14 Ağustos 2007
ELİMDE İstanbul’da haftalık yayınlanan bir İslamcı dergi var. Seçim sonrasındaki iki ayrı kapağını burada görüyorsunuz. İlkinde Anıtkabir’e kilit vurulmuş ve altı ok, Atatürk’ün mezarından ceset halinde çıkarılıyor. Bir sonraki kapakta ise
altı ok şöyle tanımlanıyor: (Aslında
Cumhuriyet rejimine küfrediliyor!)
"Dinsizlik, Halk Düşmanlığı, Fahişelik-İbnelik, Ayyaşlık-Hırsızlık, Batıcılık-Hayvanlık, Vatan Hainliği."
* * *
Derginin
Anıtkabir kapaklı sayısında,
19. sayfada bir haber.
Bunları sizlerden özür dileyerek aynen veriyorum ki, herkes pisliğin boyutunu görsün. Haberin başlığı:
"Dayılanan pezevenge kurşun yağdı."
"Kayseri’de seks dükkanı açarak Müslüman halkımıza meydan okuyan pezevengin kerhanesi kurşunlandı. Kayserili Müslümanlar bu orospu çocuğunun açtığı seks dükkanına giderek ’Ananın porno filmi var mı, eğer gelirse biz satın alacağız. Ananın donunu da dükkanın girişine as’ dediler.
Şimdi biz laiklerden öğrendiğimiz yöntemlerle para kazamayı öğrenen bu orospu çocuğunun anasının filminin vizyona giriş haberini bekliyoruz.
Müslüman Kayseri halkı bizi yanıltmadı ve pezevengin işyeri kurşunlandı. Onları tebrik ediyoruz.
Gün geçmiyor ki Laik Cumhuriyet’in Allahsız ve ahlaksız rejiminin pislikleri görülmesin. Cumhuriyet kazanımları!
’İlke ve inkılapların’ oluşturduğu bu manzara karşısında biz intikam yemini ettik.
Tek tek ve topyekun, hesabını bu dünyada görmek üzere Allah’tan memuriyet diliyoruz."
Bu yayınlar (hem de
"Müslümanlık" adına) İstanbul’da
Valiliğin, Savcılığın, Emniyet ve öteki ilgili makamların gözleri önünde yapılıyor.
Devlet var mı? Var, var!Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2007
ABDULLAH Gül cumhurbaşkanı olsun mu, olmasın mı? Şimdi bütün Türkiye bunu tartışıyor. O mu olmalı, başkası mı? Abdullah Bey havaya iyice girdi, kendisini Çankaya’da görüyor. Buna karşın Tayyip Bey kesiminden yükselen ve ortalığa yayılan hava çok farklı. Tayyip Bey, "arkadaşının" oraya seçilmesine karşı... "Dün dündür, bugün bugündür" anlayışında... Çünkü seçildiği takdirde ülkenin büyük gerilim yaşayacağının ve Başbakan kimliği ile kendisinin yıpranacağının farkında.
Aralarında bir sinir harbi sergileniyor ve bu harp kendi kadroları, danışmanları ve medya aracılığı ile sürüp gidiyor... Ve anlaşıldığı kadarıyla ikisi bir araya gelip soruna çözüm bulamıyor.
İslamcı basın ise tam kadro desteğini Abdullah Gül’e veriyor.
* * *
Bu olayda karşımızda farklı bir tablo var. Bunun üzerinde hiç durulmuyor.
Bu tablo aslında bir maçın sonucu olarak gündeme geliyor.
TBMM Başkanlığı’na karısının başı açık Köksal Toptan seçildi.
Örtülü-örtüsüz maçı şu anda 1-1 berabere devam ediyor.
Ne maçı demeyin!
Başı açıklar ile türbanlılar arasındaki maçtan söz ediyorum! Tayyip Bey’in karısı örtülü. Bu durumda maçı 1-0 türbanlılar önde götürüyordu. Karısının başı açık Köksal Bey, TBMM Başkanı seçilince, durum 1-1 oldu.
Üçüncü gol çok önemli! O golü atan taraf, maçı -şimdilik- kazanacak.
Eşitliği bozacak gol cumhurbaşkanlığı seçiminde atılacak.
Abdullah Gül, cumhurbaşkanı seçildiği takdirde türbanlılar ve türban destekçileri 2-1 öne geçecek.
Çankaya’ya karısının başı açık biri seçildiği takdirde türbancı kesim maçı 2-1 kaybetmiş olacak ve bu yenilgiyi hazmedemeyecek.
Aslında Tayyip Bey’in gönlü elbette türbanlıdan yana. Ancak Çankaya’da karısı türbanlı bir cumhurbaşkanı olduğu takdirde yaşayacağı büyük sıkıntıları biliyor ve görüyor. O yüzden maçı başı açıkların kazanmasını -içinden gelmese bile- istiyor.
