12 Şubat 2011
GENEL seçimlere az bir zaman kaldı. Güzel ve yalnız ülkemin ufkunda ara sıra beliren, yağmasa da gürleyen petrol bulutları yine dolaşmaya başladı.
Güngör Uras’ ın köşesinde okudum. Karadeniz’de petrol arayan “azdelen” matkap başarısız olmuş. Yerine “uzdelen” bir matkap gelecekmiş. Hepimizin içini ferahlatan “petrol bulundu” veya bulunacak haberlerini veren yüksek ilim sahibi ilgililere teşekkür borçluyuz. Pek tabii petrol öyle ucuza aranan ve bulunan bir nesne değildir. Devlet de kesenin ağzını açmalıdır yani. Eğer ülkemizde öyle kolayca bulunacak petrol rezervleri olsaydı onu “baba petrolcüler” de bulurdu. Ama biz zoru başarmalı, petrolümüzü yerin yedi kat dibinde bile olsa, kendimiz bulup çıkarmalıyız. Hayırlı olsun.
* * *
2010 yılında Türkiye, petrol ve doğal gaz ithalatı için yaklaşık 36 milyar dolar para harcamış. Bu, tüm ihracat gelirimizin % 31’ne denk geliyor. Bizim “sıcak para gelmezse Türk ekonomisi batar” tezine abone iktisatçılarımız şöyle konuşur: Görüldüğü gibi Türkiye, kendi petrolünü kendi çıkarsa, 50 milyar dolara giden cari açığı, kendiliğinden şıp diye 14 milyara düşer. Demek ki, para, faiz ve vergi politikalamızda bir yanlışlık yok. Sadece petrolümüz olmadığı için kısmetsiziz. Ne ilginçtir; dünyanın cari fazla şampiyonu ülkelerinden Çin’in, Japonya’nın, Almanya’nın, İsviçre’nin ya hiç petrolü yoktur ya da olanı kendine yeterli değildir. O zaman cevap: Onlar başka!
* * *
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2011
KAPALI mekânlarda sigara içilmesi yasaklanınca, kısa bir sürede şehrin işlek cadde ve sokaklarındaki kaldırımlar, lokantacı ve kafeciler tarafından işgal edildi. İmar iznine göre yeşil alan olarak düzenlenmesi gereken ön ve arka bahçeler, çok önceden ticarileştirilmiş idi. Sigara yasağıyla birlikte bunlara ilaveten kaldırımlar da tente ve gazlı ısıtıcılarla donatıldı. Bu alanlar sonra camekânlaştı. Üç tarafı açık olması gereken sigara içilebilir yerlerin üstü ve her tarafı kapatıldı. Yine sigara içilemez hale geldi. Havalar soğuyunca, bu mekânlara elektrikli ısıtıcılar yerleştirildi. Lokanta ve kafelerin içi boşaldı, dışı doldu. Bu kez de sigara içilmesi için de halen işgal edilmemiş son kaldırım parçalarına ve hatta yolun üstüne “bir masa, iki iskemle” atıldı.
Şark’ta hava genellikle sıcak olduğu için hayat sokakta geçer. Sokakta alışveriş, sokakta oturma, sokakta yemek, sokakta sohbet bir hayat tarzıdır. Sokakta hayat vardır. İnsanlar evde sıkıldıkça sokağa çıkar. Tabiri caizse kendini sokağa atar; şöyle bir hava alır geri gelir. Sokak; insanı, insanla buluşturur. Sokak insanı sosyalleştirir. Sokağa açılmayan, hayata kapalıdır. Allahtan şimdi bu işlevi Alışveriş Merkezleri üstlendi.
