Figen Batur

Orkideden pahalı kuşkonmazlar

16 Nisan 2011
Çoğu insan sevmez ama Ayhan Sicimoğlu gibi söyleyecek olursak, ben resmen kuşkonmazın ‘hastasıyım’. Bahar geldiğinde kiminin canı göbekli marul, kiminin canı taze bakla çeker; Mart yüzünü göstermeye görsün ben kuşkonmaz diye sayıklamaya başlarım. Ama bu seneki fiyatlarını görünce boynu bükük kaldım.

Bu yıl bahar bir türlü arz-ı-endam etmese de, kuşkonmaz öncülüğü kimseye kaptırmadı ve market raflarında yerini aldı. Almasına aldı da öyle bir fiyata aldı ki, satın almak için ya para saymayı bilmemek ya da hamile olup aşermek gerek.
Geçen gün Yeniköy Makro’da karşıma çıktığında boynundaki yaftada 79.80 lira yazıyordu.
Üşenmedim saydım; demette birinin başı kırık tam on adet kuşkonmaz.
Yan rafta da saksı içinde dalları çiçeğe kesmiş bir orkide, yarı fiyatına.
Orkide dediğimiz nadide ve pahalı bir çiçek değil miydi bir zamanlar?
Kuşkonmaz dediğimiz de hüdai nabit bir sebze?
Ne zaman, hangi arada, tarlada bayırda kendi başına biten bu meret uzak diyarlardan gelen nazlı çiçekten pahalı olup çıktı, anlayan varsa beri gelsin.

Yazının Devamını Oku

Hoşgeldin hüzün ve firar isteği

9 Nisan 2011
Çoğu zaman derin bir karamsarlığa sürüklüyor beni bu ülke... İçime kaçıp gitmek arzusu kök salıyor. Kaçıp gitmek... Nereye‘si belli değil de nedeni belli! Bazen, bazen de değil çoğu zaman sindirilmesi güç, değişken gündemiyle bu ülke insanı öyle bezdiriyor ki...
Hiç mi insanın içine su serpen gelişme yok bu topraklarda diyecek olursanız, var elbet...
Var da bardağın dolu yanının habire gözümüze sokulup boş yanının habire örtülmek istenmesinden midir nedir, benim pimpirikli aklım gidip boşa takılıyor.
Boş boş bakmak neyse de boşa bakmak kadar berbat şey yok aslında.
İnsan baktıkça hırslanıyor, baktıkça hüzünleniyor, baktıkça söyleniyor.
Huysuz, vıdı vıdıcı ihtiyarlara benzeyip çıkmak işten değil.
Sadece değişken gündem de değil bu karamsarlığın nedeni.
Aslında say say bitmez uzun bir liste.
Hiçbir madde tüh denip geçiştirilecek türden olmadığına göre: Hoş geldin hüzün!
Değiştirecek gücün olmadığını gördüğünde de... Gelsin firar isteği.
Tamam da nereye?
/images/100/0x0/55ea5c1ef018fbb8f87ad684
ORTA HALLİSİ DE AYNI ZENGİNİ DE

Geçenlerde bir arkadaşımla, bir görüşme için Kayışdağı’na gidiyoruz. Küçükbakkalköy sapağından çıkıp Darülaceze’ye doğru sapıyor ve yaşadığı adadan ayrılan her aymaz gibi kayboluyoruz.
İstanbul’un orta yerinde, Yeditepe Üniversitesi’nin yanı başında gri, bedbin bir semt... Ne sokakta top oynayan tek bir çocuk ne balkonlarda tek bir çiçek... Çirkin ötesi diye tarif edebileceğim apartmanların camlarına yapıştırılmış ilanlarda ‘Satılık Lux Daireler’ yazıyor. Lüks burada yeni demek. Henüz bitirildikleri atılmamış molozlardan belli, binaların tümü lüks sınıfına giriyor ama sokak betermiş ama işçilik berbat, fark etmiyor...
Yol boyu içime hafakan bastıran ne diye düşünüyorum. Koyu bir yoksulluk olsa tamam ama değil... Yoksul bir semt değil burası. Orta halli insanların yaşadığı sıradan bir semt. Sonunda bana karalar bağlatanın mahalleyi tek bir istisna olmaksızın sarıp sarmalayan estetik yoksunluğuyla, insanların yüzüne sinmiş mutsuzluk olduğuna hükmediyorum.
Derken gideceğimiz adresi buluyoruz, derken görüşme bitiyor, derken hafakanları unutuyorum ve geri dönüyoruz.
Bu kez istikamet İstanbul’un batılı ve zengin yüzü...
Niyetim yeni açılan ve henüz gezme fırsatı bulamadığım Sapphire’e gitmek.
Binanın önünden yüzlerce kez geçmişimdir. İnşaatına başlanıp bitirilişine kadar adım adım yükselişini izledim sayılır. Tabanlıoğlu Mimarlık tarafından yapılan ve Avrupa’dan gelen birkaç önemli ödülle taçlandırılan ve benim de estetik bulduğum cam binanın önüne geldiğimizde, “Aaa o da ne?” Binanın ön cephesinde büyükçe marketlerde karşımıza çıkan ve satılan ürünler hakkında bilgi veren elektronik panoların benzeri dev bir pano, akıp giden kırmızı harflerle haftanın indirimli ürünlerini duyurmakta. Pes pes pes... Pes ki pes! Paranız var, İstanbul’un en iddialı binalarınıdan birini yapmaya soyunuyorsunuz, gidip iyi mimarlar buluyorsunuz, bina ortaya çıkıyor, açılıyor ve perakendecilik ruhu mu desem ne desem işe şeytan karışıyor ve güzelim cephenin orta yerine böyle bir pano çakılıyor. Estetik yoksunluğu dediğim de tam bu işte. Zihniyette. Ruhun derinliklerinde bir yerde.
Gene kaçıp gitme isteği...
Tamam da nereye?

