında alırsınız soluğu.
Genelde gri bir şehir olarak tanımlansa da, metrekare başına düşen yeşil alan, diğer şehirlere göre daha yüksektir Ankara’da.
Ankara simidinin tadı bir başkadır. Simidi daha güzel başka bir şehir yoktur.
Devlet Tiyatrosu, Devlet Opera Balesi, CSO gibi, kültür ve sanatta ülkemizin mihenk taşı kabul edilen kurumların merkezi Ankara’dadır. Ankaralılar sanata bir başka değer verirler ve takip ederler.
Her şehrin kıroları, züppeleri, zontaları vardır. Ama Ankara’da herkes kendi yerini bilir. Birisi, bir diğerinin alanına müdahale etmez. Öğrenci ve memur şehridir Ankara. Onlar şehrin her yerindedir.
Sağlık alanında Türkiye’nin en gelişmiş altyapısı Ankara’dadır. En önemli tıp fakülteleri, en gelişmiş hastaneler bizim şehrimizdedir. Hatta Ortadoğu’nun sağlık üssü pozisyonuna adaydır.
Kafe kültürü çok gelişmiştir Ankara’da. Ayrıca deniz kenarında yaşayanları bile kıskandıracak kalitede balık restoranları vardır. Balığı en taze yiyebileceğiniz şehirlerin başındadır.
Sakarya Caddesi’nde yediğiniz döner ekmeğin keyfini başka hiçbir yerde alamazsınız. Buralarda içilen ucuz biranın tadı da, daha bir başkadır.
Gece saat kaç olursa olsun, şehrin çok büyük bir bölümünde, sokaklarda, caddelerde korkmadan, rahatsız edilmeden, tacize uğramadan yürüyebilirsiniz Ankara’da.
Yaz akşamlarının efil efil esintisine, kar yağdığında Seymenler Parkı’na, baharda Eymir Gölü’ne aşık olursunuz. Kuğulu Park’ta seyyar çaycıdan içtiğiniz çayın keyfini başka hiçbir yerde alamazsınız.
Cumhuriyetimizin başkentidir Ankara. İhtiyaç duyduğunuz her zaman, huzur aradığınızda Anıtkabir’i ziyaret edebilirsiniz. Ankara’da Atatürk’e bu kadar yakın olmayı çok ama çok seversiniz.
Ankara neden sevilmez
Bir Pazar günü,Eymir Gölü, piknik yapabileceğiniz birkaç alternatif ve alışveriş merkezleri haricinde yapacak bir şey bulamazsınız Ankara’da.
Ankara son yıllarda insanlar için değil, arabalar için yapılmış bir şehre dönüşmüştür. Şehrin tam ortasından otobanımsı bir yol geçmiştir.
Gece yarısından sonra toplu taşım namına hiçbir vasıta kalmaz Ankara’da. Gece, belediye otobüslerinin hiç çalışmadığı bir şehirdir Ankara. Bu arada en pahalı toplu ulaşımın yapıldığı şehirdir de aynı zamanda.
Şehrin ne bir meydanı kalmıştır, ne de gezinti yapılabilecek geniş kaldırımları. Şehirde, keyifli keyifli yürümek, şehri yaşayabilmek iyice zorlaştırılmıştır.
Musluğu her açtığınızda, sarıyla kahverengi arası, kötü kokulu bir suyun musluğunuzdan akmasını beklemek zorunda kalırsınız Ankara’da.
Akay, Kuğulu, Mithatpaşa, Sıhhiye gibi mimarlık harikası! kavşaklarla şehrin altı üstüne getirilmiştir. Plansız, programsız, hatalı, insanı bezdiren kavşaklar, şehrin ruhuna tecavüz etmiştir.
Ankara’nın çok çirkin mimari yapıları vardır. Şehrin bir mimari kimliği yoktur. Herkes, kafasına göre, büyük zevksizlik örnekleri sergileyerek binalar diker. Buna, "Dur, sen ne yapıyorsun" diyen de çıkmaz.
Sahip olduğu birkaç tarihi eser bile iyi bir şekilde korunamamış ve turizm açısından ülkemizin en fakir şehirlerinden birisi olmuştur Ankara.
Eğer dayınız, adamınız yoksa, enseniz kalın değilse, Ankara’nın öyle sıkıcı ve yavaş işleyen bir bürokrasisi vardır ki, sizi canınızdan bezdirir.