Oynanmakta olan cumhurbaşkanlığı maçının amacı bu saatten sonra Çankaya’ya kimin seçileceği değil. Cumhurbaşkanlığı seçimi, oraya seçilecek kişinin karısının türbanlı olup olmamasına endekslendi! Vay benim ülkem, vay Atatürk Türkiyesi vay!
Maç devam ediyor, galibiyet golünü kimin atacağını ve sonuçlarını bir süre sonra hep birlikte göreceğiz inşallah!
İSTİFANIN BÖYLESİ!..
SEÇİM öncesinde partilerin aday listeleri açıklandı. CHP, Manisa’da birinci sıraya Şahin Mengü’yü, ikinci sıraya Erdoğan Yetenç’i koydu. Mengü yakın arkadaşım. Haftalar öncesinden Manisa’ya gidip karargáh kurdu. Birinci sıradaydı ve seçilmesi yüzde 100’dü. Buna rağmen haftalar boyunca Manisa’yı köy köy dolaştı, ayak basmadığı yer kalmadı.
Sık sık haberleşiyorduk ve Mengü sürekli yakınıyordu:
"Abi bu Erdoğan Yetenç’le bu iş olmaz. Manisa’da bunu seven, güvenen bir kişiye rastlamadım. Geçen dönemde de milletvekili idi ama herkes kendisinden nefret ediyor. Partinin oylarını düşürüyor. Keşke listemizde bu adam olmasaydı. Bizim ayak bağımız oldu. Mücadeleyi öteki partilerle değil, oy kaybetmeyelim diye bunu suçlayanlarla yapıyorum. Beyefendi zaten ortalıkta yok!"
Doğrusunu isterseniz, kendisiyle seçim öncesinde konuştukça Mengü’nün bu olayı abarttığını düşünüyordum. Seçim sonuçları alındı. CHP Manisa’dan -tahminlerin altında- sadece iki milletvekili çıkarabildi. Şahin Mengü ve Erdoğan Yetenç. Kendi kendime "Galiba Şahin haklıymış" dedim!
Milletvekilleri yemin ettiler. Aradan birkaç gün geçti ve Erdoğan Yetenç isimli milletvekili -yeniden İdare Amiri seçilemediği ve kırmızı plakalı araçtan yoksun kaldığı için- CHP’den cuma günü istifa etti.
Seçileceksin ve anında, böyle ipe sapa gelmez bir gerekçeyle istifa edeceksin! Görülmüş, duyulmuş şey değildir. (Önümüzdeki hafta yine CHP’ye girme olasılığı varmış!)
İnsanların olduğu gibi siyasetin de bir onuru, ilkeleri, omurgası vardır. (Pardon, olmalıdır demek istiyorum!) Bay Yetenç’e şimdi soruyorum:
Dün bir, bugün iki. Ayıptır yahu, bu nasıl iştir? Bu nasıl ahlak ve siyaset anlayışıdır?
Bu durumda milletvekilliğinden de derhal istifa etmelidir...
Ve CHP yönetimi listeye koyduğu o şahsın vebalini günahını yüklendiğini açıklamalı, böyle birini listeye nasıl koyduğunu da inceden inceye düşünmelidir.
* * *
Emin Çölaşan’ın notu: Hürriyet ailemize katılan Yılmaz Özdil’e hoşgeldin diyorum. Özdil’in yazılarını kaçırmayın, zevkle okuyacaksınız.
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2007
ANKARA’da yaşayan insanların, sorumsuz bir belediye ve onun başındaki şahıs yüzünden günlerdir çektikleri, kitaplara konu olacak bir hadise. Size önce dünkü gazetelerin manşetlerinden, başlıklarından örnekler vereyim. Olayın özü burada yatıyor:
Hürriyet: "Gökçek, banyo yapmayın, başınızı yıkayın. Tek çözüm Rabbimin yağmur vermesi dedi!" (Daha önce de tatile gidin demişti!)
Bugün: "Susuzluğun suyu çıktı. Başkentteki su krizi ürperten boyutlara ulaştı. Susuz kalan hastaneler hasta kabul etmiyor, ameliyatlar iptal ediliyor. Memurlara öğle yemeği servisi kaldırıldı, restoranlar tuvaletlerini kapattı, rögarlardan pis kokular çıkıyor. Halk kuyulara akın etti."
Zaman: "Susuz kalan başkentte sağlık alarmı. İshal vakalarında artış. Başhekimler salgın uyarısında bulundu."
Vatan: "Başkentte susuz yaz kábus oldu. Hayat durma noktasına geldi. Ameliyatlar durdu, sokaklar koktu. Hastalar taburcu ediliyor. Umumi tuvaletlere kilit vuruldu. Salgın hastalık uyarısı yapıldı.