BİR HAFTAYA ÜÇ FİLM YETER

Baktım gidip gideceğim yok, çareyi sanal kaçamaklarda buldum.
Uzakları anlatan kitaplara, filmlere, internet sitelerine, televizyon kanallarına sığındım.
Önce bir film: Moviemax Festival’de. Ohhh ruhuma sular seller serpiliyor çünkü beterin de beteri var misali film İzlanda’da geçiyor.
Başkent Reykjavik’ten uzakta kendi halinde bir balıkçı kasabası... Ve o kasabanın balıkçılıkla geçinen zengin ailesi... Baba ketum ve inatçı, anne rahmetli, analık desen anne hayattayken de babayla fingirdemiş öz teyze, Paris’te ticaret okumaya giden ama okulu bırakıp besteci olmaya karar verdiğini babasına söyleyemeyen genç oğlan, on yaşından beri babasıyla çalışan içe dönük ağabey, çığırından çıkmış abla, onun pısırık kocası ve varı yoğu kola içip oyun oynamak olan çocuğu... Tek bir otun bitmediği yaz ayları, az karlı kış ayları, buzlu geçen acımasız bir doğanın ortasındaki ıssız evde bir araya geliyorlar. İletişimsizlik, mutsuzluk, kaçıp gitme sevdası had safada. Kasvetli bir film hülasa. O kadar kasvetli ki insana iyi geliyor. İyi ki burada yaşıyorum diye düşündürtüyor. Katlanma duygusunu perçinliyor, kaçıp gitme sevdasına çare olmasa da listeden İzlanda’yı eliyor.
İkinci film: Kaybedenler Kulübü. Ruhuma hakikaten iyi geldi.
Üçüncü film: Çınaraltı. Yönetmen iyi, oyuncular iyi, yapımcı iyi, konu ilginç dee... Helva sası.
Dördüncü film: Aşk Tesadüfleri Sever. Şeker çok şeker.
Bir haftaya üç film yeter.

İNTERNET
Müthiş bir site geliyor ama adını bilmiyorum

Gelelim internet sitelerine...
Kaçıp gitmek isteyenlere tavsiyem boş zamanlarında nette dolaşmaları. Bırakın bir yerlere gitmeyi sokağa çıkmayı düşünmediklerinde bile. Uç uzak ülkeler, kıyı bucak şehirler, oda fiyatları, kurulan hayaller... En son odamda otururken Bali’ye gittim mesela ben. Gitsem nerede kalırımın cevabı: Adada bulunan Aman’lardan birinde. Ne zaman gitmelinin cevabı kolay: Yılın her hangi bir mevsiminde. Kiminle gitmelinin cevabı zor: Adı balayı adasına çıkmış bir kere. Pirinç tarlaları gezilecek, tapınaklar görülecek ve antikacılar arşınlanacak...
Oradan çıkıp Sri Lanka’ya uzandım: Beyaz eldivenli garsonların servis yaptığı dört kişilik teknelerde nehir gezintisi yaptım.
Oradan Hong Kong’a: Şehre kuşbakışı bakan Long Table’da yağmurun dinmesini bekledim ve muhteşem yemekler yedim.
Hep Türkiye’de bu tür sitelerin olmadığından sızlanırdım. Şimdi güzel bir haber muştulayım: Pek yakında pek iddialı bir gezi sitemiz olacak. Hayır ucuz otel fiyatı, uçak bileti filan sunmayacak bu site ama gidilmesi düşünülen şehri dört bir yandan kuşatacak... Site sahiplerine sormadığım için adını yazamıyorum ama açılır açılmaz söz, ilk işim duyurmak.
Ucuz kaçamak yapmak isteyenler için nette Fransız Atelier Voyage, Amerikan Jetline, Tripadvisor gibi yığınla site var. Macera arayanlar için de bir o kadar... Ama burnundan kıl aldırmayan, özel bir gezi yapmak isteyenler için nette bile adres az. Yeni gezi sitesini dört göz beklemem bu yüzden. İnsana şehri/ülkeyi içeriden anlatacaklar, size de neyi ne kadara istediğini seçmek kalacak.

KİTAP
Evliya’yı yeniden keşfettim


Geçelim kitaba: Son günlerde elimden düşmeyen kitap Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi, iyi mi?
Okumamış mıydım, okumuştum ama İz TV’de Evliya’yı İngilizceye çeviren Amerikalı bilim adamının Eminönü’nde onun izini sürdüğü belgesele rastladığımda okuduklarımdan tek kelime hatırlamadığımı anladım. Gittim kendime yeni baskı bir Seyahatname aldım. Şimdi altını çize çize okuyor ve fırsat buldukça üstadın sözünü ettiği yerlere gidiyorum. İstanbul bile bitecek gibi değil, bir de bunun ötesi var. Ne demişler? Yola çıktık bir kere!