Şehrin muhtelif yerlerinde, sanat değeri taşıyan heykellerin yerini, sanatsal hiçbir değeri olmayan alçıdan dökme keçiler almıştır.
Yüksek demir parmaklıklarla çevrili gri binalar, siyah arabalar ve lacivert takım elbiseli insanların sayısı, sinir bozacak kadar çoktur Ankara'da.
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2008
ÇALAR, zaten çalıyor da. Ama tabii ki, Neşet Ertaş’ın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den, "Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası bozlak da çalsın" şeklindeki isteği ve Gül’ün de, "Hazırlayın, ben de dinlemeye geleceğim" demesiyle değil. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün sanatçıları ağırladığı dördüncü Çankaya Sofrası’nın konukları Orhan Gencebay, Mazhar Alanson, Zara, Neşet Ertaş ve Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü, CSO Şefi Rengim Gökmen’di. Sanatın ve müziğin ön planda olduğu koyu bir sohbet yapıldı. Dışarıya en çok yansıyan konu ise Neşet Ertaş’ın ortaya attığı CSO’nun bozlak çalması önerisi oldu. Yemeğin çıkışında da Ertaş gazetecilere, "Sayın Cumhurbaşkanı da bunu kabul etti. Bundan sonra senfoni orkestrasında bozlak söylenecek. Bunun sözünü aldım" dedi. Dedi ama, senfoniden az çok anlayan, birkaç kez CSO konserine gitmiş herkes, "Nasıl yani?" diye düşünmeye başladı.
Anadolu motifleri
Birincisi, CSO zaten yıllardır Türk bestecilerinin, evrensel teknikle yazılmış, senfonik orkestra için düzenlenmiş bütün eserlerini seslendiriyor. Ulvi Cemal Erkin’in Köçekçe’si, Ferit Tüzün’ün Çayda Çıra’sı, Ferit Anlar’ın Kanun Konçertosu gibi, pek çok Türk bestecinin, Anadolu motifleriyle orkestraya uyarlanmış eseri CSO’nun repertuarında var.
İkincisi, CSO’nun repertuarı, öyle ben istedim, o kabul etti şeklinde oluşmuyor. 200 yıla yaklaşan bir tarihi olan ve dünyanın en eski senfoni orkestraları arasında yer alan CSO’nun bir sanat kurulu var. Repertuarı, o kuruldaki uzmanlar belirliyor.
Halk müziğimizin büyük üstadı Neşet Ertaş’ın Cumhurbaşkanı’na yaptığı senfonik bozlak önerisine ilk cevap da, Çankaya Sofrası’nda Rengim Gökmen’den gelmiş. Gökmen, "Neşet Ertaş’ın büyük bir hayranıyım. Sırf onun konserini izlemek için İstanbul’a bile gittim. Ama Neşet Bey bugüne kadar lütfedip hiç CSO konserine gelmemiş. Bizim orkestramız Türk bestecilerinin Anadolu motifleriyle süslü eserlerini yıllardır seslendiriyor" diyor.
Uzaktan Sevmek
Bozlak konusunda hiç kimseyi kırmamaya, incitmemeye büyük özen gösteren Rengim Gökmen, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de her zaman kendileriyle çok yakından ilgilendiğini, üstüne basa basa söylüyor. Ama ne yazık ki, bu ilgi uzaktan sevmek noktasında kalmış gibi görünüyor. Çünkü "Sayın Cumhurbaşkanı CSO’nun kaç konserini izledi?" sorusunun cevabı ne yazık ki SIFIR. Sayın Cumhurbaşkanı’nın, CSO konserine gitmek için bozlak çalmasını beklemesine gerek yok. Bir kez daha söyleyelim, zaten Anadolu motiflerinin yer aldığı pek çok eseri CSO yıllardır seslendiriyor. Orkestranın adının önünde Türkiye Cumhuriyeti’nin en yüce makamının adı olunca tabii ki herkesin dikkatini çekiyor. Son dönemlerde de pek çok kişi bir şekilde kendini CSO’yla ilişkilendirmeye çalışıyor gibi bir izlenime kapılıyorum. CSO şunu da çalsın, bunu da çalsın demeden önce, bu orkestranın ne yaptığını, repertuarında neler olduğunu iyi bilmek lazım.