Hürriyet Ankara Eki: "AKP’den milletvekili seçilen DSİ Genel Müdürü Veysel Eroğlu, istense Ankara’ya su getirirdik dedi ve Melih Gökçek’i eleştirdi."
Cumhuriyet: "Ankara’da ameliyatlar erteleniyor, halk isyan ediyor, büyükelçilikler şaşkın. Başkentte su çilesi. Çeşmelerde kuyruk oluşturan Ankaralılar Gökçek’e ateş püskürüyor. Gökçek salgın hastalık olursa sorumlusu ben değilim dedi. Bir AB diplomatı, yaşananların şaşkınlık verici olduğunu söylerken, bir Arap diplomat bizde de su yok ama su kesintisi olmaz dedi."
Akşam: "Bir bu eksikti! Susuzluk nedeniyle birçok kamu kuruluşu, personeline yemek veremiyor."
Birgün: "Lağım içirecekler. Susuzluk sorununa çözüm olacağı iddia edilen Kızılırmak suyunda çevresel atık ve kanalizasyon var. Gökçek suç işliyor."
Yeniçağ: "Salgın paniği. Susuzluktan kıvranan Ankara kokmaya başladı."
Milliyet: "Başkentte Gökçek afeti. Ankara’dan manzaralar... Gökçek, bütün dünya Müslümanlarının Ankara için dua etmesini istedi!"
Sözcü: "Ankara koktu. Bir haftadır suyun akmadığı başkentte hayat çekilmez hale geldi. Vatandaş bir damla su için çırpınıyor. Melih Gökçek’e tepkiler sürüyor."
Radikal: "Kurumların önerileri yıllarca duymazdan gelindi. Gökçek, Ankara’yı nasıl susuz bıraktı? DSİ defalarca uyardı, susuzluğu önleyecek proje ihale bile edildi. Ancak kaynak yok diyen Gökçek, ASKİ’nin paralarını yol ve kavşaklar için harcadı."
Dünkü gazetelerin manşetleri ve başlıkları, Ankara’da milyonlarca insanın yaşadığı inanılmaz rezaleti zaten gözler önüne seriyor.
* * *
Bu rezaletten bire bir sorumlu olan şahıs ekranlara çıkıyor, güya kendini savunuyor ve bu gerçekleri dile getirenleri suçlamaya kalkışıyor! O kadar ki, susuzluğun sorumlusu olarak, beş yıl boyunca kendi partilileri tarafından yönetilen DSİ’yi gösteriyor.
Ana su borularının patlamasında suçladığı ise, yine kendi partisinden olan Yenimahalle Belediyesi! Boruları suyun yanlış ölçülen basıncı değil, onların iş makineleri patlatmış!..
Ve sonuçta işin Allah’a kaldığını kabul ediyor, tüm dünya Müslümanlarını Ankara’nın su sorunu için dua etmeye çağırıyor. O Müslümanların yapacak başka bir işi yoksa, elbette dualarını bizden esirgemeyeceklerdir!
Bu görülmemiş pişkinlik sonrasında acaba yüce Allah kendisine demez mi ki, "Ey kulum, bugüne kadar ayakta uyudun ve paraları çarçur ettin. Su sorununu çözmek yerine cilalı, gösterişli işlere yöneldin. Sen görevini savsakladın, şimdi benim adımı ağzına alma."
Ankara’da olanları, boşa harcanan, heba edilen trilyonları, kişisel ve siyasal çıkar için kullanılan paraları burada defalarca yazdım.
Şimdi su sorunu patladı ve kendisinin cilası kazındı. Yazdıklarımızın, uyarılarımızın, çarçur edilen paraların, ihmalciliğin, vurdumduymazlığın doğru olduğu bir kez daha ortaya çıktı.
Üstelik hem biz rezil olduk, hem de dünyaya rezil olduk!
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2007
PROF. Dr. Şükrü Kızılot’un dünkü Hürriyet’te çıkan yazısını okudunuz mu? Okumadıysanız, lütfen bulup okuyun. Yazının başlığı şöyle: "Yabancılar için faiz ve borsanın dayanılmaz cazibesi."
Kızılot Türkiye’nin önde gelen sayılı maliye ve vergi uzmanlarından biridir. Yazılarını aynen Milliyet’te Güngör Uras gibi basit ve anlaşılır bir biçimde yazar ve herkesin anlamasını sağlar.
Türkiye yabancılar tarafından soyuluyor. Ancak bu soygun silahla yapılmıyor! Tamamen yasal. AKP iktidarının uyguladığı para politikaları ve yabancılara sağladığı yasal ayrıcalıkla yapılıyor. Bu soygun, daha sonra onlar açısından vurguna dönüşüyor.
Dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen bir kazanç elde ediyorlar ve gerektiği anda "Haydi bize eyvallah, çok teşekkür ederiz" deyip gidiyorlar.
