11 Haziran 2005
<B>BAŞBAKAN Erdoğan’</B>ın ABD gezisi ve <B>Bush’</B>la yaptığı görüşme pek <B>‘işe yaramadı’</B>. <br><br>İlişkilerin bir süredir gergin seyretmesine neden olan iki temel konuda, yani ABD’nin PKK’ya karşı tavrı ve Türkiye’nin Suriye ile geliştirdiği ilişkilerde tarafların rahatsızlığı ortadan kalkmadı. Hatta tam aksine, konu ‘kilitlendi’.
Bu arada Batı basınında da, geçmiş dönemde hákim olan Tayyip Erdoğan ‘hayranlığı’ giderek yerini farklı görüşlere bırakmaya başladı.
Dün İngiltere’nin önemli gazetelerinden The Times’ta yer alan bir Türkiye analizi dikkat çekiyor.
Gazetenin köşe yazarlarından Gerard Baker; ‘Batı’nın, Türkiye’nin dostane Müslüman demokrasisine en çok ihtiyaç duyduğu sırada, Ankara başka yöne kayıyor’ diye başlıyor söze ve şöyle devam ediyor:
‘Tony Blair Washington’ı terk ettikten birkaç saat sonra, Başkan Bush Türkiye Başbakanı Erdoğan’ı ağırladı bu kez. Ancak Blair’deki yıldız ışığı Erdoğan’da yoktu. Türkiye Başbakanı, odaya girdiğinde mekanın boşalmasına neden olan tiplerden.
Ülkesinin geçmişi, omuzlarında büyük bir yük oluşturuyor. Ancak liderlik kusurları, ülkesinin önemini gölgelememeli. Irak, İran, Suriye ve Suudi Arabistan’ı, hiç olmazsa Türkiye’nin yarısı kadar demokratik olmaya ikna edebilseydik, şimdi Ortadoğu despotluklarının nefret dolu ideolojilerini süpürüyor olurduk.
Ancak korkunç gerçek şu ki, Türkiye’yi kaybediyoruz. Fransa’daki Türkiye karşıtları ve Amerika’daki Türkiye sıkıntısı giderek tehlikeli sınırlara ulaşıyor. Ve tüm bunlar tam da, iç gelişmelerin de Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırdığı bir sırada yaşanıyor.
Brüksel ve Washington’da sevilmediği hissi, içeride Batı ile ittifak yerine İslam dünyası ile dayanışmayı öngörenlerin baskısı ile birleşince, siyasi liderlik yüzünü başka yöne çeviriyor.
Türkiye henüz kaybedilmiş sayılmaz. Ancak ülkenin jeopolitik pergelinin iğnesi, son yıllarda ciddi biçimde yerinden oynamış durumda. Amerika ve Avrupa soğuk savaşta doğru tarafta tutmaya çalıştıkları Türkiye’nin bu durumundan endişe etmeli.’
Bir yandan Türkiye’nin önemi vurgulanırken, diğer yandan yakın zamana kadar ‘süper güçlü lider’ ve ‘Türkiye’yi AB’ye taşımaya çalışan adam’ olarak algılanan Recep Tayyip Erdoğan ve ideolojisi yerden yere vuruluyor.
Bunlar önemli sinyaller.
Başbakan Erdoğan, AB projesi tamamlandığında zaten ciddi bir ‘ufuk sorunu’ içine düşmüştü. AB’nin kendi içindeki gelişmelerle sıkıntıya girmesi de, Türkiye’nin önündeki ‘AB havucunu’ iyice lezzetsiz hale getirdi.
Ne ABD ile ilişkilerin çok parlak gitmemesi, ne de AB ile yaşanılan sorunlar Türkiye açısından hayati önemde. Türkiye’nin sorunu ‘toplumu heyecanlandıracak hedef’ eksikliği.
Başbakan Erdoğan Türkiye’nin ‘hedefsizlik ve ufuksuzluk’ sorununu ‘türban, Kuran kursu’ gibi suni gündemlerle aşacağını zannediyor.
Ancak bunlar Türkiye’yi geçmişin kısır tartışmalarına taşımaktan başka bir işe yaramayacak.
İşler henüz tam anlamıyla bozulmadan, Erdoğan çevresini gözden geçirip, Türkiye’ye yeni ‘amaçlar’ vermek zorunda. Yoksa AKP yükseldiği hızla düşer. Yeni koalisyon dönemleri ise Türkiye’ye sadece zaman kaybettirir.
Şirin’den yanıt
TBMM’nin soru rekortmeni Emin Şirin, dün kendisine yönelttiğim soruya hemen yanıt yolladı:
‘- Benim Büyükşehir Belediyesi’ne yapılan büyük miktardaki ağaç ve çiçek satışı ile hiçbir alakam yok, olmadı da. Benim bugün İstanbul’un simgesi haline gelmeye başlayan Meyland güllerinin temsilcisi olmam dolayısıyla alakam oldu. Temsilciliği seneler evvel, bedelsiz olarak, İstanbul Belediyesi’nin bir şirketine devrettim. Şimdi her sene bu güllerden 10 binlerce hatta yüz binlerce gül üretip dikiyorlar ve çok memnunlar.
- Çukurova Grubu’ndan 1986 senesinde ayrıldım. Yakınlık bir yana TMSF’nin Çukurova’ya tanıdığı iskontoyu takip ve tenkit eden tek milletvekili bendim.
- Uzan Ailesi ile hiçbir yakınlığım yok. - Uzan Ailesi lehine TMSF veya BDDK’ya gidip taleplerde bulunuyor musunuz şeklindeki sorunuzun muhatabı TMSF ve BDDK’dır. Ben de sizin aracılığınızla TMSF ve BDDK’ya soruyorum: ‘Ben sizi ziyarete gelip Uzan Ailesi lehine herhangi bir talep veya ricada bulundum mu?’