TELEVİZYON
Bir hayal kurma enstitüsü


Yeni bir kanalımız var artık, yeni bir hayal kurma enstitüsü: Digitürk 117’de Travel Channel yayına başladı biliyorsunuz. Böylelikle Demet Sabancı Fashion TV’den sonra ikinci kanalı da açtı.
Kanalın başında Vahit Alpata var. Ve tüm ekip bildiğim kadarıyla dünyayı evimize getirme iddiasıyla yola çıktılar. Şimdilik programlarda hafif bir ürkeklik, hafif bir acemilik yok değil ama her yeni kanal bebek gibidir: Biraz emekler, ayağa kalkar, koşmaya başlar.
Fırtına gibi programlar bekliyorum onlardan. Şaşırtan, iştah kabartan, gidip görme isteği uyandıran.
Gezi kanalı dediğin de bu değil midir zaten? Bir tür hayal kurma enstitüsü, bir tür teşvik primi?
İzlersin, eğlenirsin, bilgilenir, öğrenirsin.
Boşa bakıp nereye diye sormak yerine...
Alıp başını gidersin!
Yazının Devamını Oku

Özel bir havası olan mekan

2 Nisan 2011
Damak hafızası ve şarap bilgisiyle şaşırtan Mehmet Yalçın sonunda emeklerini bir mekana dönüştürdü. Taksim’deki Rouge ne lokanta ne tadım evi ne de bir buluşma noktası. Bunların hepsi! Belki bir yıl, belki daha fazla süredir Mehmet Rouge’la yatıp kalkıyor.
Varsa yoksa Rouge. Rouge ne mi? Nasıl demeli bilmiyorum ki...
Lokanta mı demeliyim? Şarap tadım evi mi? Başta şarap olmak üzere, akla gelen bütün iyi içki markalarına ulaşılan bir adres mi? Ya da sanatçısından gurmesine, yerlisinden turistine yığınla müdavimi olan Taksim’in orta yerinde bir buluşma yeri?
Hangisi?
Mehmet Yalçın’ın yıllarca kurduğu hayalin ete kemiğe bürünmüş halidir de diyebiliriz Rouge’a...
D şıkkını da işaretleyebiliriz: Yani hepsi.
Yazı yazmaya yeni başlamışım ve ilk basın gezime gidiyorum: İspanya’nın kuzeyine, Rioja bölgesinde şarap tadımına.
Nasıl heyecanlıyım, acemi çaylak olarak nasıl titriyorum anlatılmaz. Nasıl titremeyeyim, benim dışımda gelenlerin hepsi yeme içme dünyasının en güçlü kalemleri: Grupta Ahmet Örs var, Teoman Hünal var, Ali Sirmen var, Mehmet Yalçın var, Ali Esad (Göksel) var, o yıllarda Rioja şaraplarını Türkiye’ye getirmek isteyen Bülent Ronay var, var oğlu var.
Tek kadın benim ve parmağımda neden bilmem kocaman kırmızı bir gül yüzük var. Havaalanında buluştuğumuzda, benden hayli önce gelip çoktan koyu bir muhabbete dalmış grubun yanına gidip ürkek ürkek kendimi tanıştırışım dün gibi aklımda. Hepsini tanıyordum elbette ama tanıştığım tek kişi Bülent Ronay’dı. Bülent elimdeki yüzüğe göz attıktan sonra, yıllarca yakamı bırakmayacak yaftayı da boynuma asmıştı: Grubun gülü.
Grubun gülü olarak, daha sonra kimbilir kaç kez aynı grupla basın gezilerine katıldım.
Ama o Rioja seferi aklımdan çıkmaz. Mehmet’in kendini tanıtırken dönüp, “Çocukken annemle sizin galerinize gelirdik” demesi de... Karşımdaki kerliferli adamın annesinin elinden tutup Levni’ye gelmiş olması fikri o kadar dehşete düşürmüştü ki beni, nezaketi bir yana bırakıp Mehmet’e “Kaç yaşındasınız ki siz?” diye sormuştum.