Şark ekonomisinin yasaları, kamusal mekân rantlarının kişilere transfer edilmesini emreder. Sokakta, hareket; harekette bereket vardır. Bu sebeple kaldırım işgali ezelden beri, hem seyyar hem de sabit esnafın vazgeçilmez kazanç kapısıdır. Kiraların yüksek olduğu semtlerde, işgal öncelikle bina sahibi tarafından gerçekleştirilir. Bodrum katlarını dükkân haline dönüştürmek için kaldırıma el konur, zemin oyulur ve merdiven inşa edilir. Zannedilmesin ki; “imar izni” bakımından eli sıkı belediyeler bu kaldırım yağmasının farkında değildir. İşlek bir sokakta ayakta durabilecek kadar bir mekânın getirisi, çoğu zaman bir dükkânın kirasından fazladır. Bu yüzden kaldırım işgalleri mutlaka sözlü bir tapu senedine bağlanır. Bu “sözlü” senetlerin, sözlü muhafızları vardır. Bu muhafızlara, kaldırımları işgal edenler, bir miktar yasal harç çoğu zaman bol haraç öder. Kaldırım işgalleri, her illegal rant bölüşümünde olduğu gibi mafyalaşmayı da beraberinde getirir.
Zaten kaldırımların çok az bir kısmı yayaların yürüyüşüne müsaitti. Son bir yıl içinde yayaların yürümesine imkân veren kaldırım yüzölçümü daha da küçüldü. Çünkü yaya kaldırımlarını otopark olmaktan kurtarmak için, kaldırımlar genişletildi, yollar ise araba park etmeye imkân vermeyecek kadar daraltıldı. Kaldırımların genişlediği gören “kaldırım hırsızları” da derhal işgali genişletti. Yaya trafiği de ister istemez sokağa kaydı. Bu kez araçlar sokaktan geçemez oldu. İşlek olması gereken yollarda dahi trafik iyice yavaşladı. Kişisel menfaatler arttı, kamu yararları azaldı.
Kamu yararı, bireysel yararların toplamı değildir. Dolayısıyla, bireysel yararların artması mutlaka kamu yararını arttırmaz. Ama kamu yararının artması, mutlaka bireysel yararı arttırır. Çünkü kamu yararı, kamuyu teşkil eden bireylerin teker teker değil, ama hepsini kapsayan halkın yararıdır.
Son Söz: Kamusal denetimin amacı; toplumu, bireyden korumaktır.
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2011
İNGİLİZLER, gıpta ettikleri İsviçreliler için “onlar, hem bu dünyada cennette yaşar, hem de öbür dünyada cennete gider” derlermiş. İsviçre’yi gören herkes onların gerçekten cennet bir ülkede yaşadığına tanıktır. İsviçre’ye çok gidip gelmişliğim vardır. Gözlemlerimin sonrasında “İsviçrelilerin dini iktisattır” diye kendimce bir söz de uydurmuştum. Bildiğiniz gibi her kış, İsviçre’nin bir dağ kasabası olan Davos’da “Dünya İktisat Forumu” diye çok sofistike bir şenlik yapılır. Bu şenliğin yaratıcısı Klaus Schwap, İsviçreli bir iktisat profesörüdür. Benim değerlememe göre bu profesör, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük pazarlama dehasıdır.
* * *
“Pazarlama, ihtiyacı ürüne tercüme etme sanatıdır.”
Bu tanım, daha iyi anlaşılabilir hale getirilmek istenirse, şöyle de ifade edilebilir. Pazarlama, insanların belli bir veya birkaç ihtiyacını giderecek ürünü, önce tasavvur etmek, sonra tasarlamak ve sonunda da onu inşa etmektir. Ürün ortaya çıktıktan sonra yapılması gereken şey “ihtiyacı, talebe dönüştürmektir.”
Bunun için hedef kitleyi, ürünü satın almaya tahrik edecek bir iletişim stratejisi geliştirilir. Reklâm, propaganda ve halkla ilişkiler etkinlikleri bu aşmada kullanılır. Sonra ürünün muhtemel alıcıların eline hangi kanallarla ulaşacağı planlanır. En sonunda hayati karar verilir: Fiyat ne olmalıdır.