Benim açımdan Uzan Grubu kamuya olan bütün borçlarını mutlaka ve süratle ödemelidir. Ama bu borçlar ödenirken hukuk dışına çıkılmaması ve linç kampanyası yürütülmemesi de önemlidir.
Milletvekilliği görevini fevkalade profesyonelce ama inançlı, bilgili, dürüst olarak yapıyorum. Milletvekilliği maaşımın dışında hiçbir işim, hiçbir gelirim de yok.’
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
En zarar verici yalanların kendimize söylediklerimiz olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2005
<B>EREĞLİ </B>Demir Çelik Fabrikaları’nın yarıya yakın bölümü <B>‘blok satış’</B> yöntemiyle özelleştirilecek. Bu fabrikalar grubu, yıllardır Türkiye’nin en önemli varlıklarından biri. Ve giderek değer kazanıyor. Gelin size önce Ereğli Demir Çelik’i anlatayım.
Ereğli Demir Çelik, kurulduğu günden beri kárlı, iyi iş yapan, verimli bir kuruluş.
Birkaç yıl önce ‘batık’ durumda olan İSDEMİR de Ereğli Demir Çelik’e bağlandı.
Son yıllarda dünya demir çelik piyasasında meydana gelen gelişmeler ve Çin’in çelik yiyen bir canavar gibi tüketime başlaması nedenleriyle Ereğli Demir Çelik birdenbire büyük önem kazandı.
Şu anda dünyadaki trend de Ereğli Demir Çelik’in lehine gelişiyor. Sektör önem kazanıyor.
Başarılı bir yönetim altında çalışan Ereğli Demir Çelik, bu trendi iyi değerlendiriyor. Yeni yatırımlar yapıyor, kapasitesini artırıyor, kendine özel liman bile satın aldı. Şu anda 3.5 milyon ton olan yıllık kapasitesini artırmak için de büyük hamle başlattı.
Yönetimin başarısı sayesinde daha önce büyük zararda olan İSDEMİR de Ereğli’ye bağlandıktan sonra kára geçti. Şimdi yeni kapasite artırımı yatırımıyla yakında çok daha verimli olacak ve toplam kapasite yıllık 7 milyon tona yaklaşacak. Yani ikiye katlanacak.
Ereğli’de daha bütün bunlar olmazdan önce tesisin değeri 1.9 milyar dolar olarak belirlenmiş ve Ereğli satışa çıkarılmıştı. Ancak o dönemde yabancılar burayı ucuza kapatabilmek için Ereğli’ye ilgi göstermemişlerdi.
Ancak Ereğli bugün o Ereğli değil. Ürünleri yok satan, Çin’in malını baştan kapattığı, gelişen Türk otomotiv endüstrisinin en büyük girdisi yassı mamulleri üreten, geçen yıl 600 milyon dolar kár ederek yüzde 14 temettü dağıtan, bedelli sermaye artırımlarına bütün ortakların itirazsız katıldığı ve 300 milyon dolar toplayabilen, kendi gelişimini finanse edebilen ‘pırlanta’ değerinde bir şirket.
Bütün bu gelişmelerin yanı sıra şimdi satış süreci yeniden başladı.
Ancak bütün bu ‘olumlu’ gelişmelere ve şirketin değer kazanmasına rağmen, satış için ‘biçilen değer’de bir artış yok.
Ereğli’yi ‘ucuza kapatmaya’ çalışan yabancılar, Türkiye’nin bu en önemli sanayi kuruluşunu 2 milyar dolardan ‘kapmaya’ çalışıyorlar.
Bunun adı resmen ‘kapkaççılık’ veya ‘dolandırıcılık’tır.
Çünkü bugün Ereğli için uzmanların öngördüğü değer 3 milyar dolardan fazla. 4 milyar dolar bile ‘olabilir’ bir rakam. Ancak ‘düzmece’ raporlarla bu şirketin değeri olduğundan düşük gösterilmek isteniyor.
‘Satalım da ne alırsak kárdır’ diyen bazı kabine üyeleri de bu oyunu görmüyorlar ya da görmek istemiyorlar.
Düzgün bir stratejiyle Ereğli, ülkeye müthiş bir katkı sağlayabilir.
Başbakan Erdoğan’ın bu konuya yakın ilgi göstermesi ve kendisine gerekli bilgileri anlatabilecek kişileri dinlemesi şart. Yoksa bir daha yerine koymamız mümkün olmayan bir değer ucuza kapatılacak.
Ve yazık olacak.
Soran milletvekiline soruyorum
NAZLI Ilıcak’ın eski eşi, Meclis’e AKP’den giren ama şimdi bağımsız olarak siyasi yaşamını sürdüren milletvekili Emin Şirin ilginç bir milletvekili. Geçmişte adı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yapılan büyük miktardaki çiçek ve ağaç satışlarıyla gündeme gelmişti.
Sonra bir dönem Karamehmet’in Çukurova Grubu’yla yakın oldu. Milletvekili olarak da hemen her konuda verdiği sayısız soru önergesiyle gündemde.
Öyle ki, devletin bazı kurumlarında Emin Şirin’in soru önergelerine yanıt hazırlamak için ‘özel birimler’ oluşturuldu ve sadece bununla uğraşıyorlar. Her konuda soru sormayı çok seven Emin Şirin’e benim de bir sorum olacak.
‘Emin Bey, acaba son zamanlarda Uzan Ailesi ile bir yakınlık içinde misiniz? Uzan Ailesi lehine TMSF’ye ve BDDK’ya gidip görüşmelerde ve taleplerde bulunuyor musunuz? Bulunuyorsanız bunları amatör bir heyecanla mı yapıyorsunuz? Bu sorularımın yanıtlarını alabilirsem çok sevineceğim.’