Soyulan, iliğimize kadar sömürülen biziz ama kimsenin kılı kıpırdamıyor.
* * *
Türkiye, AKP iktidarı döneminde "dünyanın en yüksek faizini veren" ülke oldu. Son bir yıl içerisinde borsada elde edilen kazanç dolar bazında yüzde 63, Euro bazında yüzde 52, Hazine bonosu ve Devlet tahvili bazında ise yüzde 50’ye ulaştı. Somut örnek:
31 Temmuz 2006’da dolar kuru 1.568 YTL idi. Bu kurdan dolar bozduran yabancılar yüzde 22.8 faizli Hazine bonosu aldılar. Bu bonoları 31 Temmuz 2007’de, yani tam bir yıl sonra sattılar. Dolar kuru bu kez 1.280 YTL idi. .
Böylece, tam bir yıl önce Türkiye’ye yatırdıkları bir milyon doları, bir milyon 504 bin dolar olarak geri götürdüler.
Kazançları, bir yılda dolar bazında yüzde 50 olmuştu!
Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir vurgun, böyle bir yasal soygun yapmak mümkün değil. Şimdi belki diyeceksiniz ki "Kazanmışlar ama vergisini de elbette vermişlerdir." Hayır, yabancılar için bu kazancın vergisi de yok!
AKP iktidarı mevzuatı değiştirdi. Sıfır vergi!
* * *
Ülkemiz, yabancı yatırımcılara çalışıyor! Ancak bu yatırımcılar burada gelip fabrika kurmuyor, insanlara iş yaratmıyor. Bunlar para cambazı. Türkiye’ye sıcak para, kara para, ak para, serseri para, her neyse getiriyorlar.
Paraları bozdurup borsaya, Devlet tahviline, Hazine bonosuna yatırıyorlar. İstanbul borsasının yüzde 72’si şu anda yabancıların elinde!
İktidar bu yabancılara inanılmaz vergi ayrıcalıkları sağladı.
Yabancı para yatırımcısı parasını Türkiye’ye getirdiği, ya da götürdüğü zaman kendisinden vergi alınmıyor. Borsa gibi, Devlet tahvili ve Hazine bonosu kazancında da vergi yok!
Dünyanın en yüksek reel faizi Türkiye’de. Böylece dolar bozduran yabancılar yüksek faiz-düşük kur sarmalında büyük paralar kazanıp gidiyorlar. Ya da daha fazla vurmak için bekliyorlar.
Ne zamana kadar bekleyecekler?
Sorun işte burada yatıyor. Paralarını çekip gittikleri anda Türk ekonomisi sarsılacak, kıyametler kopacak.
Hükümet bunu önlemek için faizi yüksek, döviz kurlarını düşük tutuyor. İhracatçı ağlaşıyor, kredi alanla veren ağlaşıyor ama hiçbir şey değişmiyor.
Yabancılar bizim onlara sağladığımız avantaj ve ayrıcalıkları iyi görmüş, hep birlikte bizi içimizden vuruyorlar. İliğimize kadar sömürüyorlar.
Osmanlı döneminde devleti ve milleti yine yabancılardan oluşan banker-sarraf- tefeci güruhu sömürürdü. Şimdi Türkiye’yi onların benzerleri, bu kez "yatırımcı" kimliği ile sömürmeyi sürdürüyor.
Bir yılda dolar bazında yüzde 50 net vurgun! Ama kabahat onlarda değil, onlara bu vurgun ortamını yaratan bizimkilerde.
* * *
Yazımı yine Prof. Dr. Şükrü Kızılot’tan alıntı yaparak bitireyim:
"Vergi ve faiz avantajları nedeniyle Türkiye’ye gelen sıcak (emanet) para 90 milyar dolara ulaşmış durumda. Döviz kuru düşük, faiz böyle yüksek olduğu sürece, Türkiye, sıcak paranın aktığı ülke olmaya devam edecek. Türkiye yabancılar için inanılmaz bir cazibe merkezi oldu. Türkiye’ye akın ediyor, inanılmaz paralar kazanıyorlar..."
Peki o büyük paralar, yabancıların hem de bir kuruş vergi vermeden, bir kişiye iş yaratmadan, bir tek fabrika kurmadan kazandığı o milyarlarca dolar kimin cebinden çıkıyor?
Bizim!.. Hepimizin!.. Farkına bile varmadan, çaktırmadan!..
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2007
SEVGİLİ okuyucularım, bu yazıyı belki birkaç ilkel Afrika ülkesi hariç, başkentinde susuzluk çekilen tek ülkeden -Ankara’dan ve utanarak- yazıyorum. Hastaneler, öğrenci yurtları, kışlalar, evler ve işyerleri perişan durumda. Salgın hastalıklar kapıda bekliyor. Dün bazı gazetelerin manşetinde, hemen hepsinin iç sayfalarında bu konu vardı. Televizyon haberleri aynı rezaletle doluydu.