* * *
Maslow, 1908 ile 1970 arsında yaşamış Amerikalı bir psikoloji profesörüdür. Pazarlamada, fiyatlandırma kararlarına çok büyük katkısı olan “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” kuramının müellifidir. Maslow’a göre her insanın, en altta “bedensel” en üstte ise “kendini bulma” dediği 5 katmanlı bir ihtiyaçlar piramidi vardır. Temel ihtiyaçlar, beslenme, koruma/barınma ve üremeden ibarettir. Alt katmanda bulunan ihtiyaç giderilse, insan bir üst katmandaki ihtiyacını tatmin etmek için harekete geçer. Kısaca “para harcar”. Çünkü giderilmiş ihtiyaç, ihtiyaç değildir. Temel ihtiyaçlar ucuz ürünlerle, üst ihtiyaç ise pahallı ürünlerle giderilir. Bir ürün ne kadar yüksek ihtiyacı giderecek şekilde konumlandırılırsa, fiyatı o kadar yüksek olur. Zenginleşen insanların parasını almak için, onlara “özgüvene kavuşma”, “kendiyle gurur duyma, hatta böbürlenme”, “herkes tarafından bilinme”, “toplumca sayılma ve önemsenme” gibi üst ihtiyaçlarını giderecek ürünler geliştirilir. Eğer bir ürün “statü sembolü” (mevki göstergesi) haline gelmişse, fiyatlandırmada sınır olmaz.
* * *
Pazarlama dehası Dr. Schwap, “her şeyi olan insanlar” için “Davos” markalı bir ürün tasavvur etmiş, tasarlamış, inşa etmiş ve başarıyla pazarlamıştır. Bu ürün, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşinin dördüncü katmanında yer alan gereksinimleri karşılar. Davos’a üç grup insan gider.
1. Ürünü kendi parasıyla satın alan gerçek müşteriler,
2. Mevcudiyetleriyle müşterileri tatmin eden ünlüler ve müşterilerin tüketeceği etkinlikleri icra edecek uzmanlar,
3. Müşteri memnuniyetini arttırmak için, orada olanları dünya âleme duyurmakla görevli medya mensupları.
Son Söz: Bana kimlerle görüştüğünü söyle, sana sosyal rütbeni söyleyeyim.
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2011
NİHAYET bizim meşhur “yüksek faiz, düşük kur” politikası tersine dönüp “düşük faiz, yüksek kur” haline geldi. Tahmin edeceğiniz gibi bu “çok geç kalmış” dönüşümden memnunum. Ama olaya ihtiyatla yaklaşmayı tercih ediyorum. Huy canın altındadır; huy çıkmadan can çıkmaz denir. Bir de bakarsınız yetkililerimiz, Londra’dan esecek “faizleri yükseltin, yoksa sıcak paralarımızı çekeriz ha!” rüzgârlardan korkup yelkenleri indirir yani “yüksek faiz, düşük kur” politikasına geri dönebilir. Bu ihtimali yok varsayarak size bir “durum değerlendirmesi” sunacağım.
* * *
1. Kontrolsüz bir şekilde büyüyen cari açığın artık şaka olmaktan çıkıp, kaka olmaya yönlendiğini gören “Ekonomi Komuta Konseyi” para politikasını değiştirmekle doğru olanı yapmıştır.
2. Doğru olandan kastım, döviz fiyatının yapay bir şekilde düşük olmasına sebep olan sıcak para girişlerinin caydırılmasıdır.
3. Bir ülkede döviz fiyatları ve faiz hadleri yanlış yerdeyse, o ülkede ekonominin yapısal bir zafiyete duçar olması kaçınılmadır.
4. Yapısal zafiyet şudur: Milli gelirin büyümesi, bütçe açığının küçülmesi, kamu borçlarının mili gelire oranının düşmesi gibi iyi göstergeler sürdürülemez haldedir. İşsizlik kronikleşmiştir.
5. Yapısal zafiyeti teşhis eden ve ekonominin her an kopması muhtemel bir “cari açık ipliğine” bağlı hale geldiğini gören yetkililer iki şey yapabilirdi.
a) Patlamadığı sürece, cari açık isimli mayının üstünde tepinmenin sakıncası yoktur diyen bankacılarla, dansa devam etmek.
b) Mayını, kontrollü bir şekilde patlatıp, dansa ara vermek.
6. Ekonomi Komuta Konseyi, ikinci şıkkı tercih etmiş bulunuyor. Bu durumda, mayının kontrolsüz patlamasında ortaya çıkacak tahribata benzer, ama ondan daha küçük hasarlar oluşacaktır.
7. TL’nin değer kaybetmesi üzerine muhtemelen şunlar olacaktır:
· Milli gelir artışı yavaşlayacaktır.