PKK kampını bombalayın Türk-Amerikan dostluğu yeniden başlasın
BAŞKANLAR ve başbakanlar her ne kadar aksini söylemeye çalışsa da Türk-Amerikan ilişkilerinde sıkıntılar bulunduğu bir gerçek.
ABD, Türkiye’nin Suriye politikasını eleştiriyor. Bunda haklılık payı da yok değil. Dün savaşın eşiğine geldiğimiz, PKK destekçisi Suriye ile ‘yakın dost’ olmamız ne mümkün, ne de doğru.
Diğer yandan ABD de Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı kılını kıpırdatmıyor, bizim kıpırdatmamızı da engelliyor. Orada da onlar Türkiye’nin hassasiyetini anlayamıyorlar.
İki taraf da tavrından geri adım atmayınca ilişkiler de bir türlü düzelmiyor.
Oysa çözüm basit.
ABD yarın sabah PKK kamplarını bombalamaya başlasa, karadan bir operasyonla çok değil 100 PKK militanını yakalayıp Türkiye’ye temsil etse bak bakalım Türkiye’de Amerikan karşıtlığı olarak bilinen ‘Bush karşıtlığından’ eser kalıyor mu?
ABD tavrını bu şekilde netleştirdikten sonra bakalım Türkiye aynı Ortadoğu politikasını sürdürebiliyor mu, sürdürürse kamuoyundan destek alabiliyor mu?
Şimdilik karşılıklı inatlaşıyoruz. Bence doğru da yapıyoruz.
Ama birisi bir adım atarsa, gerisi gelecek.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Normal akışına bırakılan suyun denize ulaşan en doğru yolu bulduğunu unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2005
<B>ÖNCEKİ </B>gün bu köşede TSE Başkanı <B>Kenan Malatyalı’</B>nın feryadını yayınladım. Kurumunda çalışan ‘bazı’ memurların rüşvet çarkı içinde olduğunu, yüz milyonlarca dolarlık yolsuzluğa bulaştıklarını ancak bunları bir türlü yakalatamadığını söylüyordu. Devleti korumak, Türkiye’nin standartlarını belirlemek üzere devletten maaş alan bir grup görevini kötüye kullanıyor, bir diğer grup ise bunlar hakkında işlem yapmayarak bir tür ‘suç ortaklığı’ içine giriyordu.
Bunlar da memur. Az sonra aşağıda anlatacağım iki kişi de.
Bu iki kişi, iki öğretmen. Mahmut Özdemir ve Kemal Çelik.
Bitlis’in Hizan İlçesi, Ortaca Köyü ilkokulunda iki yıldır görev yapıyorlar.
Ama hangi şartlarda?
Anlatmak güç, görmek gerek.
Okul tek katlı bir bina. Daha doğrusu binacık.
Tek katlı okulun büyük bölümü sınıf. Sınıftan bir duvarla ayrılmış 8 metrekarelik ‘odacık’ ise iki öğretmenin ‘yaşam alanı’, yani evi.
Mahmut ve Kemal öğretmenler 8 metrekarelik bir odada yatıyorlar, yiyorlar, yıkanıyorlar, ihtiyaç gideriyorlar.
Odada tahta bir ranza var. Orada yatıyorlar. Hemen ranzanın yanındaki tahta tezgahta sebze meyvelerini yıkayıp yemeklerini pişiriyorlar. Perde gerip, arkasında banyo yapıyorlar.
Bitlis’in insanın içini donduran soğuk kış günlerinde sabah güneş doğmadan kalkıp, canları gibi sevdiklerini öğrencileri üşümesin diye sobayı yakıyorlar.
Ve bu iki gencecik öğretmen tüm bu olumsuz şartlara rağmen ‘Haydi Kızlar Okula’ kampanyasını desteklemek için ev ev dolaşıp ana babaları ikna ediyor, kız çocuklarının okula gönderilmesi için çabalıyorlar.
Bir yıl içinde 18 olan kız öğrenci sayısını 40’a yükseltmeyi başarıyorlar.
Memleketimizde hırsız çok, uğursuz çok, rüşvetçi çok, ahlaksız çok.
Ama bu ülke hálá ayakta.
Çünkü Mahmut ve Kemal öğretmen gibiler de az değil.
Bu ülke onların üzerinde ayakta duruyor.
Acaba daha nereye kadar.
NOT: Bu iki öğretmenin öyküsünü akşam Kanal D Haber’de ekrana getireceğiz. İzleyin. Ağlayacaksınız.
Kalp ameliyatına gideceğim
DÜNKÜ ‘By-pass mı, stent mi?’ yazımın bir tartışma yaratacağını söylemiştim.
Yarattı da.
Çok Sevgili Profesör Dr. Bingür Sönmez bir faks çekmiş.
‘Köşenizde kalp cerrahlarını çok ciddi bir şekilde yaralayan bir tanımlama yapmışsınız. Sizi kalp ameliyatları konusunda bilgilendirmek için ameliyathanemde bana yarım saatinizi ayırmanızı rica ediyorum.’
Binlerce hastaya can vermiş Bingür Hoca’ya yarım saatimi değil, günlerimi ayırırım.
Ama tanımlama bana ait değil. Önemli bir kardiyoloğa ait. Bense yalnızca bu konunun tartışılmasını istedim. Ne kalp ameliyatının kolay bir iş olduğunu söyledim, ne de başka bir ithamda bulundum.
Ama Bingür Hocam’a da gideceğim. Ve onun fikirlerini de nakledeceğim.
Emniyet’ten kös dinlemeye yanıt
TSE Başkanı’nın feryadını duyurmam ve TSE Başkanı’nın Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanı Hanefi Avcı’ya yaptığı başvurunun sonuçsuz kaldığını yazmam üzerine Emniyet Genel Müdürlüğü’nden bir ‘resmi açıklama’ geldi.