Ankara’da suyumuz güya 48 saat akacak, 48 saat kesilecekti! Bu programa asla uyulmadı. Pek çok semt 72 saat su alamadı. Fakat gelin görün ki, su kesintileri sonrasında ana borulara basınçlı su verdiler.
Çürük ana borular iki kez patladı! Sular 30 metre yükseğe fışkırıyordu.
Yüzlerce ev ve işyerini sular bastı. Ankara’da nehirler aktı, göller oluştu... Ve Büyükşehir Belediyesi adına birileri sonucu açıkladı:
"Valla büyük şanssızlık! Şimdi borular tamir edilecek. Tüm Ankara’ya cuma gece yarısına kadar su hiç verilmeyecek!"
Bu demektir ki, cumartesi gününe kadar yine susuz kaldık. Bay Gökçek’in önerileri doğrultusunda tatile de gidemedik ve bu sıcaklarda yandı gülüm keten helva.
Musluğu açıyorsunuz, tıssss diye bir ses. Ne zaman geleceğini Allah’tan başka bilen yok. Tüm bahçeler kurudu, ağaçlar kuruyor. Yeşil Ankara sarı renge büründü.
Bir düşünün, işyerinizde, kışlada, hastanede sular akmıyor ve pek çok kişi aynı tuvaleti kullanıyor. Terlemişsiniz, evinizde yıkanmanız mümkün değil. Abdest alacaksınız, su yok.
İnsanlar Belediye binası önünde protesto gösterisi yapıyor, bu susuzlukta evlerini ve işyerlerini su basan insanlar "Gökçek istifa" diye slogan atıyor. Rezalet tablosunu dünkü gazetelerden vereyim:
* * *
Hürriyet Ankara Eki’nin dünkü manşeti: "Kavrulan başkentin göbeğinde ikinci boru da patladı. Su önüne çıkan ne varsa sürükledi. Arabalar sürüklendi. Sanki mahşer günü... Gökçek beş gün banyo yapmadan durabilir mi? Başkentin su isyanı büyüyor. Başkentliler isyan bayrağını çekti.
Kurak başkent suda boğuldu!
Meslek Odaları ayaklandı: Bütün suç, sorumsuz davranan belediyede."
Sabah Ankara Eki’nin dünkü manşeti: "Vah Ankaram. Ana borunun patlamasının ardından ortalık afet alanına döndü. Sel, önüne çıkanı alıp götürdü. Sokaklar, köprüler, evler ve işyerleri balçıkla kaplandı. Kesintiler uzayacak."
Bugün gazetesinin dünkü manşeti: "Uzmanlar uyardı. Kesintiden sonraki ilk suyla dişinizi bile fırçalamayın. Basınç ayarı bozulan su boruları, musluklara pis su taşıyor."
Milliyet: "Ankara günlerce susuz kalacak."
Radikal gazetesinin manşeti: "Ankara’yı susuz bırakan sadece kuraklık değil. Gökçek fiyaskosu. Gökçek nerelerde?"
Referans gazetesinin dünkü manşeti: "Patlayan su boruları gerçeği ortaya çıkardı. Gökçek Ankara’nın üstünü süslerken altını ihmal etti. Gökçek ASKİ’nin 350 milyon dolarını yol ve kavşak yapımına harcadı..."
Birgün gazetesinin dünkü manşeti: "Ankaralının suyu, Gökçek’in çamuru. Ankaralılar çileden çıktı. Halk Gökçek’in istifasını istiyor."
Akşam gazetesinin başlığı: "Kestikleri su sokağa aktı! Ankara en az beş gün daha susuz."
Sözcü gazetesi: "Sular boşa aktı, Gökçek baktı. 10 gündür susuz Ankara’yı su bastı!"
Cumhuriyet gazetesi: "Gökçek, evlerini su basınca kendisini protesto eden yurttaşları sol örgüt mensubu militan ilan etti!"
Yeniçağ gazetesi: "Susuzluktan kıvranan Ankara’yı sel bastı!"
* * *
Ankara’da Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan gereksiz harcamaları, savurganlığı, göz boyamaca yatırımları burada defalarca yazdım. Bizim çoğunluğumuz başına bir felaket gelmedikçe, gerçekleri pek görmek istemez.
Felaket şimdi geldi ve karşımızdaki tablo böyle. Su kesintisi başlatanların altyapı için hiçbir şey yapmadığı şimdi ortaya çıktı. Dahası, oy kaybı olmasın diye kesintiyi seçim sonrasında başlattılar.
Şimdi cila kazındı, takke düştü, kel göründü!
Dünyanın -çöldeki ülkeler dahil- suyu olmayan tek başkentinde yaşıyorum. Sorumlular ortalıktan toz olmuş durumda!.. Ankara’da beş milyon kişi ıstırap çekiyor.