Neşet Ertaş’ın iyi niyetinden hiç şüphem yok. Klasik müzik gibi, opera gibi sanat dallarının toplumun daha geniş kesimlerine hitap etmesini amaçlayan bir düşünceyle, "bozlak" önerisini Çankaya Sofrası’nda dile getirdiğini düşünüyorum. Ama onun gibi büyük bir usta, ortaya müzik konusunda bir tez atacaksa, araştırarak, bilerek yapmalı ve CSO gibi çok önemli bir kurumu, gereksiz yere suçluyormuş ya da şikayet ediyormuş gibi bir hava oluşturmamalı.
Teknoloji ve inanç
ÜLKEMİZDE satışı yapılmadığından dolayı sadece az sayıda kişide olmasının getirdiği cazibeden midir, yoksa gerçekten çok üstün teknolojik özelliklerinden midir, kullanmadığım için bilmiyorum. Ama ciddi anlamda bir Iphone salgını yaşandığı kesin. Apple firmasının, cep telefonu ve diğer pek çok özelliği bir araya getirdiği bu teknoloji harikası alet, cebinizdeki mini bir bilgisayar gibi. Kimi fotoğraflarını, kimi müziğini, kimi de videosunu yüklüyor. Iphone’un kullananlardan birisi de Tarım Bakanı Mehdi Eker. Peki, yurt dışından getirilen ve kart kilidi kırdırılarak kullanılan bu telefona Bakan Eker ne yükletmiş biliyor musunuz? Ben söyleyeyim, Kur’anı Kerim. Evet, Mehdi Eker boş vakitlerinde Iphone’undan Kur’anı Kerim dinliyormuş. Tabii sadece kendi değil, çevresindekilere de dinletiyormuş. Biz de Allah kabul etsin diyelim.
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2008
ARAP Yarımadası’nın şeyhlerle, emirlerle, krallarla yönetilen devletleri bu aralar ülkemizde pek revaçta. Devlet büyüklerimizden, daha birinin ayağının tozu üzerinde dururken, bir diğeri soluğu Arap Yarımadası’nda alıyor. Son dönemde kapısı en çok aşındırılan ise Katar. İşte o Katar’ın Ankara’daki büyükelçilik rezidansında, geçtiğimiz gün bir defile vardı. Hem de basına kapalı bir defile. Yanlış duymadınız, Ankara’da ilk kez bir defile, basına kapalı gerçekleştirildi.
Katar’ın Or-An semtindeki büyükelçilik rezidansı, aslında rezidanstan daha çok bir kaleyi andırır. Dışardan bakıldığında petrol trilyoneri bir Arap ülkesinin büyükelçilik rezidansı olduğunu anlamak pek de zor değildir. İşte basına kapalı defile de, bu görkemli rezidansın bahçesinde yapıldı.
Tek eksik gazeteciler
Aslında bu aktivite, Ankara’da hemen hemen her hafta bir büyükelçilik rezidansında yapılan, çeşitli kadın dernekleri ve bazı sivil toplum kuruluşlarıyla yabancı büyükelçiliklerin ortak düzenledikleri davetlerden birisiydi. Bu kez de Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı’yla (ZİÇEV), Katar Büyükelçiliği birlikte düzenlemişti. Amaç, ZİÇEV yararına gelir toplamaktı. Davetliler de her zamankinden farklı değildi. Bu tür organizasyonları neredeyse hiç kaçırmayan Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt’ün eşi Ferda Hanım, sanatçı Ayten Gökçer, diplomat eşleri, dernek üyeleri ve Ankara cemiyet hayatının tanıdık isimleri. Tek eksik ise gazetecilerdi.
Derneğe gelir
Rezidansın bahçesinde yapılan defilede kreatör Ahmet Özceyhan’ın geleneksel Türk motiflerinin ön planda olduğu koleksiyonu tanıtılmış. Özellikle de yabancı diplomat eşleri defileye hayran kalmış. Defilenin ardından da, ZİÇEV’e gelir toplamak amacıyla, aralarında pırlanta yüzük ve ipek halının da bulunduğu bazı eşyalar açık artırmayla satışa sunulmuş. İpek halıyı 2 bin 500 dolara, GAMA’nın ortaklarından ünlü işadamı Erol Üçer’in eşi Mine Hanım almış. Çaylar içilmiş, pastalar yenilmiş ve kutsal bir amaç uğruna çalışan bir derneğe gelir sağlanmış. Buraya kadar her şey normal. Anormal olan ise benim bu satırları mışlı-mişli yazıyor olmam. Çünkü basın yasağı var ve organizasyonu izleyemedim. Niye mi?