AKIL ALMAZ BİR ŞARAP BİLGİSİ

İşte o kısa yolculukta keşfettim yeme içme dünyasının her biri kendine özgü kalemlerini. Ve elbette Mehmet’in akıl almaz şarap bilgisini. Şarap kursları verdiğini bilmez değildim, Türkiye’nin bence en iyi içki dergisi Gusto’yu çıkardığından da haberim vardı ama böylesi bir damak hafızasına sahip olduğunu o yolculukta öğrendim.
O gruptaki kimsenin damak tadına söyleyecek laf yok ama damak hafızası denilen şey, tıpkı parfüm sanayinde çalışan ve sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen Bay Burun’ların koku yeteneğine sahip olmak gibi bir şey. Mehmet içtiği her damlayı damağının gizli bir köşesinde duran hafıza bölgesine atıyor ve yıllar geçse de tattığını unutmuyor.
Böyle biri işte Mehmet Yalçın.
Aynı Mehmet Yalçın yukarıda sözünü ettiğim Rouge’u açtı. Aslında böyle bir yer açmak ne zamandır aklındaydı. Her ayrıntısıyla bire bir uğraştığı dergisi Gusto da, her yıl düzenlediği şarap kursları da rayına oturmuştu nicedir.
Yeni bir meydan okuma, yeni bir yelken açma dürtüsü ve bir zamanların George’u gibi, sanatçılar kadar iyi yemek yemek isteyenlerin uğrak yeri olacak bir mekan açma fikri aklına düşmüştü bir kere. Adamın içine ateş düşmeye görsün, ne yapar ne eder hayalini kurduğu işi yapar ya, öyle oldu. Mehmet de Rouge’u açacağı ortakları ve mekanı buldu.
Sonrası hummalı bir iş.
Şarapların seçimi, kavın oluşturulması ve mönünün saptanması kadar mekanın adına uygun olarak döşenmesi de.
Mutfak, şefler, danışmanlar; ne nerden alınacak, en iyisi nereden getirtilecek? Araştırma, denkleştirme, uygulama süreci...
Sonra Rouge açıldı ve Mehmet’le Hülya ‘Kadehlerimizi mekanın şerefine kaldıralım’ diye Rouge’a davet etti.
Duvarlarını Hülya’nın tablolarının süslediği mekana o ilk geceden sonra da defalarca gittim.
Her gidişimde de daha çok sevdim.
Her işin bir emekleme süreci vardır. Her mekan zamanla yerini ve müşterisini bulur.
Rouge da öyle oldu.
Emek, sevgi ve bilgi birleşerek mekana başka yerde karşınıza kolay çıkmayacak o özel havasını verdi.
Yolunuz Taksim’e düştüğünde THY Bürosu’nun tam karşındaki yaya yoluna girin.
Rouge’a gidin.
Özel havadan ne kast etiğimi kendiniz görün.
Yazının Devamını Oku

Hobiyle mutlu son mümkün mü

26 Mart 2011
Hobisini işe çevirerek mutluluğu yakalayanlarla, bunu yapamayanlar arasındaki fark belki yetenek, hırs, beceri eksikliği gibi kalın bir çizgi... Belki birilerinde olup da diğerlerinde olmayan şey cesaret. Belki de temel fark bir şeyi yapmayı sevmekle ona tutkuyla bağlanmak arasındaki kadar derindir kim bilir? Bir dergide bu devirde mutlu olmanın sırrı insanın hobisini işe çevirmesinden geçiyor yollu bir cümle çıktı karşıma.
Kim ki hobisini işe çevirmiş, para da mutluluk da peş peşe gelmiş, yazılana bakılırsa...
Önce gözüme ‘iki kere iki eşittir dört’ gibi basit göründü bu mutluluk formülü ama biraz düşününce o kadar da kolay olmadığını anladım.
Bir kere hobi dediğimiz şey, herkeste bulunmuyor. Hobi dendiğinde insanın yüzüne dümdüz bakanlar olduğu gibi ne kadar çabalarsa çabalasın asla işe çevirilemez hobileri olanlar da az buz değil... Boğaz’ın iki kıyısına, Galata köprüsünün iki yanına dizilip gün boyu olta sallayanlar nasıl yapacak da hobilerini işe çevirecek mesela? Balıkçı olmaya kalksa, tek olta yetmez, balıkçı açmaya kalksa sermaye denkleşmez.
Göçmen kuşları gözlemleyen biri mesela, nasıl olacak da bu işten para kazanacak?
Bunun gibi onlarca örnek sıralanabilir bardağın boş kısmına bakılınca.
Ama dolu kısmına bakarsak karşımıza yığınla örneğin çıkacağına da adım gibi eminim.
Hobisini işe çevirmiş ilk tanıdığın kimdi derseniz, Nusret Pulhan’dı derim. Aile dostu Nusret Amca tam anlamıyla filateli tutkunuydu. Tepebaşı’nda ailesiyle yaşadığı ev ne kadar dönemin sanatçılarının uğrak yeriyse, apartmanın giriş katındaki küçük ofis pul tutkunlarının uğrak yeriydi. Hayatı boyunca pul topladı, aldı sattı. Pulları ölesiye sevdi, sevgisinin nişanesi olarak da kendine Pulhan soyadını seçti.

DİPLOMASİDEN TİYATROYA /images/100/0x0/55ea9558f018fbb8f8897541

Onun dışında aklıma Gencay Gürün geliyor mesela... Genç bir diplomatken gittiği Londra’da gönül verdiği tiyatronun onun ve bizim hayatımızda tuttuğu yeri bilmeyen var mı?
Kuzenim Vitito... Doğaya ilgisi değil miydi onu ülkenin belki de ilk ekoloji gurusu yapan?
Ya da Levent Sami mesela... Motor tutkusu değil mi onu İstanbul’un en afili motor dükkanlarından birini sahibi yapan?
Rebecca Çetin de bu kategoriye girmez mi? O da yogaya gönül verip, yoga salonu sahibi olanlardan değil mi?
Saymaya başladım ya pasta yapmayı sevip pastane kuran, yemek yapmayı sevip aşçı olan, müziğe gönül verip kulüp açan tanıdık tanımadık yüzlerce isim sökün ediyor aklıma.
Bu insanların tümü de hobilerini işe çevirmiş kişiler... Dergide yazanları doğru kabul edecek olursak, mutlu ve paralı olduklarını da düşünebiliriz.
Peki onları diğerlerinden ayıran ne?
Diğerleri derken hobisi olmayanlardan değil, olduğu halde bunu işe dönüştüremeyenlerden söz ediyorum.
Aradaki fark belki ince bir çizgidir.
Belki yetenek, hırs, beceri eksikliği gibi kalın bir çizgi...
Belki birilerinde olup da diğerlerinde olmayan şey cesarettir.
Belki de temel fark, bir şeyi yapmayı sevmekle ona tutkuyla bağlanmak arasındaki kıyas kadar derindir kim bilir?