‘Haberinizde yer alan konu, soruşturulması savcılık marifetiyle yapılacak bilgi ve belgelere dayalı suç türüdür.
Bu doğrultuda Küçükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatları çerçevesinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü Mali Şube Müdürlüğümüz tarafından, ‘Teşekkül oluşturarak yolsuzluk, rüşvet, evrakta sahtecilik yapmak suretiyle TSE belgesi alarak gümrükten mal çekmek, görevi kötüye kullanmak ve 4926 sayılı kanuna muhalefet’ suçlarında düzenlenen tahkikat evrakı ile birlikte 5’i TSE görevlisi olmak üzere toplam 6 şahıs tutuklanmıştır. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı müfettişlerince de söz konusu gazete haberinde belirtilen hususlarla ilgili olarak hazırlanan soruşturma raporu doğrudan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na verilmiştir. Anılan savcılıktan Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığımıza herhangi bir talimat verilmemiştir.’
Gördüğünüz gibi yanıt süper.
Ne TSE Başkanı’nın ilgili daire başkanı Hanefi Avcı’ya yaptığı başvurudan bahsediliyor, ne de dairenin ne gibi bir işlem yaptığından.
İstanbul Emniyeti’nin bir şeyler yapmaya çalıştığını zaten ben de yazımda belirtiyorum.
Ama Ankara’da hiçbir hareket yok.
Ben ona bakıyorum.
Haksız mıyım?
NOT: Verilen yanıtta Hanefi Avcı’nın bana döndüğü ama ulaşamadığı da belirtiliyor. Ne zaman aramış, kimle konuşmuş da bana ulaşamamış çok merak ediyorum. Çünkü beni aradığına dair hiçbir not yok.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
İşimizi yasak savmak kabilinden yapmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2005
<B>HERKES </B>Turizm Bakanı <B>Atilla Koç’</B>un uyumasından şikáyetçi. Ben ise tam aksi kanaatteyim. Bakan Bey uyusun. Hatta daha da çok uyusun. Çünkü uyurken ‘zararsız’.
Uyanıkken ise tam bir ‘saatli bomba’. Bakan Bey röportaj yapıyor ve ‘bombayı’ patlatıyor:
‘Turistleri kazıklayan halıcıları açıklayacağım.’
Bu ne demek: ‘Türkiye’de bazı halıcılar turistleri kazıklıyor.’
Peki bu yabancı basına, özellikle de Türkiye’nin turizmdeki artan payından rahatsız olanlar sayesinde nasıl yansıyacak:
‘Türkiye’nin Turizm Bakanı açıkladı: Halıcılar turistleri kazıklıyor.’
Yarın Der Sipegel’de çıkacak böyle bir açıklamanın Türk turizmi açısından ne anlama geldiğini acaba Sayın Bakan biliyor mu, anlayabiliyor mu?
Hiç zannetmiyorum.
Ama Bakan zaten Türkiye’deki sistemi bilmiyor ki.
Turizm Bakanı değil, bakanlık turisti sanki.
Bu köşede rezaleti yazdım, Sayın Bakan uyumaktan okumaya vakit bulamamıştır, tekrarlayayım.
Türkiye’de özellikle de ‘düşük sezonda’, turizmi ‘hanutçular’ finanse ediyor.
Tur operatörlerine veya seyahat acentelerine turist başına ödeme yapıyorlar.
Ülkesine göre miktar değişiyor. Alışveriş potansiyeli yüksek bir ülkenin vatandaşı için bu miktar 250 Euro’yu bulabiliyor.
Tur operatörü de bu yolla ‘ucuz fiyatlı tur’ organize edip Türkiye’ye turist getiriyor.
Ucuz turun acısı, halı ve kuyum satışlarıyla çıkarılıyor.
Halı ve kuyum satıcıları, tur operatörüne verdikleri parayı, halı ve kuyumun üzerine ekleyip geri alıyorlar.
Sistem de böyle işliyor.
Tabii Bakan Bey bütün bu olan bitene Fransız turist olduğu için Türk turizmini dışarıya ‘gammazlıyor’.
Bu sistem doğru olmayabilir.
Ama Turizm Bakanı’nın yapması gereken Türkiye’nin turist kazıklayan bir ülke olarak algılanmasını sağlamak değil, yanlış sistemi düzeltmeye çalışmaktır.
Başbakan’ın genelgesini kimse takmadı
TASARRUF Genelgesi’ni eleştirerek, ‘karşılama ve uğurlama’ tantanasına değinmem üzerine Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer bundan böyle karşılama ve uğurlamalarda uyulması gereken kuralları içeren Başbakanlık Genelgesi’ni yolladı. Buna göre Başbakan ve bakanların yurtiçi seyahatlerinde uğurlama ve karşılama havaalanı mülki amiri ve emniyet amirleri tarafından yapılacak. Başbakan’ın yurtdışı seyahatlerinde başbakan vekili, başbakanlık müsteşarı, Ankara Valisi, garnizon komutanı, büyükşehir belediye başkanı, emniyet müdürü ve protokol genel müdürü uğurlama heyetinde yer alacak.
Bakanların yurtdışı seyahatlerinde ise sadece havaalanı mülki amiri ve emniyet amiri ile özel kalem müdürleri bulunacak. Karşılama ve uğurlamalar tören şekline sokulmayacak. Bunların hepsi iyi hoş ama uyulacak mı?
Bence uyulmayacak.
Çünkü Başbakan’ın ABD gezisi öncesi Esenboğa Havalimanı yine ana baba günüydü. Kim var kim yok oradaydı. Genelge daha mürekkebi kurumadan çiğnenmişti. Hem de yayınlayan Başbakan’ın gözü önünde.
By-pass mı, stent mi?
