Gençken zorlu sınavlar öncesi mideme yumruk oturur, ağzım pasa keser, kalp atışlarım uzaktan duyulurdu. ’Sakinleş’ derdim kendime. ’Bu da altı üstü diğerleri gibi bir sınav işte’. Ama ne derin nefes alıp vermelerin ne bu ve buna benzer telkinlerin faydası olmadığını; zil sesine kadar içimin taşlı tarlada giden arabaya binmiş gibi hop oturup hop kalkacağını bilirdim. Zil sesi o duygunun silgisiydi. Sınav nasıl geçerse geçsin zil çaldığı anda gerginliğim de geçerdi. Zamanla, girilecek sınavlar, verilecek hesaplar azaldıkça, gençliğe ait pek çok duygu gibi bu duygum da yitti gitti. Ve pazar sabahı hiç beklemediğim bir anda geri geldi. Önce anlamadım. Afalladım. Sonra yavaş yavaş bu duyguyu kuytudan çıkaranın öğleden sonraki buluşma olduğunu kavradım. Saat üçte Semahat Arsel ile randevum var. Semahat Arsel ile, yani Koç ailesinin basına belki de en mesafeli üyesi ile. Gıyabındaki lakabıyla anacak olursam: Demir Leydi’yle. Bu sohbeti kabul etmesinin nedenine gelince o da belli: Ertesi gün Divan Oteli’nin ellinci yıl kutlaması var. Yönetim Kurulu Başkanı olarak otelin tarihçesini bizzat anlatmak istemiş ve neden bilmem beni seçmiş. Geç kalırım korkusu ile saat
ikide Divan’a gittim. Niyetim biraz soluklanıp soracağım sorulara hazırlanmak. Ne mümkün? Ortalık insan kaynıyor. Girişin dışına kristal avizeler asılıyor, camla kaplanıp büfeye dönüştürülen uzun resepsiyon masasının yanına kurulan platformda ses teknisyenleri son denemeleri yapıyor, ışıkçılar spotlara renkli filtreler takıyor, süsleme işiyle ilgili şirket çalışanları arı gibi uçuşuyor ve Divan’cılar Genel Müdüründen komisine bir aksaklık olmasın diye oradan oraya koşturuyor. Bırakın yeni ve anlamlı sorular hazırlamayı o hercümerç içinde soracaklarımı da unuttum. Saat tam üçte beklendiğimiz haberi geldi. Ben odadan odaya geçilen şaşaalı bir ofise gireceğimizi, Semahat Hanım’ı masif bir masanın arkasında oturmuş bizi bekler bulacağımızı düşünürken Divan Oteli’nin, tek süsü Sevgi Gönül’ün portresi olan sade odalarından birine girdik ve mağrur, mesafeli, otoriter görünüşüne karşın asla yukarıdan,soğuk, korkutucu olmayan bir hanımefendi ile karşılaştık. Önce fotoğraflar çekildi. Sonra sohbete geçildi.
Semahat Arsel’in hayatında Divan Oteli’nin önemli bir yeri olduğunu, ondan söz ederken sesine sinen tınıdan anlıyorsunuz. O tınıda şefkat ve gurur var. Tıpkı çocuklarının başarıları ile övünmekten hoşlanmayan ama sorulduğunda seslerini saklayamayan anneler gibi.
Belli ki Divan Oteli de Semahat Hanım’ın gözbebeği.
Nasıl olmasın ki?
Divan sadece bir otel değil. O elli yıl önce hayatımıza giren, anılarımızda yer eden önemli bir marka aynı zamanda.
Buna ulaşmak kolay olmamış.
50’li, 60’lı, 70’li yıllar zorlukla, mücadeleyle geçmiş.
Kimi zaman bürokrasinin ağırlığı, kimi zaman rakiplerin husumeti, kimi zaman ülkeyi kavuran yokluk yoksunluk, istikrarsızlık Divan’ı da etkilemiş. Gene de bütün bunlar Divan’ın ayakta kalmasını, ondan da öte elli yıl içerisinde en bilinen Türk markalarından biri olmasını engellememiş.
Kuruluş öyküsünü biliyorsunuzdur.
50’li yılların başında Vehbi Koç’un işleri Ankara sınırlarını aşmıştır. Yolu sık sık İstanbul’a düşmekte ancak kendisi ve konukları için bazen ne dönemin en iyi oteli addedilen Park Otel’de ne de başka bir yerde kalacak yer bulamamaktadır. Biraz da bu sıkıntısına çare olsun diye Taksim’de Tatari ailesinden 250 bin liraya aldığı arsaya bir katını ailesine ayıracağı, diğer katlarını misafirhane olarak kullanacağı bir apartman yaptırtmaya karar verir.
Ama Vehbi Bey bu.
İnce elemeden sık dokumadan, kılı kırk yarıp çevresine danışmadan adım atmaz.
Nitekim zaman içerisinde bu düşüncesi değişecek, Avrupa’ya yaptığı birkaç gezi sonunda da otel kurmaya karar verecektir.
Ve Divan’ın ilk harcı atılır.
O harçta Vehbi Bey’in azmi, sabrı, teri vardır.
Ellinci yıl anısına yayımlanan kitapta bütün engellerin nasıl aşıldığı bir bir anlatılıyor.