GÖZLERİNİN İÇİ GÜLÜYORDU

Dün öğle yemeğinden çıktıktan sonra ne zamandır uğramadığım Nişantaşı’na gideyim dedim. Öylesine, avarelik etmek için. Ne zamandır yüzünü göstermeyen güneşe aldanıp önce yürümeye niyetlendiysem de, buz gibi poyraz bunun soğuk algınlığıyla bitecek bir niyet olduğunu yüzüme vurdu. İlk taksiye meylettim ve Shopping Festival’le daha da şenlenmiş gibi duran Abdi İpekçi Caddesi’ne gittim.
Taksiden inmemle birinin ‘Figen’ diye seslendiğini duymam bir oldu.
Döndüm ki, arkamda koşa koşa bana doğru gelen Pınar... Kaç zaman oldu görüşmeyeli bu fırsat kaçar mı, hadi dedik gidip Zanzibar’da bir kahve içelim. İçtik de. Hem de birbiri üstüne üçer tane...
Pınar beni evvel emir şaşırtagelmiş biridir. Bu sefer de kuralı bozmadı ve şu sırada uğraştığı işleri bir bir sıraladı.
Pınar’ı bilenler bilir. Arkeoloji okuduktan sonra kendini antika dünyasının içinde bulmuş biridir Pınar Hakim. 25 yıl antikayla uğraşıp didiştikten sonra, daha doğrusu uğraşıp didişirken kendine yepyeni bir hobi edindi. Beykoz’daki cam atölyesinde üfleyip,kesip biçimlendirdiği cam, onu resmen büyüledi. Önce boncuklar yapmaya başladı. Her biri farklı her biri birbirinden güzel. Derken onları internet üzerinden satmaya başladı. Bu cam tutkusu onu dünyanın dört bir yanındaki atölye çalışmalarına sürükledi. Cam ustalarıyla tanıştı, sergiler açmaya başladı ve gel zaman git zaman boncuk yerini yavaş yavaş başka cam işlerine bırakmaya başladı.
Dün kahve içerken son yaptıklarının resimlerini gösterdi. Kandiller, Fatima’nın elleri, bardaklar, mumluklar...
Bu kadar mı güzel olur, el kadar billur?
Geçen Şubat’ta Paris’teki Maison Objet fuarına katılmış ve siparişlerin ardı arkası kesilmemiş.
Louis Vuitton bile bir koleksiyon hazırlamasını istemiş.
İKSV ve Harvey Nichol’s’ta satılıyor şimdilik yaptıkları... Bir de elbette internette...
Yaptıklarını ve yapacaklarını anlatırken resmen gözünün içi gülüyordu.
Mutluluğun sırrı hobisini işe çevirmekten geçiyor deniyordu ya... Doğru galiba.
Yazının Devamını Oku

Arnavutköy’de görünüşü iddialı ruhu mütevazı bir mekan

19 Mart 2011
Balık söz konusu olduğunda benden tutucusu bulunmaz. Fakat Arnavutköy’de yeni keşfettiğim bir mekan, bu tutuculuğumu kırdı. Burası alışık olduğum türde balıkçılardan değil. Ne dekoru ne mönüsü bildiğim yerlere benziyor. Balıkçıdan çok Fransız yemekleri sunan bir otel lokantası edası var. Havası lüks ve mezeleri iddialı olsa da fiyatları makul

Kaç zamandır, görüşelim temennisiyle kapatıyorduk telefonları.
Olmuyordu ama hayatın hay huyu giriyordu araya; iş, güç...
Sonunda Feza hafif kırılgan hafif buyurgan bir edayla; “Tarih koymazsak bu iş olmayacak” dedi ve “Perşembe akşamı saat yedide Arnavutköy’de buluşuyoruz” diye fetva verdi.
“Tamam Arnavutköy’de de, neresinde?” diye soracak oldum, hızlı hızlı “Sur’da” dedi. Bir-iki kelime daha edersek, buluşmayı rafa kaldıracakmışız gibi, telaşla telefonu kapattı.

OYMALI ESKİ EV  LOKANTA OLDU
Sur mu? Sur da neresi?
Balık yemek söz konusu olduğunda benden tutucusu bulunmaz. Üç lokanta sayar; Kıyı’yı da ilk sıraya koyarım.

Yazının Devamını Oku

Çöldeki vahadan birkaç günah

12 Mart 2011
Kaldığı yerden Vegas’a ya da nam-ı diğer Günah Şehri’ne devam... Ya da Amerikalılar gibi söyleyecek olursak, çöldeki vahaya!