NEW York Başkonsolosumuz Ömer Önhon’un evindeki bir davette, ABD’de yaşayan çok başarılı bir Türk kardiyologla tanıştım. Çok ünlü bir kalp cerrahının ekibinde yer alan, önemli bir isim.
Her Türk gibi bedava doktor bulunca sağlık konuşmaya başladık. İlginç bilgiler verdi. Sizinle paylaşmak istedim.
Son yıllarda kalp hastalıklarıyla ilgili olarak büyük değişiklikler olmuş. Cerrahi müdahale, yani by-pass operasyonları giderek ‘masraflı ve gereksiz’ hale gelmeye başlamış. Çünkü stent gibi ameliyatsız kardiyolojik müdahaleler, en az by-pass operasyonları kadar olumlu sonuçlar verirken, hastaların günlük yaşama daha hızlı dönmelerine yol açarak ekonomik kayıpları azaltmış. Bunun yanı sıra, özellikle yaşlı hastalarda riski minimuma indirerek müdahale kolaylığı getirmiş.
‘Peki o zaman neden hálá by-pass yapılıyor?’ diye sordum.
‘Çünkü’ dedi, ‘Kardiyolojik müdahale, yani stent takmak birkaç saatlik iş ve maliyeti bir-iki bin dolar. Oysa ameliyat, önü arkasıyla uzun bir süreç ve maliyeti 20 bin dolardan başlayıp yukarı doğru gidiyor’.
‘Yani para için hastalar mı kesiliyor?’ diye sordum haliyle.
‘Tam öyle denemez. Ama by-pass giderek demode oluyor. Bu yüzden de cerrahlar hep ön planda kendilerini göstermek zorunda kalıyorlar’ dedi.
Bu sözler tıpta yeni bir tartışmayı başlatabilir diye düşünüyorum.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Komplekslerimizin tatminini kurum çıkarı adı altında gerçekleştirmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2005
<B>TSE </B>Başkanı <B>Kenan Malatyalı </B>ziyaretime geldi. Daha doğrusu şikáyete geldi. <br><br>Şikáyet ettiği kurum ise başında bulunduğu TSE’ydi. ‘Fatih Bey, TSE Türkiye’de yolsuzluğun kaynağı olmuş. Burada yılda en aşağı 500 milyon dolarlık bir yolsuzluk oluyor. Ben bu kurumun başındayım ama bu rezaletle baş edemiyorum’ diye girdi söze.
Kulaklarıma inanamıyordum.
TSE Başkanı, kurumundaki yolsuzlukları aktarmaya başladı:
‘TSE olmadan gümrük yolsuzluğu olmaz. Burada her türlü rezillik var. Parayla TSE belgesi satıyorlar. Standart dışı malların Türkiye’ye girmesine yeşil ışık yakıyorlar. Verilmemesi gereken belgeleri veriyorlar. Bunlar yüzünden ithalat patlaması oluyor, Türkiye kalitesiz mal cenneti oluyor. Büyük rezalet var. Çete kurmuşlar.’
‘Madem bunları biliyorsunuz, neden önlem almıyorsunuz?’ diye sordum.
‘Kolay değil’ dedi. Çünkü yakalayamıyorlarmış.
‘Yakalatın o zaman’ dedim.
Güldü.
‘Zaten asıl rezalet burada. Yakalamıyorlar’ dedi ve anlattı.
TSE Başkanı olarak şüphelendiği kişilerin isimlerini Emniyet’e bildirmiş. Eski Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanı Hanefi Avcı ile defalarca konuşmuş. Bunların takip edilmesini ve yasal izinlerinin alınarak telefonlarının dinlenmesini talep etmiş.
‘Ee, bir sonuç çıkmadı mı?’ diye sordum.
‘Çıkmadı’ dedi. Çıkmamış; çünkü Emniyet türlü bahaneler ileri sürerek ve ‘İhbar ettikleriniz devlet memuru, önce savcılık izni gerekli’ diyerek TSE Başkanı’nın istediği takipleri yapmamış. Hanefi Avcı, Kenan Malatyalı’ya her seferinde değişik gerekçeler öne sürmüş ve bir gelişme kaydedilmemiş.
Malatyalı’ya, ‘Hanefi Avcı ile bir de ben konuşayım’ dedim.
Ve konuyla ilgili bilgi almak için Hanefi Avcı’yı defalarca aradım.
Görüşmek istediğim konuyu bildirdim. Ne bir tek kere telefonuma çıktı, ne bir tek kere geri döndü. Malatyalı ile sonraki her karşılaşmamızda, ‘Hanefi Bey’le görüşebildiniz mi?’ diye sordu.
Görüşemediğimi söyledim.
Ama Malatyalı’nın içinde hep ‘bir şeyler olacak’ umudu vardı ve olası bir operasyona zarar vermemek, kuşları ürkütmemek için konuyu yazmadım.
Niyetim rezaleti ortaya çıkarıp sonrasında yazmaktı.
Ama alt düzey birkaç bürokratın sorgulanması ve tutuklanması dışında hálá asıl yolsuzluğun kökenine inecek bir icraat görmediğim için durumu sizlerin bilgisine aktarıyorum.
Türkiye’nin önemli kurumlarından birinin başındaki adam, ‘Benim kurumumda yolsuzluk var’ diye feryat ederek devletin Emniyet güçlerine başvuruyor ama sanki kayaya tosluyor.
Yolsuzluk ve rezalet sürüyor.
İşte size Türkiye’den bir yolsuzluk örneği.
Hem de yolsuzluklardan bıkan halkın, yolsuzluklarla mücadele edeceğine inanarak seçtiği bir iktidar döneminde.
Başkanlar, belediye meclisinin siyasi insafına kalacak
AKP, ilk bakışta iyi niyetli gibi görünen bir yasa önerisi getiriyor. Buna göre belediye başkanları da, aynı hükümetler gibi belediye meclislerine verilecek ‘gensoru önergelerinin’ oylanmasıyla düşürülebilecekler.