Bu ortamda AKP’den ses yok. MHP’den de yok. CHP TBMM Başkanlığı’na bu konuda iki ayrı soru önergesi verdi ama yetmez. Yanıtı aylar sonra gelir.
Haydi DTP, bari siz gidin bu işin üzerine!
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2007
SEVGİLİ okuyucularım, bugün size mutlaka okumanız gerektiğine inandığım çok güzel ve çok ilginç bir kitaptan daha söz edeceğim. Prof. Dr. Hikmet Özdemir tarafından yazılan "Komutan ve Evlatları".
Bu kitabı, haberlerini her gün medyadan izlediğimiz ANKA Ajansı, bir kültür yayını olarak çıkarmış. (www.ankaajansi.com.)
Kitap, Çanakkale cephesinde önce 19. Tümen komutanı, sonra da Kolordu düzeyinde Anafartalar Grubu Komutanı olarak görev yapan Yarbay Mustafa Kemal’i belgelerle, Türk ve yabancı kaynaklardan alıntılarla anlatıyor.
O Çanakkale cephesi ki, Birinci Dünya Savaşı’nda dört yıl boyunca yenilmediğimiz tek cephe olarak tarihte yerini almış durumda.
Galiçya, Kafkas, Doğu Anadolu, Suriye, Irak, Filistin cephelerinin tümünde yenildik ve 1918 yılında teslim anlaşmasını imzaladık. Düşman orduları sadece Çanakkale’yi geçemeyip geri çekildi.
Yarbay Mustafa Kemal, Çanakkale cephesinde sadece düşman ordularıyla değil, kendi çıkarları için Mehmetçiği harcamaya kalkışan müttefikimiz Alman komutanlarla da boğuştu ve emirlerine karşı çıktı.
* * *
İsmi düşman ülkelerin raporlarında, düşmanlarının kitaplarında sık sık yer aldı. Sir Winston Churchill, 1923 yılında yayınlanan kitabında şöyle diyordu:
"Mustafa Kemal 9 Ağustos günü Anafartalar’daki başarılı harekátından sonra geceyi, bu paha biçilmez sırtı alma hazırlığı içinde büyük çaba harcayarak geçirmiştir. Bizzat yönettiği şiddetli baskın hücumu ile bu dar bölgede yerleşmiş olan bin kişilik İngiliz kuvvetini yok etmiştir. Türkler Conkbayırı’nı aşmışlar ve zaferin sonuna kadar da orada kalmışlardır.
Bu başarı, perdeyi kapatan olaydır."
Cumhuriyet kurulmuş ve Atatürk Cumhurbaşkanı olmuştu. O zaman bile geçmişin düşmanları makamına geliyor ve Çanakkale olayı masalara haritalar serilerek tartışılıyordu.
* * *
Yıl 1934. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, düşman askerlerinin 162 bin ölüsüne karşın bizim yaklaşık 110 bin şehit verdiğimiz Çanakkale savaşlarının yıldönümü için yöreye gidecek ve dünyaya hitap eden bir nutuk söyleyecek. Atatürk bu olayı önemsiyor...
Ve Şükrü Kaya’yı yanına çağırıp direktif veriyor:
"Orada güzel bir nutuk vereceksin. Aziz şehitlerimizi de ziyaret edeceksin. Yalnız, nasıl bir nutuk söyleyeceksin? Ben söyleyeyim. Mehmetçik abidesinin başında dilinin bütün talakatıyla (açıklığı ile) konuşacaksın. Siz göğüslerinizi çelik kalelere siper etmeseydiniz bu doğa aşılır, İstanbul işgal edilir, vatan toprakları istilaya uğrardı diyeceksin. Hayır, hayır... Sen dünyaya da hitap edeceksin. Çanakkale’de yalnız bizim şehitlerimizi değil, bu toprak üstünde kanlarını döken insanları da, o kahraman savaşçıları da hürmetle, saygıyla anacaksın..."
Ve Atatürk, Şükrü Kaya’ya bizzat el yazısıyla hazırladığı bir not iletti ve ekledi:
"Bunu orada aynen okuyacaksın."
El yazılı notunu İçişleri Bakanı’na verdi ve bir zamanlar savaştığı düşman askerleri için yazdığı bu sözler Atatürk adına Çanakkale’de okundu, tarihe altın harflerle geçti:
"Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz.
Sizler Mehmetçiklerle koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan (İngiltere, Fransa, Hindistan, Nepal, Afrika, Yeni Zelanda, Avustralya) evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır.
Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır."
Prof. Dr. Hikmet Özdemir dört dörtlük, belgelerden ve yerli yabancı devlet arşivlerinden oluşan bir kitap yazmış, Çanakkale cephesinde komutan Atatürk ve onun evlatları olan Mehmetçiği anlatmış.