Çölü gören herkes yıldızlardan söz eder. Çöl gecelerini aydınlatan yıldızların, elini uzatsan tutacak gibi olduğundan dem vurur... Gel gör ki elini uzattığında tutacağın yıldız yok Vegas’ta... Şehir o kadar ışıklı ki, başınızı kaldırdığınızda ışıklarının yansımasından başka bir şey görmüyorsunuz gökyüzünde. Yanıp sönen yıldızlarla geçip giden bulutlara aldanmamak gerek. Hepsi insan elinden çıkma. Avlular, sokaklar, meydanlar, otellerin açık alanlarının her biri aslında kapalı mekân ve özenle boyanmış; ama bulutla, ama yıldızla kaplanmış...
Yol yorgunluğuna aldırmadan gittiğimiz sokak gösterisi de bunun bir örneğiydi. Tavanı bir sahne olarak düşünün ve o sahnede bir şov izlediğinizi düşleyin! Her şey ama her şey şovun bir parçası olarak tasarlanmış. Gerçekten de hayali, sahte bir dünya Vegas’ın sunduğu ama insanların koşa koşa ona gitmesinin altında yatan da tam bu.
İskender Dilek de bizlere tam da bu duyguyu yaşatmak için bir program hazırlamış. Çeşme Sheraton Oteli’nin davetlisi olarak Vegas’ta kaldığımız o dört günde bir hayali yaşadık. Treasure Island’da gemilerin battığına, suların yandığına şahit olduk, Le Reve adlı şovda ağzımız o kadar açık kaldı ki, şampanya yudumlamayı unuttuk, Wynn Oteli’nin özel bir salonunda yıldızlı Japon şefin şahane yemeklerini şelalelere bakarak yedik, Bellagio otelin namlı lokantası Olive’de bir yandan Napa Valley’de harika şaraplarımızı içerken bir yandan fıskiye gösterisini izledik, hatta dönüşte upuzun beyaz bir limuzine bindik...
Çeşme Sheraton neden tuttu bizleri Las Vegas’a götürdü diye soracak olursanız, yaz sonunda Vegas’a götüreceği müşterilerine anlatalım diye, derim. İskender Dilek, yani Çeşme’deki Sheraton Oteli’nin sahibi beş yıldan bu yana otelde konaklayan müşterilerine böyle bir fırsat sunuyor. Bu kampanya öyle ilgi görmüş ki, İskender Bey de hedefini büyütmüş. 30 Mayıs’a kadar rezervasyon yapan ve otelde dokuz gece konaklayan müşteriler istedikleri tarihte Lufthansa Havayolları’yla Vegas’a gidip dört gece beş gün geçirebilecek.
Benim diyen turizmcinin altından kalkamayacağı, hesaba kitaba gelmez böyle bir kampanyayı nasıl yaptığı sorusu yola çıktığımda aklımı kurcalıyordu ne yalan... Döndükten sonra anladım: Bazı insanlar, iyiyi bilir, güzeli sever ve paylaşır.
Bu yüzden de canını dişine takar, şapkadan tavşan çıkarır.

HERKES ORADA EVLENMEK İSTİYOR

Meğer Türkiye’de ne çok Las Vegas tutkunu varmış da haberim yokmuş.

Yazının Devamını Oku

Bir düş, bir mecaz işte size Las Vegas

5 Mart 2011
Kumarın K’sinden anlamayan ben, sonunda Las Vegas’ı da gördüm. Yıllardır dostlarımdan dinlediğim bu ışıl ışıl kumar şehri, beyaz orta sınıf Amerikalılarla dolu Bu da oldu işte. Bakarayı kristal markası, 21’i ruh ağırlığı, ruleti hamur keskisi sanan ben, davet gelir gelmez arkama bakmadan, kendimi yollara attım. Az gittim uz gittim, okyanus aşıp çöl geçtim ve sonunda adı kumarla özdeş şehre geldim. Geldiğim yere şehir demek doğru mu, emin değilim aslında.
Paranın su gibi aktığı, devasa otellerin, muhteşem şovların ve lüks denince akla gelen bütün markaların resmi geçit yaptığı; dünyanın en ünlü şeflerinin yarışırcasına pıtrak gibi lokanta açtığı çöl ortasındaki bu vaha, şehirden çok bir film platosuna benziyor zira...
Gerçekten de bir şehri şehir yapan hiçbir şey yok burada. Ne adına mahalle diyebileceğiniz bir yerleşim alanı, ne ara sokaklar, ne bir meydan, ne bakkal, ne çakkal. Beş, hadi bilemedin altı cadde ve birbirlerine yürüyen geçit ve köprülerle bağlanan dev otellerden ibaret bir yer burası. Siyah ya da kırmızıya basarak yaşayanların gözbebeği, umutla umutsuzluğun, neşeyle hüznün, sıradanla sıra dışının kol kola girdiği bir yer. Dünyadan feci kopuk ama bir o kadar da dünyevi bir diyar.

Bir düş, bir efsane, bir mecaz. Neresi mi? Elbette Las Vegas.
Cihangir’in telefondaki sesi cızırtıya karıştığından ne dediğini tam olarak anlamama imkan yok. Amerikan Hastanesi’nin yoğun bakım ünitesinin önünde /images/100/0x0/55eb5feff018fbb8f8bd0370ciciannemi bekliyorum. Tamam bir Las Vegas daveti söz konusu, tamam davet eden Çeşme’deki Sheraton Oteli ama gerisi muğlak. Nokta virgül koymadan anlatıyor, kampanya diyor, Lufthansa diyor misafirlerimizi Las Vegas’a gönderiyoruz diyor, diyor da diyor. Tek kelime anlamamama rağmen, işin ucunda yıllardır dinlediğim Vegas olduğu ve içimde kaçma isteği olduğu için yolculuk tarihini soruyorum. O zamana kadar bu belayı atlatırız diye umut edip evet’i basıyorum.