Bin bir zorlukla ilerleyen otel inşaatı uluslararası bir konferans nedeni ile hızlanır... Park Otel kapanmış ve yeni açılan Hilton Oteli’nde gelen delegeleri ağırlayacak yer kalmamıştır. O güne kadar CHP’li olduğunu bildikleri için pek de yardımcı olmayan Demokrat Parti Hükümeti Vehbi Bey’den inşaatı hızlandırmasını ve oteli konferansa yetiştirmesini ister ve gerekli yardımların yapılacağı sözünü verir.
Hummalı bir çalışma sonunda otel 16 Ocak’ta ilk açılışını yapar ama konferans sonrası yeniden kapanacak ve eksikler giderildikten sonra ikinci kez açılacaktır.
Ama bu açılıştan önce Divan sınavını başka bir kalabalığın, ailenin en büyük çocuğu Semahat Koç ile Nusret Arsel’in düğünü için bir araya gelen dost ve akrabaların önünde verecektir.
ADI İÇİN YAZARLAR ARASINDA YARIŞMA
Otelin adının hikayesi de ilginç.
Günün önemli yazarları arasında bir yarışma açılır ve katılan yazarlardan yabancıların da kolaylıkla telaffuz edebilecekleri, otel hizmetine uygun kısa bir ad bulmaları istenir. Önce ’rahat’ adı öne çıksa da sonra Fikret Adil ile Ömer Sami Coşar’ın önerdikleri Divan’da karar kılınır.
Şapkalı Divan’da.
İ’nin üzerindeki şapka ne zaman ve neden uçtu bilmiyorum ama otelin o yıllardaki adı Divan’ın uzun i’li olanı.
O da bildiğiniz gibi üzerinde sere serpe yatılacak kanepe değil, Osmanlı sarayında devlet erkanının bir araya geldiği, önemli kararların alındığı yüce kurul, bir diğer anlamıyla da Osmanlı edebiyatında şairlerin şiirlerini belirli yöntemle derledikleri kitap demek.
Bana, şapka yerinde dursa otele daha yakışan bir ad olurdu gibi geliyor ama olsun.
Varsın kadı kızında bu kadar kusur bulunsun.
Semahat Hanım o yılları anlatırken bütün bu zorlukların yanı sıra en önemli sorunlardan birinin de yetişmiş insan bulma zorluğu olduğunu söyledi.
Şaka değil hizmet sektörüne giriyorsunuz ve ülkede bu alanda yetişmiş insan sayısı yok denecek kadar az.
Açılış öncesi Vehbi Bey’in İsviçre’ye gitmesi ve oradan beş kişilik uzman bir kadro ile dönmesinin nedeni de buymuş. Zürih’ten gelen kadro mutfağın ve Divan pastanelerinin alt yapısını oluşturmuş. Anlayacağınız bu gün bile Türkiye’nin en iyi çikolatası sayılan çikolataların tadının altında Zürih’ten gelen bir İsviçrelinin imzası var.
TÜRK MUTFAĞINA VERİLEN ÖNEM
Divan’ı diğer otellerden ayıran bir özellik de Türk mutfağına verdiği önem.
Semahat Hanım bu konu açıldığında ne yazık ki Türk mutfağının hakkını verebilecek aşçıların artık yetişmediğini, tıpkı diğer zanaatlar gibi aşçılığın da gerilediğini, babadan oğla devredilen bilgilerin her geçen gün azaldığını, iyi niyetli birkaç çabanın ise Türk mutfağını kurtarmaya yetmeyeceğini söylüyor.
Hazır bu konuya değinmişken biraz onun isteği ile yayımlanan ’Eskimeyen Tatlar’ adlı kitaptan konuşuyoruz.
Sonra laf dönüp dolaşıp Ankara’ya geliyor.
Nasıl gelmez? İkimiz de Ankaralıyız.
Artık ayrılma vakti.
Aşağıya inip Divan’ın ellinci yılı için hazırlanan büyük panonun önünde asker pozu veriyor; ’Ellinci Yıl’ hatıra fotoğrafı çektiriyoruz.
Demeye kalmadan zil çalıyor.
İçimde pırpırdan eser kalmıyor.
BİZİM USTA BİLE OĞLU AŞÇI OLMASIN İSTİYOR
"Türk mutfağı Avrupa mutfağına benzemez. Bu iş aşçılık okuluyla olmaz. Avrupa’da okullarda her yemeğin ayrı ustası vardır. Aşçı dediğin tatlısından böreğine bütün yemekleri bilmek zorundadır. Marifet el kantar, göz tartar hesabı babadan oğla geçer. Türkiye’de artık aşçı yetişmiyor. Bizim usta bile oğlu aşçı olmasın istiyor."
GÜZEL OLAN TAHRİP EDİLİR
"İstanbul’un bu bölgesinde bir güvenlik sorunu olduğu malum. Dış cepheyi yapmamamızın bir nedeni, bunu düşünmemiz. Çünkü güzel olan şey tahrip edilir diye korkuyoruz. Örneğin Cumhuriyet Caddesi’ne bir ikinci kapı açmayı da düşündük, sırf bu nedenle yapmadık."
DİVAN’DA EVLENDİ"Kendi düğününde eğlenir mi insan? Ben çok eğlendim. Çünkü uzun müddet hastaydım. Evlilik şöyle dursun, yaşamımdan umut kesilmiş o dönemde. Ardından iyileşmem ve gelin olmam annemle babam için ne demek düşünebiliyor musunuz? Müthiş bir sevinç. Bizim için tam bir bayramdı bu düğün. Dostlarımız ve akrabalarımızın çoğu Ankara’dan geldiler."