Ellerine sağlık.
Bu kitabı lütfen okuyunuz.
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2007
TÜRKİYE’de belli kurumları yıpratmak için gündeme getirilen bazı fikir ve görüşler çok ilginç! Yıpratılmak istenen kurumların başında TSK geliyor... Ve gerekçeler üretiliyor: "Efendim, kesin olan Yüksek Askeri Şûra kararları yargı denetimine açılsın."
YAŞ toplantısı cumartesi günü bitti. Bu önemli kurul, Başbakan başkanlığında toplanıyor, hükümetten Milli Savunma Bakanı da katılıyor. Öteki üyeler Genelkurmay Başkanı başta olmak üzere tüm orgeneral ve oramiraller. Asker kesimi 14 kişiden oluşuyor.
Son YAŞ toplantısında TSK’daki atama ve terfiler belirlendi. Ayrıca 23 personelin TSK ile ilişkisi kesildi.
10 kişi irtica, 13 kişi disiplinsizlik, emirlere itaatsizlik, yasadışı işlere bulaşma gibi suçlardan atıldı.
* * *
YAŞ kararları kesin. Bu konuda yargıya gidilemiyor. Uzun süredir Türkiye’de belli çevrelerden yükselen bir ses var:
"Sivilleşme ve demokratikleşme (!) adına YAŞ kararları yargı denetimine açılmalıdır. Hazırlanacak sivil anayasada bu hüküm mutlaka yer almalıdır."
Varsayalım bu olay gerçekleşti. Yeni bir anayasa yapıldı, ilgili yasalar çıkarıldı ve YAŞ kararları yargı denetimine açıldı.
Bu durumda neler olacak?
Örneğin, general olamayan bir kurmay albay, haksızlığa uğradığı gerekçesiyle İdare Mahkemesi, Askeri İdare Mahkemesi veya Danıştay’da (yasanın belirleyeceği yerde) dava açacak. Aynı biçimde, terfi edemeyip kadrosuzluktan emekliye sevk edilen bir general, ya da irtica, uyuşturucu, yasadışı işler nedeniyle emekliye sevk edilen herhangi bir personel de aynı hakka sahip olacak.
Belki bazıları, açtıkları davaları kazanacak.
Bunun Türk ordusunda yaratacağı kargaşayı düşünebiliyor musunuz!
* * *
Geçmişte bu uygulama vardı. Örneğin, emekliye ayrılan bazı generaller dava açardı. General olamayan bazı albaylar da aynı yola başvururdu.
İdari yargı, kararlarını dosya üzerinden verir. Onlardan bazıları açtıkları davaları kazandı. (O zaman sivil ve askeri idare mahkemeleri yoktu, sadece Danıştay vardı.)
Ve "Danıştay paşaları" ortaya çıktı!
Şimdi aynı uygulama başlatılırsa "yargı kararıyla generaller" oluşacak. Emekli olanlar, irticaya bulaşanlar, disiplinsizlik yapanlardan bir bölümü belki yeniden üniformayı giyip orduya dönecek!
Bu süreçte dava dosyaları, gizli belgeler ve bilgiler, basın açıklamaları, suçlamalar havada uçuşacak ve birileri TSK’yı yıpratmaya kalkışacak.
Bazılarının diline doladığı "sivilleşme ve demokratikleşme" uğruna böyle bir uygulamaya girişmek her şeyden önce Türk Ordusu’nu yıpratır. Ast-üst ilişkilerini ve disiplini zedeler.
İçinde yaşadığımız AKP döneminde Başbakan ve Milli Savunma Bakanı, irtica ve disiplinsizlik nedeniyle TSK’dan atılan personel için boşuna muhalefet şerhi koymuyorlar. Onların da amacı aynı:
"YAŞ kararları yargı denetimine açık olsun."
Ama bütün yetkiler ve sayısal çoğunluk ellerinde olduğu halde yasal değişikliği yapmıyorlar, yapamıyorlar.
Özellikle İslamcı medya ile entel ve İkinci Cumhuriyetçi takım bu konuda sürekli bastırıyor!
YAŞ kararlarının yargı denetimine açılmasına sonuna kadar karşıyım... Çünkü arkasındaki oyunu, yapılan hesapları iyi biliyorum. Benim bilmem yetmez. Bu konu gündeme geldiğinde büyük kesimlerin de karşı çıkacağına inanıyorum.
* * *
Emin Çölaşan’ın notu: 22 Temmuz Pazar günkü seçimde parmağıma sürülen boya, aradan tam iki hafta geçmesine karşın çıkmadı. Tırnaktaki leke neredeyse aynen duruyor. Başkalarının parmaklarında da aynı şeyi görüyorum. Bu boya yerli midir, ithal midir bilmiyorum. Üreteni kutluyorum.