İlişkiler bozulmasın
Aynı soruyu, Katar Büyükelçiliği Rezidansı’nın kapısında, "Gazetecilere yasak. Basın giremez" diyen güvenlik görevlisine ben de sordum. Cevabı, "İki ülke arasındaki ilişkiler son zamanlarda çok iyi. Aman bozulmasın" oldu. Beni içeriye almadılar, hatta elçilik kapısının dışında beklememe bile izin vermediler. Dahası, kapıdaki Arap memur, karakolu arayıp beni o bölgeden kovdurmakla bile tehdit etti. Ne haddineyse? Neyse ki Türk polisler araya girdi ve bu densiz arabı sakinleştirdi.
Cevap bekliyorum
Ne oluyor sanki içerde? Neyi saklıyorsunuz? Neden basın almıyorsunuz? Bu organizasyonu basının takip etmesi iki ülke arasındaki ilişkileri nasıl bozabilir? Çocuklar için çalışan bir sivil toplum kuruluşu yararına yapılan bir etkinliğin haber olması, sizi neden rahatsız etsin? Bu haber medyada yer alsa, diğer büyükelçilikler için de teşvik edici olmaz mı? Çoğu zaman, lüks ve şatafat için sınırsız para harcayan insanlar olarak tanınan petrol zengini Arapların, böyle toplumsal projeler için de evlerinin kapılarını sivil toplum kuruluşlarına açtıklarının haber olması mı sizi rahatsız ediyor? Türk halkının gözünde bir parça olsun imajınız düzelmiş olmaz mı? Defilenin yapıldığı bölüme hiçbir erkek alınmamış. En azından bayan gazetecilerin girmesine izin verilemez miydi? Ben bu soruların hiçbirine bir cevap bulamıyorum. Sayın Büyükelçi, büyükelçilik yetkilileri ya da bu konuda herhangi bir sorumludan bu soruların cevabını bekliyorum.
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2008
ASLA almayacaklar, belki alırlar, yok yok bunlar bizimle oyun oynuyor, zaten böyle gireceksek hiç girmeyelim, bizi kullanıyorlar ve daha niceleri... Her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. Avrupa Birliği lafı geçince herhangi bir şekilde fikir beyan etmeyen yok. Ama unuttuğumuz bir şey var; fikir sahibi olmadan önce bilgi sahibi olmak lazım.
Her gün on binlerce kişinin geçtiği Tunalı Hilmi’nin tam ortasında, mağazaların arasında, dükkanla ofis karışımı bir mekan var. Tabelasında, AB’nin mavi zemin üzerine sarı yıldızlardan oluşan bayrağının yanında Avrupa Birliği Bilgi Merkezi yazıyor. Ve bu merkezin tek amacı, Avrupa Birliği ile ilgili aklınıza gelen her tür soruya cevap bulabilmek. Direktörlüğünü gazeteci Nazlan Ertan’ın yaptığı, mümkün olduğu kadar bürokratik görüntüden uzak tutulmaya çalışılarak dekore edilmiş bu merkezde üç AB uzmanı görev yapıyor. Amaç, aşırı derecede yaşanan bilgi kirliliğini bir ölçüde olsun giderebilmek. AB ile ilgili tanıtıcı yayınların tamamına ücretsiz olarak ulaşmak mümkün. Ayrıca halkın kullanımına açık bilgisayarlar da mevcut.
Bu merkezden en çok faydalananların başında kadınlar geliyor. AB ile birlikte ne tür yeni haklara kavuşacaklarını merak ediyorlar. Onları gençler izliyor. Burs ve eğitim konusunda AB ülkelerinden nasıl faydalanabileceklerini öğrenmek istiyorlar. Günlük politik olaylardan, yaşadığımız su sıkıntısına kadar her tür soru, merkezde çalışan AB uzmanları tarafından bir şekilde cevaplandırılıyor.