· Enflasyon yükselecektir.
· Faizler artacaktır.
· Bütçe açığı büyüyecektir.
· İşsizlik artacaktır.
· Kamu borcunun milli gelire oranı yükselecektir.
· Harcanabilir gelir düşecek ve iç piyasa büzülecektir.
· Banka kârları düşecektir.
* * *
Nereden bakılırsa bakılsın, 2011 ekonominin viraja girdiği bir yıl olacaktır. Savrulmanın az olması için, “Ekonomi Komuta Konseyi”nin direksiyon hâkimiyetini kaybetmemesi gerekir. Döviz rezervlerinin yüksek olması bu aşamada yetkililerin en büyük güvencesidir. Üstelik uluslararası finansman imkânları borçlanma için son derece müsaittir. Kısaca bu dönüşümü gerçekleştirmek için ortam uygundur. Bir, iki gösterge biraz bozuldu diye telaşa kapılıp sürdürülemez para politikalarına geri dönmeye gerek yoktur.
Son Söz: Hesaplı bir riski göze almak, işi şansa bırakmaktan evladır.
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2011
HAYIR! Halk düşmanı hükümet diye bir şey olmaz, olamaz. Bu ifade, eşyanın tabiatına aykırıdır. Ülkeyi kötü yöneten hükümet olabilir. Hatta ülkeyi felakete sürükleyen de olabilir. Ama hükümetler, ister demokratik, ister otokratik olsun hep halkın iyiliğini düşündüğü inancını taşır. Bu ifadeyi daha de genişleteyim. Halkına kötülük etmek isteyen bir başbakan veya başkan olmaz. Diktatör ise hiç olmaz. Tam aksine diktatörler, yönettikleri insanları en çok sevenlerdir. O kadar çok severler ki; halkını yalnız bırakmamak için her baskıya göğüs gerip iktidarlarını korumaya çalışırlar. Hitler de, Stalin de, Bin Ali de, Mübarek de böyle düşünmüştür.
* * *
Peki, halk kimdir? Bir zamanlar “halk plajlara hücum etmiş, vatandaş denize girecek yer bulamamış” diye alaylı bir değiş vardı. Demek ki, vatandaş ile halk aynı şey değilmiş. Halk, taksiye değil halk otobüslerine binip, ekmeğini Halk Ekmek’ten alandır denebilir. Her ülkede millet tektir, ama halk çok olabilir. Etnik, dinsel veya ideolojik kıstaslara göre bir ülkede birden fazla halk olabilir. Köylü, kentli; işçi, işveren; Doğulu, Batılı; okumuş, okumamış kütleler vardır. Millet, her zaman sınıflardan oluşur. Farklı sınıflara ait halkların, hayattan bekledikleri ve yaşam tercihleri farklı olabilir. Daha da önemlisi halkların çıkarları çatışabilir. İşte o zaman “halkını seven veya sevmeyen hükümet” tanımlamaları anlam kazanır. Çünkü her hükümet, önce “eşini dostunu” sonra da “kendi halkını” çok sever.
* * *
Küresel krizde dahi milli gelir artan, iktisaden başarılı bir yönetime sahip olan Tunus’ta başlayan “halk isyanları”, tüm Arap dünyasına yayılmaya başladı. İsyanlar her zaman siyasidir. İktisadi sebeple isyan çıkmaz. Ama her zaman ortada bir iktisadi gerekçe vardır. Arap isyanlarının gerekçesi de halkın “geçim derdi”. Bir yandan işsizlik, diğer yandan temel gıda ve ihtiyaç mallarının fiyatının artması bardağı taşırmış. Halk isyan edince, hükümetler temel gıda maddelerine yapılan zamları geri çekmiş. Tuhaf bir durum var ortada. Acaba hiç gerek yokken mi zam yapıldı? Yoksa zam gerekliydi ama siyaseten zamları geri almak mı şart oldu? Peki, bu zamları yapmak iktisaden “doğru” idiyse, zamlar geri alınınca iktisaden “yanlış” yapılmış olmayacak mı? Bu yanlış, dönüp ulusal ekonomiyi en zayıf yerinden vurmayacak mı? İktisatçıların dediği gibi fiyatların nispi değişimine izin vermeyen uygulamalar, günün sonunda enflasyona yol açmayacak mı? Enflasyon azarsa, halk bundan zarar görmeyecek mi?