Bu tasarı ilk bakışta belediyelerdeki yolsuzlukların önlenmesi ve belediye başkanlarının daha dikkatli hareket etmesi gibi bir durumu beraberinde getirebilir diye görünüyor.
Ama sistemin işleyişine bakıldığında durum tam da böyle değil.
Çünkü gensoruyla düşürülebilen hükümetler ile belediye başkanları arasında çok temel bir fark var.
Belediye başkanını halk seçiyor ve görevine doğrudan başlıyor. Hükümetler ise Meclis tarafından onaylandıktan sonra göreve başlıyorlar.
Yani bir hükümet Meclis’te çoğunluğun desteğini almamışsa, görevine başlaması bile mümkün değil ama belediye başkanı başında bulunduğu belediyenin meclisinde çoğunluk olmak zorunda değil.
Hatta bugün pek çok belediye başkanının partisi, belediye meclislerinde çoğunlukta değil.
Hal böyle olunca belediye başkanlığı birdenbire ‘siyasi’ bir görev haline dönüşüyor.
Belediye meclisindeki azınlık olma durumu, belediye başkanının tepesinde sadece icraatı zorlaştıracak bir unsur değil, aynı zamanda koltuktan edecek bir durum haline geliyor.
Böylesi bir durumun Türkiye gibi bir ülkede, belediye başkanlarını koltuktan etmek için mekanizma haline getirilmesi işten bile değil.
Bu yasa, sistemin mantığına tamamen aykırı.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
İhanet taşlarıyla döşeli yoldan ulaşılan zirveden, aynı yoldan yuvarlanarak düşeceğimizi unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2005
TSE Başkanı Kenan Malatyalı ziyaretime geldi. Daha doğrusu şikáyete geldi. Şikáyet ettiği kurum ise başında bulunduğu TSE’ydi.‘Fatih Bey, TSE Türkiye’de yolsuzluğun kaynağı olmuş. Burada yılda en aşağı 500 milyon dolarlık bir yolsuzluk oluyor. Ben bu kurumun başındayım ama bu rezaletle baş edemiyorum’ diye girdi söze.Kulaklarıma inanamıyordum. TSE Başkanı, kurumundaki yolsuzlukları aktarmaya başladı: ‘TSE olmadan gümrük yolsuzluğu olmaz. Burada her türlü rezillik var. Parayla TSE belgesi satıyorlar. Standart dışı malların Türkiye’ye girmesine yeşil ışık yakıyorlar. Verilmemesi gereken belgeleri veriyorlar. Bunlar yüzünden ithalat patlaması oluyor, Türkiye kalitesiz mal cenneti oluyor. Büyük rezalet var. Çete kurmuşlar.’ ‘Madem bunları biliyorsunuz, neden önlem almıyorsunuz?’ diye sordum. ‘Kolay değil’ dedi. Çünkü yakalayamıyorlarmış. ‘Yakalatın o zaman’ dedim. Güldü. ‘Zaten asıl rezalet burada. Yakalamıyorlar’ dedi ve anlattı. TSE Başkanı olarak şüphelendiği kişilerin isimlerini Emniyet’e bildirmiş. Eski Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanı Hanefi Avcı ile defalarca konuşmuş. Bunların takip edilmesini ve yasal izinlerinin alınarak telefonlarının dinlenmesini talep etmiş. ‘Ee, bir sonuç çıkmadı mı?’ diye sordum. ‘Çıkmadı’ dedi. Çıkmamış; çünkü Emniyet türlü bahaneler ileri sürerek ve ‘İhbar ettikleriniz devlet memuru, önce savcılık izni gerekli’ diyerek TSE Başkanı’nın istediği takipleri yapmamış. Hanefi Avcı, Kenan Malatyalı’ya her seferinde değişik gerekçeler öne sürmüş ve bir gelişme kaydedilmemiş. Malatyalı’ya, ‘Hanefi Avcı ile bir de ben konuşayım’ dedim. Ve konuyla ilgili bilgi almak için Hanefi Avcı’yı defalarca aradım. Görüşmek istediğim konuyu bildirdim. Ne bir tek kere telefonuma çıktı, ne bir tek kere geri döndü. Malatyalı ile sonraki her karşılaşmamızda, ‘Hanefi Bey’le görüşebildiniz mi?’ diye sordu. Görüşemediğimi söyledim. Ama Malatyalı’nın içinde hep ‘bir şeyler olacak’ umudu vardı ve olası bir operasyona zarar vermemek, kuşları ürkütmemek için konuyu yazmadım.Niyetim rezaleti ortaya çıkarıp sonrasında yazmaktı. Ama alt düzey birkaç bürokratın sorgulanması ve tutuklanması dışında hálá asıl yolsuzluğun kökenine inecek bir icraat görmediğim için durumu sizlerin bilgisine aktarıyorum. Türkiye’nin önemli kurumlarından birinin başındaki adam, ‘Benim kurumumda yolsuzluk var’ diye feryat ederek devletin Emniyet güçlerine başvuruyor ama sanki kayaya tosluyor. Yolsuzluk ve rezalet sürüyor. İşte size Türkiye’den bir yolsuzluk örneği. Hem de yolsuzluklardan bıkan halkın, yolsuzluklarla mücadele edeceğine inanarak seçtiği bir iktidar döneminde. Başkanlar, belediye meclisinin siyasi insafına kalacakAKP, ilk bakışta iyi niyetli gibi görünen bir yasa önerisi getiriyor. Buna göre belediye başkanları da, aynı hükümetler gibi belediye meclislerine verilecek ‘gensoru önergelerinin’ oylanmasıyla düşürülebilecekler. Bu tasarı ilk bakışta belediyelerdeki yolsuzlukların önlenmesi ve belediye başkanlarının daha dikkatli hareket etmesi gibi bir durumu beraberinde getirebilir diye görünüyor. Ama sistemin işleyişine bakıldığında durum tam da böyle değil. Çünkü gensoruyla düşürülebilen hükümetler ile belediye başkanları arasında çok temel bir fark var. Belediye başkanını halk seçiyor ve görevine doğrudan başlıyor. Hükümetler ise Meclis tarafından onaylandıktan sonra göreve başlıyorlar. Yani bir hükümet Meclis’te çoğunluğun desteğini almamışsa, görevine başlaması bile mümkün değil ama belediye başkanı başında bulunduğu belediyenin meclisinde çoğunluk olmak zorunda değil. Hatta bugün pek çok belediye başkanının partisi, belediye meclislerinde çoğunlukta değil. Hal böyle olunca belediye başkanlığı birdenbire ‘siyasi’ bir görev haline dönüşüyor. Belediye meclisindeki azınlık olma durumu, belediye başkanının tepesinde sadece icraatı zorlaştıracak bir unsur değil, aynı zamanda koltuktan edecek bir durum haline geliyor. Böylesi bir durumun Türkiye gibi bir ülkede, belediye başkanlarını koltuktan etmek için mekanizma haline getirilmesi işten bile değil. Bu yasa, sistemin mantığına tamamen aykırı.NE ZAMAN ADAM OLURUZ?İhanet taşlarıyla döşeli yoldan ulaşılan zirveden, aynı yoldan yuvarlanarak düşeceğimizi unutmadığımız zaman.