Avrupa Birliği Bilgi Merkezi, Ankara’da yaklaşık bir yıldır hizmet veriyor. Bugüne kadar üç bin civarında kişi ziyaret etmiş. Gündemimizi bu kadar çok meşgul eden bir konuda bana bu rakam biraz az gibi geldi. Eğer girmek için can attığımız, siyasi ve ekonomik her türlü fedakarlığa katlandığımız şu Avrupa Birliği, benim hayatıma acaba ne katabilir diye düşünüyorsanız, korkmayın bir girin bu merkeze. Aklınıza gelenleri sorun. Bir kaybınız olmaz. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği bir ütopya bile olsa biz zaten Avrupa Birliği’ne üye olabilme ihtimalimizi seviyoruz.
Yerli Kenzo
KENZO, dünyaca ünlü bir Japon modacı. En önemli özelliklerinden birisi, Japonların kültürel motiflerini kreasyonlarına taşıyor olması. Ahmet Özceyhan, Ankaralı bir modacı. Tasarımlarında Türk motif ve çizgilerini ön plana çıkartıyor. Ankara’daki yabancı diplomat eşleri tarafından da büyük ilgi görüyor. Aralarında ABD Sefiresi Margo Squire, İngiltere Sefiresi Caroline Baird, İspanyol Sefiresi Yolanda Garci Del Nero, Hindistan Sefiresi Chitra Narayanan ve bir önceki Yunanistan Sefiresi Athena Yennimata’nın da bulunduğu çok sayıda diplomatın gardırobunda, Özceyhan’ın kreasyonları yer alıyor. Ankara’da "Sefirelerin modacısı" olarak tanınıyor. Özceyhan, 50 yıla yaklaşan meslek yaşamını büyük bölümünü, geleneksel Türk motif ve çizgilerini çağdaş bir sentezle sunmak için harcamış. Sivas’tan bir kapı işlemesi, Mardin’den bir taş işçiliği, Topkapı Sarayı’ndan bir lale deseni ya da Konya’dan bir duvar süsünü, altın ve gümüş sırmayla kumaşların üzerine işliyor. Mesleğinin olgunluk zamanını yaşadığı bu dönemde, yarım asra yakın bir süredir harcadığı emeğin karşılığını alıyor. Bizim kültürümüz, motiflerimiz ve çizgilerimiz de, yabancı sefirelerin üzerinde bütün dünyaya tanıtılmış oluyor.
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2008
YER Sheraton Oteli’nin lobisi. Saatler gece yarısına doğru yaklaşıyor. ATO Başkanı Sinan Aygün, otelin baş aşçısı Zeki Açıköz ve balo salonu müdürü Ramazan Bayar’la ayaküstü sohbet ediyor. Beni görünce de, "Bu akşam senin işini ben yapıyorum. Ankara gece hayatındaki mekanları turluyorum" diyor. Ve hemen ardından da gördüğü manzaradan hiç hoşlanmadığını, durumun çok vahim olduğunu sözlerine ekliyor. Durumun vahameti, hafta sonu olmasına rağmen, mekanların çoğunun sinek avlamasından kaynaklanıyor. Sinan Aygün, turuna Hilton Oteli’nden başlamış. "Restoranlarında birkaç masa haricinde hiç kimse yoktu" diyor. Ardından Çankaya, Gaziosmanpaşa ve Yıldız’daki restoranları gezmiş. Durum onlarda da pek farklı değil. Başkan Aygün, şüphesiz Ankara’daki sosyal hayatı en yakından takip eden isimlerden birisi. Neredeyse hiçbir açılışı, kokteyli kaçırmaz; mümkün olduğunca hepsine katılmaya çalışır. Hatta Ankara eğlence hayatının gözde pek çok mekanının açılış kurdelesini de bizzat kendisi kesmiştir. Ama şimdi yüz binlerce YTL’lik yatırımlarla açılan bu mekanların birçoğunun işlerinin çok kötü gittiğini, hatta bazılarının da kapılarına kilit vurma raddesine geldiğini yine bizzat kendisi görüyor. "Gece hayatı, eğlence hayatı neredeyse bitmiş" derken de bundan dolayı duyduğu rahatsızlık yüz ifadesine çok keskin bir biçimde yansıyor. Ankara sosyal hayatında ve eğlence sektöründe, AKP iktidarıyla birlikte başlayan gerileme, son yıllarda daha da endişe verici boyutlara ulaşıyor. Başkent Ankara’nın sosyal yaşamının başlıca aktörleri olan işadamları, politikacılar ve bürokratlar, siyasal iktidara sempatik görünme arzusuyla, eğlence ve gece yaşamından kendilerini hızla çekiyorlar. ATO Başkanı Sinan Aygün bu tespite bir ekleme daha yapıyor. O da ekonomik göstergelerin her geçen gün kötüye gidiyor olması. Her ne kadar milli gelirimiz, nasıl olduğunu bir türlü anlayamadığım şekilde, tablolarda yükseliyor gibi görünse de, gerçek hayatta halk fakirleşiyor. Fakirleşen halk da ilk önce sosyal, eğlence ve kültürel hayatında kesintiye gidiyor.