* * *
Demokrasinin üstünlüğü, ülkenin başına en iyi yöneticileri getirmesi değildir. Hatta tam tersine, demokrasi en iyi yöneticilerin iş başına gelmesine engel olan rejimin adıdır. “Demokrasi, mediokrasidir”. Yani vasat adamlar rejimidir. Demokrasinin üstün yönü, iktidara alternatif olacak meşru bir muhalefeti bünyesinde bulundurmasıdır. Bu sayede demokrasilerde iktidar değişikliği için “isyan çıkarmaya” gerek yoktur. Ama bunu önce halk içine sindirmelidir. En kötüsü de, demokratik yöntemlerle başa geçen vasat insanların yerine, isyanlarla veya darbelerle vasat altı kişilerin geçmesidir.
Son Söz: Demokraside isyan değil, seçim olur.
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2011
ORTA Doğu ve Afrika ülkelerinin sınırları, Batılı büyük devletler tarafından çizilmiştir. Yani bu devletler kurtuluş veya kuruluş savaşları vererek ulusal hudutlarını kendi kendilerine inşa etmiş değildir. Sudan da bunlardan biridir. Bir süredir çoğunlukla Hıristiyanların yaşadığı Güney Sudan, Müslümanların ekseriyette olduğu büyük Sudan’dan kopmaya çalışıyordu. Bir benzeri mücadele de Sudan’ın Darfur bölgesinde sürmektedir. Dünyanın neresinde olursa olsun, eğer bir ülkede etnik veya dinci esaslı bir bölücü hareket varsa, “harita uzmanı” Batılı Devletler ve Batılı Adam oradadır.
* * *
Bizim Cumhurbaşkanımıza benzetilen yakışıklı Amerikalı sinema yıldızı, George Clooney, bir süredir Güney Sudan’ı bağımsızlaştırmayı kendine vazife edinmişti. Bunun için ikide bir oralara gidiyordu. Kötü haber: George Clooney son seferinde maalesef sıtmayı kapmış. İyi haber: George Clooney’in çabaları boşa gitmemiş ve Güney Sudan halkı yapılan referandumda bölünme yönünde oy kullanmış. Bu arada unutmadan söyleyeyim, sevgili George da 10 günlük bir tedaviden sonra iyileşip turp gibi olmuş.
* * *
Hıristiyan inancına göre Tanrı, her insanı yeryüzüne bir ödev veya görevle göndermiştir. Buna “misyon” denir. İnsan olgunluk çağına gelip, geçim derdinden de kurtulduktan sonra, kendi kendine “acaba benim misyonum ne?” diye sormalı ve buna bir cevap bulmalıdır. Bunun benzeri duyguyu da bizim zenginlerimiz yaşar. Onlar da belli bir çizgiyi geçince kendi kendilerine acaba ben hangi ülkenin fahri konsolosu olayım diye sorar ve sonunda bir tane bulur. Tanrı, insanlara bireysel ödev verdiği gibi, bir de Hıristiyanların tümüne “kolektif” bir misyon vermiştir. Bu ödev “Medeni Hıristiyanların, medeni olmayan diğer ulus ve kültürleri” tekdir veya kötekle doğru yola sokmasıdır. Birey olarak dinle, diyanetle ilgisi olmayan, pazar günleri kilisenin kapısından içeri adımını atmayan “çizgi üstü batılı insanlar” dahi Tanrının verdiği bu kolektif misyonu içselleştirmiştir. Bizlerde böyle bir misyon kavramı olmadığı için, sıkça George Clooney’in Sudan’da, Madam Mitterrand’ın Diyarbakır’da ne işi var gibi sorular sorar dururuz.