button
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2005
<B>BAŞBAKAN Erdoğan </B>kamu personeline <B>‘Uçakla değil trenle gidin’</B> diye talimat vermiş. <br><br>Dinleyen olur mu bilmiyorum. Aylar önce bu sütunda Ankara’dan Kayseri’ye gitmek için uçakla İstanbul’a gelen ve oradan yine uçakla Kayseri’ye giden Ulaştırma Bakanlığı bürokratlarını ‘gammazlamıştım’.
Bakanlık’tan bir Allah’ın kulu arayıp da, ‘Kim bu müsrifler’ diye sormamışken, şimdi Başbakan’ın ‘Uçakla değil trenle gidin’ şeklindeki tasarruf önerisini ‘Dostlar alışverişte görsün’ olarak yorumluyorum.
Eğer devlet ‘gerçekten’ tasarruf etmek istiyorsa, ‘İmam yellenirse cemaat ne yapmaz’ sözünden yola çıkarak bakanların tasarrufa örnek olması gerekir.
Geçen hafta Ankara’dan Esenboğa Havalimanı’na doğru gidiyorum.
Karşı yolda birdenbire sanki dev bir UFO belirdi.
Rengárenk ışıklar saçarak bize doğru yaklaşmaya başladı.
Ve sonunda net olarak karşımıza çıktı.
Gelen UFO değil, devletimizin bakanlarından biriydi.
Önde 3-4 polis otomobili tepe lambalarını yakmışlar, arkada Bakan Bey’in Mercedes’i, onun arkasında üç Mercedes daha, peşlerinde resmi plakalı 7-8 araç daha. Peşlerinde sivil plakalı bir grup araç. Arkada yine tepe lambaları açık polis otomobilleri.
Yanımızdan hızla geçerken sayabildiğimiz kadarıyla en az 20 otomobil.
Ne yapıyorlar derseniz yanıt basit.
Bakan Bey haftada bir iki tanesine çıktığı rutin yurtdışı gezilerinden birinden dönüyor, Ankaralı zevat da kendisini karşılıyor.
Bizim otomobili kullanan Sedat, ‘Fatih Bey hiç şaşırmayın. Bu yola bu görüntüyü her gün iki üç kez görebilirsiniz’ dedi.
Washington’da defalarca ABD’li bakanlarla karşılaştım yolda. Hiç böyle bir manzara görmedim. Başkanlar bile böyle bir konvoyla gezmiyor oralarda.
Avrupa’da böyle bir görüntü akla bile gelmez zaten.
Bir süre önce İstanbul Valisi ile sohbet ediyorduk. İstanbul’un büyük ve zor bir kent olduğunu söyledim. ‘Nasıl vakit yetiştirebiliyorsunuz’ diye sordum.
Yanıtından anladım ki, onun da vakitle ilgili en büyük sorunu protokol.
Her bakan, başbakan gelişinde yallah havalimanına. Yanında emniyet müdürüyle. Bazen günde üç dört kere.
Hal böyleyken, Başbakan’ın tasarruf genelgesinin bir anlamı var mı sizce!
Bürokratlar uçağa binmesinler. Ama bakanları karşılamaya tam kadro havalimanına gelsinler.
Ne de olsa Doğuluyuz. Vaktin para demek olduğundan habersiz.
Bilim adamı olmak için Berktay gibi düşünmek zorundasınız
SABANCI Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Halil Berktay ‘bilim adamı’ ise, Türkiye’de ve dünyadaki binlerce gerçek bilim adamına karşı büyük bir haksızlık yapılıyor demektir.
Halil Berktay, önce Milliyet’e verdiği bir röportajda ‘Ermeni soykırımı vardır’ dedi.
Okudum. Tezleri ilginçti. Kendisini konuyu aksi iddiadaki bir başka bilim adamıyla tartışmak üzere Teke Tek’e davet ettim.
‘Ben bu konuyu tartışmam’ diyerek reddetti.
Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde yine ‘tek yanlı’ yani sadece ‘Soykırım vardır’ diyenlerin katılabileceği bir platform oluşturdu. Kendisini yine davet ettim. Yine reddetti.
‘Resmi tezi savunanlarla değil, benimle tartışmasını’ önerdim. Onu da reddetti.