Alternatif eğlence
ANKARA’da eğlence, gece hayatı, gezme tozma denildiği zaman ilk akla gelen yerler hep Kavaklıdere, Çankaya ve Gaziosmanpaşa semtleri olmuştur. Kaliteli restoranlar, gece hayatının gözde mekanları ve şık kafeler, son birkaç yıla kadar hep bu bölgede toplanıyordu. Son yıllarda ardı ardına açılan mekanlarla Ümitköy ve Çayyolu da bu pastadan pay almaya başladı.
Ancak Ankara’da, özellikle de, kendini sosyete takımından görenlerin her zaman biraz burun kıvırarak baktıkları bir bölge daha var; Bahçelievler 7. Cadde ve son aylarda açılan şık mekanlarıyla 7’nin devamı niteliğinde olan 3. Cadde. Büyükşehir belediyesi her ne kadar bu caddelerin adını, Türkî Cumhuriyetleri’nin şehirleriyle değiştirmiş olsa da, ben herkesin tanıdığı, bildiği eski isimlerini kullanacağım.
IŞIL IŞIL
7. Cadde yıllardır Tunalı Hilmi’nin alternatifi olarak görülür. Girişindeki Bulka Pastanesi ve sonra da Sim dondurmacısıyla yıllar önce başlayan hareket, bugün bütün bir caddeye, hatta caddeyi kesen küçük sokaklara bile yayılmış durumda. Pampero, Brothers gibi publar ve canlı müzik yapan mekanların yanı sıra, ardı ardına dizilmiş çok sayıda kafede hareket gece yarısına kadar sürüyor. Ayrıca fasıl yapan, çoğunlukla gençlerin rağbet ettiği, yan yana dizilmiş mekanlardan oluşan, çok kısacık bile olsa bir meyhaneler sokağı da mevcut. Ancak bu hareket, gece 12’den sonra yerini sessizliğe bırakıyor.
7’nin gördüğü rağbetin ardından, ona nispet yaparcasına son aylarda 3. Cadde’de de gözle görülür bir hareketlenme var. Renkli, ışıl ışıl neonlarıyla dikkat çeken çok sayıda mekandan bira ve patates kızartması kokuları yayılıyor. Sadece bu semtin sakinleri değil, şehrin farklı yerlerinden gelen müşteriler de dolduruyor bu mekanları.
Bu iki caddede sadece akşamları değil, gündüzleri de keyifli dakikalar geçirmeniz için pek çok alternatif var. Eğer alışverişe çıktıysanız ve kapalı alışveriş merkezlerinin sıkıcı atmosferinden bunaldıysanız, aradığınız birçok şeyi bulabileceğiniz çok sayıda mağaza, peşinden de yorgunluğunuzu çıkartmak için keyif yapabileceğiniz kafeler mevcut.
SORUN KIROLAR
En büyük sorun ise şüphesiz, modifiye edilmiş arabalarıyla bıkıp usanmadan tur atan kırolar. Gerçi son günlerde trafik ekipleri caddedeki nezih ortamı bu zontalardan kurtarabilmek için yoğun bir uğraş veriyorlar, ama onlar, geniş tabanlı, yan sanayi jantlı arabalarının camlarını yarım, teyplerindeki "abazan teknosu" olarak adlandırılan müziklerinin seslerini de sonuna kadar açıp, geçiş yapmayı sürdürüyorlar. Kafelerinde bir bardak çayı 10 YTL’ye içmiyorsunuz, bir pizzayı 40 YTL’ye yemiyorsunuz, belki çok lüks, dün akşam falanca yerdeydim deyip hava atacağınız marka restoranları yok, mekanların önünde yan yana dizilmiş son model spor arabalar, dev cipler boy göstermiyor, ama Bahçelievler 7. Cadde ve 3. Cadde, keyifli vakit geçirmek için farklı bir alternatif sunuyor. Zaten Ankara’da da gidilesi kaç yer kaldı ki?