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2007
SUSUZLUĞUN kara mizahı olur mu demeyin. Burası Türkiye’dir, her şey olur. Bu ülkenin başkentinde insanlar susuzluk çekerken, bu yaz günlerinde musluktan su akmazken, sadece yakınmazlar. Bazen de başlarına gelene acı acı gülerler!
Osmanlı’nın Maarif Nazırı (Eğitim Bakanı) tarafından söylenmiş bir söz vardır ve tarihe geçmiştir:
"Şu mektepler olmasa maarifi (eğitim işlerini) ne güzel idare ederdim."
İsterseniz bu sözü Ankara’ya, Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentine, bazı ilkel Afrika ülkeleri dışında musluktan su akmayan dünyanın tek başkentine uyarlayalım.
"Su sorunu başımıza çıkmasaydı Ankara’yı ne güzel yönetirdik!"
Burada parantez açıp sizlere bir anımsatma yapmak istiyorum. Ankara’da sular akmazken, bidon ve leğen sektörüyle birlikte rezalet her geçen gün büyürken, askeri birlikler, hastaneler, işyerleri, bütün kurumlar, evler yakınırken, iktidar ve muhalefetten hiçbir söz duydunuz mu?
Diyelim ki iktidar bu konuda konuşamaz. Ya muhalefet?.. Ya CHP? Demek ki onların da söyleyeceği bir şey yok!
* * *
Kara mizah sürüp gidiyor. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek buyurdu:
"Belediye personelini iki aylık izne çıkarmayı planlıyorum. Ankara halkı da tatile gitsin, böylece Ankara’nın nüfusu azalsın ve su tüketiminde düşme sağlansın. 50-60 bin kişi anasının babasının yanına gitsin. Fena mı olur!"
Çok şey yaşamıştık da, bu kadarını duymamıştık. Burada benim de kendisine destek olma açısından bir önerim olacak! Dikkate alınmasını istirham ederim!
Ankara’daki askeri birliklerde on binlerce asker var. Onları terhis edelim. Hastaneleri boşaltalım. Böylece hastanelere eski petrol tankerleriyle su taşınmasına son verip bir tasarruf daha sağlayalım. Kamuda çalışanların tamamını izne çıkaralım.
* * *
Sonra şöyle konuştu: "Bizim zeká seviyemiz Cenab-ı Allah’ın bu kadar afet vereceğini bize düşündürmedi."
Estağfurullah! Bu işler zeká seviyesiyle değil, oy apartma hırsıyla ilgilidir. Ankara’da su kalmadığı aylar öncesinden belliydi. Oy kaybı olmasın diye seçime kadar kesintiye gitmediler. Seçim bitti, kesinti başladı.
Sonra Ankara’da yaşayanları suçladı:
"Ben sizi suyu iktisatlı kullanmanız için 2005’te ikaz etmiştim. Tasarruflu kullanılsa, belki suyu kesmeyecektik."
Vay canına! Dünyanın bir başka ülkesinde yaşıyor olsaydık, başımıza bu belaları açan sorumsuzlar görevden alınır, hesap vermeleri istenirdi.
Dedim ya, ne iktidardan tık var, ne de muhalefetten.
* * *
Evet, kara mizah sürüp gidiyor. Aynı belediye başkanı basın toplantısında şöyle dedi:
"Su kesintisinin sorumlusu biz değiliz. Suçlamalar art niyetli ve taraflı. Türkiye’de içme suyu temini DSİ’ye aittir. Asıl sorumlu DSİ’dir. Biz DSİ’yi uyarmıştık."
Bakın burada haklı! Tamamen doğru söylüyor! Niçin?..
Çünkü hepinizin bildiği gibi, DSİ’yi AKP iktidarı değil, CHP yönetiyordu! Onlar Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne korkunç bir sabotaj yaptılar!
Sonra sözlerini sürdürdü:
"Susuzluk yüzünden doğabilecek salgın hastalık riski belediyeye yüklenemez."
* * *
Peki bu işin sonu nereye varacak? Gazeteciler kendisine bunu da sordular. Yanıtı şöyle oldu:
"Cenab-ı Allah bilir. Cenab-ı Allah isterse Ankara’nın su sorunu bir anda çözülür."
İstanbul ve Ankara’da yaşayan milyonlarca insan susuzlukla karşı karşıya. İşin şakası yok. Ellerinde sonsuz para vardı. Bu iki büyük kentin belediyeleri trilyonları, yüz milyonlarca doları gereksiz işlere harcadılar, siyasi yatırım aracı olarak kullandılar.
Kendi futbol kulüplerine bile destek yağdırdılar.
Ama su olayını hiç düşünmediler.
Ak mizahtır, kara mizahtır diye gülmeyin! İşimiz Allah’a kaldı. Dün İstanbul’da yağmur duası yapıldı. Allah hepimize sabır versin. Amin.
Yazının Devamını Oku