* * *
Fransızcası “stabilite” dir. Oturmuş, sağa sola; yukarı, aşağı oynamayan demektir. Tersi “labilite”dir. Labil kökünden gelir: Oynak, çabuk değişen demektir. Teorik soru şudur: Denge, stabil mi, yoksa labil midir? İki kefeli bir terazi veya bir tahterevalli düşünün. Denge halinde düz durmaktadır. Ama sistem son derece oynaktır. Kefelerin birine küçük bir çakıl taşı konsa denge bozulur. Koca bir tahterevallinin bir ucuna biraz abanın, diğer uç hemen havaya kalkar. Denge yani istikrar derhal bozulur.
* * *
Batılı devletler, diş geçirebildiği ülkeleri kendine bağımlı kılar. Bunun için kullandığı “siyasi örgütleme” stratejisinin dayanağı işte bu “denge teorisi”dir. Onlar, hiçbir etnik kümenin, diğerleri üzerinde hâkimiyet tesis edip “istikrarlı bir düzen” kurmasına izin vermez. Sürekli etnik kümeler arasına “denge” nifakı sokarlar. Böylece birine biraz el verseler, diğeri nalları havaya diker hale gelir. Çünkü denge, kuram olarak labildir.
Son Söz: Her komplo, teori değildir.
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2011
TÜRKİYE sadece AKP zamanında değil, kalubeladan beri ithalatçı cennetidir. Hocam Fuat Çobanoğlu “Akıllı devletler, ithalata vergi koyarken, Osmanlılar ihracata vergi koyacak kadar iktisattan anlamazdı” derdi. Bu uygulamanın gerekçesi, ihracat miktarı düşürüp, üretimin daha fazla kısmının iç piyasaya sunulmasını zorlamak, böylece fiyat artışlarını önlemekti. Bu kafayla ülke iktisadiyatını idare eden Osmanlı sonunda iflas etmiştir. Dış borçlarını ödeyememiştir. O kadar acizleşmiştir ki; yabancı devletler alacaklarını tahsil için Osmanlı Devletinin vergi toplama erkini elinden almıştır. İstanbul’un Cağaloğlu semtinde bulunan ve günümüzde İstanbul Erkek Lisesi olarak kullanılan görkemli bina eski “Düyunu Umumiye” merkezidir. Yani bugünün Türkçesiyle yabancıların idare ettiği “Gelirler Genel Müdürlüğü”dür.
Milli gelirimizin yüzde 6’sını geçen döviz açığının ateşi, bacayı sarmıştır. Uzun yıllardır ağzından “fiyat istikrarı”ndan başka söz çıkmayan Merkez Bankası bile, son zamanlarda söylemine “finansal istikrar” değimini dâhil etmiştir. Bütçe açığı ve kamu borçlarının milli gelire oranı itibariyle, iç açık kıstasına göre Avrupa’ya tur bindiren Türkiye’de derdi “dış açık”tır. Merkez Bankası da “finansal istikrar” (tehlikede) derken bunu kast etmektedir.
Dış Ticaret Müsteşarlığı, dokuma ve hazır giyim sanayisini korumak için Uzak Doğu’dan yapılan ithalata vergi artışı getirmiş. Artışın oranı, kumaşta %40, hazır giyimde % 30 imiş. Çok açık ki; bu vergi artırımının nihai amacı “cari açığı” küçültmek ve “finansal istikrar” sağlamaktır. Eğer Türkiye cari fazla veren bir ülke olsa, hangi sanayinin batıp, hangisinin gelişeceğine “piyasalar” karar verir denebilirdi. Hatta dokumacılık ve hazır giyim dikimi gibi “yükte ağır, pahada hafif” mal imalatının kârlılığını kaybedip üretim miktarının düşmesi, sanayide gelişmenin doğal sonucu kabul edilirdi.
Ekonomideki cari açık gibi makro dengesizlikleri, ithalata geçici vergi koymak gibi mikro önlemlerle çözmeye çalışmak beyhudedir. Beyhudedir, çünkü maksat hâsıl olmaz. Bir alay dolambaçlı ve dolandırışlı işlere yol açar. Ortada kanıtlanabilir bir “damping” iddiası varsa, pek tabii hiçbir ülke buna izin vermez ve kendi sanayisini korumak için, ithalata telafi edici vergi koyar.