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2008
BAŞKENT Ankara’da gelecek hafta sonu, bu yılın en çok konuşulacak düğünlerinden biri yapılacak. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, kızı Ayşe Tuğba Kılıç’ı evlendiriyor. Anayasa Mahkemesi şu sıralar belki de tarihinin en yoğun günlerini yaşıyor. Türban ve parti kapatma gibi, ülkemizin geleceğine yön verecek çok önemli davalar, bu yüce mahkemede karara bağlanacak. Bu yoğunluk içinde en gergin kişi de şüphesiz, yüce mahkemenin Başkanı Haşim Kılıç. Başkan Kılıç, iş hayatında böylesine büyük bir sorumluluğun yükünü omuzlarında taşırken, özel hayatında da tatlı bir telaş yaşıyor. Kızı Ayşe Tuğba Kılıç, 20 Nisan Pazar akşamı, görkemli bir düğünle, müteahhit Mustafa Çubuk ile evlenecek.
1000 DAVETLİ
Genç çiftin nişanları yaklaşık iki ay önce Çırağan Restoran’da yapılmış. Aile arasında gerçekleşen gecenin sürpriz konuğu ünlü türkücü İbrahim Tatlıses olmuş. Düğünün adresi ise Sheraton Oteli. Büyük Balo Salonu, bu önemli gece için özel olarak hazırlanıyor.
Düğünde en çok merak edilen konu, yaklaşık bin kişiden oluşacak davetli listesinde kimlerin yer alacağı. Gelinin babası Anayasa Mahkemesi Başkanı olunca, herkes devlet protokolünün zirvesindeki isimlerin düğünde hazır bulunacağı düşüncesini taşıyor. Ancak bu kez durum biraz farklı. Çünkü, protokolün en üstündeki bazı isimlerin siyasi geleceklerini, gelinin babası Haşim Kılıç’ın başkanlığını yaptığı Anayasa Mahkemesi’nde süren davanın sonucu belirleyecek. Durum böyle olunca da geceye Başbakan, Cumhurbaşkanı gibi isimlerin davetli olup olmayacağı, davetli olsalar bile katılıp katılmayacakları merakla bekleniyor.
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2008
GEÇTİĞİMİZ hafta Dünya Tiyatro Günü kutlandı. Peki haberiniz oldu mu? Olmaması çok normal. Sadece sizin değil, birçok kişinin de olmadı zaten. Çünkü, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’nün, tiyatroyla ilgili çok sayıda derneğin, vakfın, bir sürü özel tiyatronun, daha da ötesi Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın merkezinin bulunduğu Başkent Ankara’da, Dünya Tiyatro Günü’yle ilgili hiçbir etkinlik yapılmadı. Bir zamanlar Ankara, operası, senfonisi, konservatuarı ve tiyatrolarıyla tam anlamıyla sanatta kalitenin yaşandığı bir kentti. Sadece siyasetin merkezi değil, aynı zamanda kültürün de başkentiydi. Ancak Ankara sosyal yaşantısındaki çöküş, en fazla kültürel ve sosyal aktiviteleri vurdu. Ankara’nın Kültür Başkenti tanımı eskilerde kaldı. Kültürel ruh yok oldu. Şehri çalkalayacak, harekete geçirecek etkinliklerin yapılabileceği, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü gibi özel günler bile görmezden gelinmeye başlandı. Böyle bir günde, insanların tiyatroya olan ilgilerinin artırılabileceği aktiviteler yapılmasını beklemekten daha doğal bir istek olamaz herhalde. Zaten siyasi gündem nedeniyle sürekli geriliyoruz. Halkın motivasyona en çok ihtiyaç duyduğu böyle bir zamanda, sanatçılar sokaklarda sahne kostümleriyle yürüyüşler yapsa, her tiyatronun önünde şenlikler düzenlense, Türk tiyatrosunun ünlü isimlerinin ve şehrin önde gelen simalarının katıldığı bir kokteyl olsa, bunlar medyada geniş bir şekilde haber olarak yer alsa fena mı olurdu? Bütün bunları, bütçe sıkıntısı nedeniyle sahneye oyun bile koymakta zorlanan Devlet Tiyatroları’ndan beklemek biraz haksızlık olur. Peki kim yapabilir?