YİRMİ SAATLİK BİR YOLCULUK

Belayı atlamıyoruz... Ve ben kuzinimin de üstelemesiyle Çengelköy Mezarlığı’ndan çıkıp Vegas yolunu tutuyorum. Uçuşumuz Lufthansa ile Frankfurt üzerinden. San Francisco’da United Airlines ile Vegas’a geçeceğiz... Dile kolay yirmi küsur saatlik bir yol önümüzde. Genellikle uzun yolcuklarda hık mık etmeyi seven ben, bu kez sesimi çıkarmıyorum. Biliyorum ki yola çıktığım an gözümü kapayacak varana kadar da açmayacağım, ölesiye yorgunum...
Uçakta Sheraton Çeşme’nin sahibi İskender Dilek’le yan yana oturuyoruz. Kendisiyle ilk karşılaşmam. İnce, uzun, zarif ve şık biri, diye geçiriyorum içimden. Yüzüme bakıp ‘bitkin görünüyorsunuz’ diyor. Bu sıfatlara dürüst ve samimiyi de ekliyorum. Sonrası koma gibi derin bir uyku.
Frankfurt havaalanı, San Francisco hepsi bulanık. Gene uçak, gene kalkış, gene uyku. Pilotun Las Vegas’a hoş geldiniz anonsuyla gözümü açıyorum. Altımızda uçsuz bucaksız bir çöl uzanıyor. Günbatımının morun her tonuna bürüdüğü yükseltilerin arasına kaktüs gibi bodur bitkiler serpiştirilmiş, taşlı tarla misali bir çöl... İleriye baktığımda da ışıl ışıl yanan bir şehir görüyorum: Hoş bulduk Las Vegas!

DEFİNE ADASI’NDA KALIYORUZ

Sheraton Çeşme’nin 10. yılı dolayısıyla sunduğu kampanyada Las Vegas’a göndereceği müşterilerin de kalacağı Treasure Island’da (Define Adası) kalıyoruz. İnsanın adı aynasıdır derler ya, Vegas otellerinin ki de öyle. Bizim otel de define adasının tüm ayrıntılarla donatılmış. Oymalı ahşap tavan, korsan gemileri... Ve elbette neredeyse giriş katının tümünü kaplayan casino: Kollu makineler, rulet masaları, yanar döner renkler, şıngırtılar ve makinelerin önündeki ifadesiz insanlar. Yüzde doksanı Amerikalı. Kara derili yok gibi. Şişmanı, zayıfı, genci yaşlısı hepsi orta sınıf, hepsinin terkisinde aynı heyecan, hepsi “yan yana üç aynı resim gelse de hayatım değişse” diye kollara abanık.
Yok öyle odalara çekilip dinlenmek, diyor İskender Dilek. Bunca yolu üç gece için geldiysek eğer, uykusuz kalmaya değer diye yol yorgunu arkadaşlarımı kamçılıyor. Yarım saat sonra lobide buluşup sokak gösterisine gideceğimizi bildiriyor. Ben varım diyorum. Günüm zaten geceye dönmüş, ne gam.
O halde seve seve yola devam....
Ertesi gün bu gezinin ne kadar özel olduğunu anlayacağım. Kafamdaki İskender Dilek hanesini ‘titiz, kalender, mükemmeliyetçi, cömert ve konuksever’ diye uzatacağım. Gerçekten de bunca basın gezisine katıldım, böylesini görmedim, inanın.
Kalkıp Las Vegas’a gitmişim, yetmemiş dostları görmeye San Francisco’ya geçmişim, laf bu kadarla biter mi hiç?
Bitmez tabii. Gelecek hafta devam edeceğim kesin de, pembe diziye dönmesin bari...
Yazının Devamını Oku