Dün de Vatan Gazetesi’nin ilavesinde ‘İlber Ortaylı dahil 350 bilim adamı bilimdışı davranıyor’ dedi.
Bilimdışı davranıyor dediği kişiler, ‘Ermeni soykırımı yoktur’ diyen bilim adamları.
Berktay’a göre onlar bilimdışı.
Bilim içi olanlar kimler peki. ‘Ermeni soykırımı vardır’ diyenler.
Başka bir deyişle Halil Berktay’ın fikirlerini paylaşıyorsanız bilim adamısınız, Halil Berktay’ın fikirlerini paylaşmıyorsanız bilim adamı değilsiniz.
Ve bu bilimdışı düşüncenin sahibi olan adam kendini kimin bilim içi, kimin bilimdışı olduğunu ‘belirleyecek’ kadar ‘yetkili’ görüyor.
Vah bu adamın eğittiği çocuklara. Vah bu adamın ‘bilim adamlığı’ yaptığı okullara.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Aklın önüne geçen hırsın fayda değil zarar verdiğini yaşamadan anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2005
TÜRKİYE, 3 Ekim’de Avrupa Birliği ile müzakerelere başlayabilmek için, Gümrük Birliği Anlaşması’nın 10 yeni üyeyi de kapsayacağını tescil eden bir ‘ek protokole’ imza atmak zorunda.17 Aralık Zirvesi’nden çıkan sonuç bunu ‘emrediyor’.AB’ye göre bu ‘şart’.Ancak bu şart bile Avrupa Birliği’nin aslında nasıl çifte standartlı, nasıl ikiyüzlü bir tavır içinde olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü aslında böyle bir gereklilik yok. Neden mi yok. Anlatayım. Hatırlayacaksınız, 1995 yılında AB yine küçük bir genişleme süreci yaşamıştı. İsveç, Finlandiya ve Avusturya, 1995 yılında AB’ye ‘tam üye’ olarak o yıl katılmışlardı. Bu üç ülke de Ankara Anlaşması’nda taraf olmadıkları için, aynen son katılan 10 ülke gibi Türkiye ile Gümrük Birliği konusunda da ‘taraf’ değillerdi.Yani bu 3 ülkenin Türkiye ile Gümrük Birliği yapabilmeleri için AB mantığına göre ‘ek protokol’ yapmaları gerekiyordu.Ancak o dönemde AB Komisyonu da, AB liderleri de böyle bir protokolden hiç söz etmediler. ‘Ek’ bir protokol yapılmadan Avusturya, İsveç ve Finlandiya da Türkiye ile Gümrük Birliği’ne dahil oldular. AB o dönemde de böyle bir ‘ek protokol’ isteseydi Türkiye açısından bir sorun yoktu. Çünkü Türkiye’nin bu üç ülkeyle de diplomatik ilişkisi vardı. Her nedense o zaman istenmeyen ek protokol 2004 yılında istendi. Çünkü buradaki amaç Gümrük Birliği falan değil, Türkiye’yi ‘tanımadığı’ Kıbrıs Rum Kesimi’ni Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanımaya zorlamak, ‘Rum masturbasyonunu’ AB eliyle yaptırmaktı. Şimdi 2 hafta içinde Türkiye ek protokolü imzalayacak. Ancak yapılması gereken Avusturya, Finlandiya ve İsveç’le Gümrük Birliği’ni yürürlükten kaldırmak. Ve AB liderlerine dönüp, ‘Kusura bakmayın bu ülkelerle yapılmış ek protokolümüz yok’ demek. Akşam’ın asparagasçılığı tescilliAKŞAM Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni sevgili arkadaşım Serdar Turgut önceki günkü yazımda ‘zeká pırıltıları’ bulduğu için sevinmiş. Gerçi daha sonra gazetenin ‘gerçek yöneticileri’ tarafından sansüre uğratılan yazısı daha ağır ama ‘sıkletimde olmadığı’ için Turgut’a bu konuda bir yanıt vermeyeceğim. Ama Serdar yine uzmanlık alanı dışına taşıyor. Ben Serdar’ın aklından hiç bir zaman şüphe etmedim. Tek sorunu aklının biraz aşağılarda olmasıydı. Hazır akıldan söz etmişken, Turgut’a haber değerlendirirken de aklını biraz yukarılara almasını tavsiye ediyorum. Çünkü Akşam giderek bir asparagas gazetesi oluyor. Doğan Grubu ile ilgili yaptıkları ‘asparagas’ ilk vukuatları değil çünkü. Daha önce Akşam muhabiri Yıldıray Yılmaz, şarkıcı Shakira’nın uçağına ‘asılsız bomba ihbarı’ yaptığı için gözaltına alındı ve şimdilerde 30 ay hapis istemiyle tutuksuz yargılanıyor. Yanılmıyorsam aynı muhabir Başbakan’ın uçağına mescit yapıldığı yolunda bir ‘palavraya’ imza atmış daha sonra bunun da asparagas olduğu ortaya çıkmıştı. Bu mu Serdar’ın ‘zeká dolu’ gazeteciliği. Serdar benim yazıma gülmüş. Ben de onun gazetesinin düştüğü duruma gülüyorum. NOT: Doğan Grubu ile ilgili düzmece haberi yapan muhabirin kimliği merak konusu olmuş. Çünkü bu yalanı Akşam Gazetesi imzasız bir haber olarak kullanmış ve haberin sorumluluğunu gazete üstlenmişti. Merak edenler için açıklayayım; düzmece haberi yapan muhabir Reşat Uzun isimli bir kişi. Bu kişiyle ilgili bütün belge ve bilgileri, talepleri üzerine Basın Konseyi’ne ilettim. Umarım gereği yapılır. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Kötülük gibi görünen bazı şeylerin uzun vadede iyilik olduğunu anladığımız zaman.
button
Yazının Devamını Oku