KENT KÜLTÜRÜ KONSEYİ
İşte bu soruya cevabı Devlet Tiyatrosu Opera ve Balesi Çalışanları Yardımlaşma Vakfı (TOBAV) Başkanı Tamer Levent veriyor. Levent, bunları organize edecek bir Kent Kültürü Konseyi kurulmasını öneriyor. Sanatçıların, iş adamlarının, bürokratların, politikacıların, yerel yöneticilerin bir araya geldiği bir Kent Kültürü Konseyi. Bu konsey hem "Bu kent nasıl diriltilir?" sorusuna cevap verecek, hem de her kesimi kucaklayabilecek sanatsal aktivitelere destek verecek.
Şimdi bu yazıyı okuyup, "Ülkede kriz üstüne kriz patlıyor. Kapama davası, Ergenekon, ekonomi, türban, açlık, işsizlik dururken adamın yazdıklarına bak. Tam da Dünya Tiyatro Günü kutlanacak, Kent Kültürü Konseyi kurulacak zaman sanki" diye düşünüyorsanız, işte asıl yanılgıya orada düşüyorsunuz. Bir toplumun kültür ve sanata olan ilgisiyle o toplumundaki suç oranı birbirleriyle öylesine yakın ilişki içinde ki... Kültürsüzleştirilen toplum, kutuplaşmaya, yılgınlığa ve karamsarlığa itiliyor. İnsanların hayattan beklentileri kalmıyor. Ve suç oranı da sürekli yükseliyor. Ama toplumda sanatsal aktiviteler ne kadar yoğunsa suç oranı da aynı şekilde düşüyor.
HARLEM ÖRNEĞİ
Tamer Levent buna en güzel örneği de New York’un ünlü Harlem mahallesinden veriyor. Harlem, Amerika’da suç oranının en yüksek olduğu yerlerin başında geliyormuş. 1970’li yıllardan itibaren devlet, burada tiyatro, müzik gibi sanatsal aktiviteleri yoğunlaştırmış. Mahalle yeniden yapılandırılmış. Ortaya da inanılması zor bir sonuç çıkmış. Şimdi Harlem, New York’ta suç oranının minimumlarda seyrettiği bir bölge haline gelmiş.
Vahşet değil bozuk organizasyon
GEÇTİĞİMİZ hafta, bir televizyon kanalının düzenlediği güzellik yarışmasında jüri üyeliği yapmak için ülkemize gelen Paris Hilton, "Türk paparazziler biraz vahşi" demiş. Halt etmiş. Bu söylediği sözün neresinden bakarsanız bakın hiçbir anlamı yok. İlk önce, onu havaalanında görüntülemek için görevlendirilen foto muhabiri ve kameramanlar paparazzi değil. Paparazzi, ünlü kişileri, görüntülenmek istemedikleri durumlarda görüntüleyen fotoğrafçılara deniyor. Ama ne yazık ki, ülkemizde her magazin muhabiri paparazzi olarak değerlendiriliyor. Bu yanlış.
Paris Hilton’un havaalanına gelişinde gazeteciler ve orada bulunan vatandaşlar arasında bir arbede yaşanıyor. Kameralar, fotoğraf makineleri, yumruklar havada uçuşuyor. Hilton da bunu, "Türk paparazziler biraz vahşi" olarak değerlendiriyor. Bu, oradaki görevli gazetecilerin vahşiliğinden değil, organizasyonun bozukluğundan kaynaklanıyor, ama farkında değil.
1998 yılında da, o zamanların dünyadaki en ünlü mankenlerinden Claudia Schiffer Ankara’ya bir açılışa gelmişti. Benim de takip ettiğim bu olayda, yaşanan buna benzer bir organizasyon bozukluğundan dolayı, bu kez de Schiffer’in korumalarıyla gazeteciler birbirine girmişti. Böylesine ünlü isimleri getirdiğiniz zaman organizasyonu iyi yapmaz, basının nerede nasıl çalışacağını iyi belirlemezseniz, maalesef bu tür sonuçlar ortaya çıkıyor. 10 yıl önce Claudia Schiffer’de, geçtiğimiz hafta da Paris Hilton’da olduğu gibi, ülkemiz, dünya basınında böyle anlamsız kavga görüntüleriyle gündeme geliyor.
Yazının Devamını Oku