En sevdiğim üçüncü İtalyan İstanbul’a geldi

12 Şubat 2011
Beş yıl önce Lorenzo ve Cipriani’den sonra Londra’daki üçüncü İtalyanımı bulmuştum: Latium. Ey ahali, duyduk duymadık demeyin! Londra’nın fiyakalı fine dining İtalyan lokantalarından Latium şimdi Cento per cento adıyla İstanbul’da. Hem de üçte bir fiyatına! Hava o kadar soğuk ki, paltolarımıza ne kadar sarılırsak sarılalım kamçı rüzgar ağzımızdan girip ciğerimizi deliyor... Tek isteğimiz kendimizi bir an önce otele atmak ama sabah beri o sokak bu sokak dolaşmaktan ayaklarımıza öyle bir kara su indi. Koşmak ne haddimize, resmen sürüne sürüne yürüyoruz... Otele bir varsak beni odamdan ancak kazıyarak çıkarırlar diye geçiriyorum içimden. Zaten fıstık gibi oturur keyfini sürerim, diyorum. Aslına bakılacak olursa ne Sanderson’ın Alain Ducasse imzalı afili lokantası Long Table’ın siyah oniks barına tünemeye, ne de adı tuhaf öteki Malezya lokantasına gitmeye niyetim var. Belli ki bu gece beni ya oda servisi bekliyor ya da detoks./images/100/0x0/55eb2820f018fbb8f8aefed8
İşte tam da bunları düşünürken gözüme çarpıyor küçük lokanta. Gelmeden, “Otel çevresinde iyi yemek yenecek neresi var?” diye araştırırken Tripadvisor’ın “Şehrin ev yapımı makarnalarıyla ünlü en iyi İtalyan lokantası” dediği yer değil miydi bu? Beyaz masa örtüsü serilmiş masalar ve hoş bir aydınlatma. İngilizler için bile erken sayılabilecek bir saat olduğundan salon boş.
Bir anda burnumda Akdeniz ve fesleğen kokusu tütüyor ve canım fena halde makarna çekiyor. İster misin yer olsun? Sarp’a dönüp, “Deneyelim mi” bakışı atıyor ve cevabı beklemeden kapıdan giriyorum. Giriş o giriş.
Eşikten attığım adımla hayatıma 2005’in koyu kışında yediğim o raviolinin tadı giriyor...
Londra’da San Lorenzo ve Cipriani’den sonra üçüncü bir İtalyanım daha var artık: Latium. Şehre sonraki gelişlerimde de aklıma ne zaman makarna düşse fırsat bulduğumda dümeni Latium’a kırıyor, sorana sormayana Breners Street’teki bu küçük lokantayı tavsiye ediyorum.

TADI DAMAĞIMDA DÖVMELİ RAVIOLI

Kış boyu soğuk nedir bilmeyen İstanbul’da o gece hava buz. İnönü stadındaki maçla Çırağan Sarayı’nda devlet erkanının katıldığı bilmem ne toplantısı trafiği felç etmiş halde. Milim milim ilerleyip Akaretler’e geldiğimizde içim o kadar sıkışmış halde ki, taksiyi Valideçeşme’de bırakıp yürümeye başlıyorum. Paltoma ne kadar sarılırsam sarılayım, kamçı rüzgar ağzımdan girip ciğerimi deliyor. “İstediğin gece gelebilirdin aslında” diye geçiriyorum içimden ama tuttun günler torbaya girmiş gibi Nişantaşı’na gelmek için Cuma gecesini buldun, bir de üstüne topuklu ayakkabı giydin. Oh olsun sana... /images/100/0x0/55eb2820f018fbb8f8aefeda
Ahlaya puflaya Abdi İpekçi’ye geliyor ve bir zamanlar Bice’den Buz’a kadar farklı işletmelere mekan olmuş apartmanın önünde duruyorum. Kırmızı halılı tek caddemizin vakur apartmanlarından Zati; bambaşka iki mekana ev sahipliği yapıyor şimdilerde. Üstte Emre Ergani’nin Biber barı, altta Erol-Varol Kaynar Kardeşler’in yeni lokantası: Cento per Cento. Ya da yüzde yüz.
Titreye titreye içeri girdiğimde canım Kubilay Keskin’le canımın içi Fatma Keskin’i girişteki uzun barda oturmuş bizi beklerken buluyorum. Biz dediğim, ben ve Teoman Hünal. Barda Kubilay’la sohbet ederken Kaynar’ların Cento per Cento’yu sessizce açmayı seçtiklerini; A’dan Z’ye yeniledikleri mekanda işe, bizim gibi kalem oynatanlarla damak tadına güvendikleri dostlarını ağırlayarak başlamak istediklerini öğreniyorum.
İçimden, “İyi ki usulca açmayı seçmişler, bir de duyurmak isteselerdi ne olacaktı?” diyorum. Çünkü bar dışında masaların hepsi dolu. Alt kattaki masaya geçtiğimizde mekanın Didem Özgen gelip kendini tanıştırıyor, tatmamızı istediği yemeklere şefle karar verdiklerini söylüyor. Şarap seçiyoruz Teoman her zamanki gibi bira istiyor, Didem’in ısmarladıkları birer birer masaya gelmeye başlıyor. Önce antipastiler, ardından kiminin Napoli kiminin Roma usulüdür dediği uzun pizzalar. Ardından o da ne? Lezzeti damağıma dövmeli ravioli. Nasıl olur? Olur mu olur.
Bir yandan aslandan büyük fil şeften büyük şef vardır der, bir yandan önüme geleni silip süpürürken aşçı gömlekli ufak tefek bir adam gelip kendini tanıştırıyor: “Ben şef Maurizio Morelli.” Elini sıkıyor, tebrik ediyorum ama hayır, henüz jeton düşmedi. Ne zamanki Maurizio yanımızdan ayrılıp mutfağa dönüyor ve biri ardından “Kendisi Londra’daki Latium’un sahibi ve şefiydi” diyor. Şrıııınnnnkkkkk!
Ey ahali, duyduk duymadık demeyin! Londra’nın fiyakalı fine dining İtalyan lokantalarından Latium şimdi Cento per cento adıyla İstanbul’da. Hem de üçte bir fiyatına. Elbette havası değişmiş, kallavi duruşunun yerine genç bir eda gelmiş. Olsuuun, Ravioli’nin tadı değişmedikten sonra... Kaynar Kardeşler’e teşekkür edilmez de ne yapılır Allah aşkına?
Yazının Devamını Oku