Hal böyle olmakla birlikte, vergilerinin arttırılmasına karşı çıkan “ithalat cenneti sakinlerinin” ileri sürdürdükleri tezlerin çoğu hatalıdır. Otomotiv veya tekstilde dış ticaret fazlası rakamları yanıltıcıdır. Dış ticaret fazlası, “sektörsel değil ulusal katma değer” üzerinden hesaplanmalıdır. Son olarak yürürlüğe giren vergi artışlarından dolayı hazır giyim ihracatı azalacaktır iddiası da yanlıştır. Mesele “net katma değer” ihracatıdır. Kaldı ki; ihracatçı üreticiler, esasen kullandıkları ithal kumaşa vergi ödemez. Türkiye’nin daha fazla “brüt ihracata” değil, daha fazla “net katma değer” ihracatına ihtiyacı vardır. Fikir üretiyorum diyen, buna çare geliştirsin.
Son Söz: Tüketicinin korunması, üreticinin korunmasından geçer.
· Yazarımız Ege Cansen’ın ‘Bireyin ölümü’ başlıklı yazısı dün sehven tekrar yayınlanmıştır. Düzeltir, özür dileriz.
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2011
ZAMAN, zaman durup “sıfır bazlı” düşünmeye çalışıyorum. Sıfır bazlı deyimini, işletme yönetiminin “sıfır bazlı bütçe” kavramından ödünç aldım. Firmalar, yeni yıla girerken gelecek yılda ne yapacaklarını düşünür. Nispeten büyük şirketleri yönetenler bu düşüncelerini tablolara dökerler. Bu tablolar dizisine bütçe denir. Geleceği planlamak, genellikle geçmişi ileriye uzatmak şeklinde olur. Eğer konjonktürde, yani genel gidişatta bir değişiklik ihtimali yoksa “geçmişi, geleceğe doğru uzatma” yöntemi isabetli tahminde bulunmaya yeter. Ancak ekonomide “yükselişin, çöküşe veya çöküşün, yükselişe” dönme ihtimali varsa, gelecek yıl, geçen yılın benzeri değil, “benzemez”i olur. Bu gibi durumlarda “sıfır bazlı” bütçe yapılır. Yani bütçeye konan hiçbir sayının dayanağı, bir önceki yıla ait sayı olamaz.
* * *
Türkiye’de de siyasi konjonktür değişmektedir. 2011 ve sonrası için “eski hamam, eski tas”, “böyle gelmiş, böyle gider” tarzı değerlemeler yapmanın imkânı yoktur. Hamam da, tas da, tellak da değişmiştir. Böyle gelmiştir ama böyle gitmeyecektir. AKP’nin, gerek büyük devletlerin “bırakın Kürtler kendi kendini yönetsin” baskılarıyla, gerek kendi felsefesi sonucunda Türkiye’de bölünme fiilen başlamıştır. AKP zaten bu ülkenin birliği “Ne Mutlu Türküm Diyene” söylemiyle değil “Hepimiz Müslümanız” diyerek sağlanır inancıyla iktidara gelmiştir. Onun için ilk günden beri Güneydoğu Kürt meselesine farklı yaklaşmıştır. Demokratik açılım, öyle olayların zoruyla tesadüfen ortaya çıkmış bir şey değildir. Bilinçli bir siyasi tercihtir. Ancak siyasi değişimlerin hızını ve dönüşümün hedefini onu başlatan kontrol edemez. Hareket, bir süre sonra kendi momentini kendi yaratır.
* * *
“Cumhuriyet” (Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş teorisinden bahsediyorum) “fikri hür, vicdanı hür, özgür birey” yaratmayı hedeflemiştir. Bunun için bireyin her şeyden önce “dinsel” ve “etnik” kimliğinden sıyrılması gerekir. Özgür birey, kimseye ne dinini ne de etnik kimliğini sormamalı, kendisine de sorulmasına izin vermemelidir. Dünyaya da “beni, ben olarak değerlendir ve ben olarak yargıla” diye meydan okumalıdır. Bu da laik olmayı ve vatandaşı olduğu ülkenin pasaportundan başka kimliğe ihtiyaç duymamayı gerektirir. Heyhat! Bu ilerici ve insancıl proje bugün çökmüştür.
* * *
Amerikan milletini, 72 etnik kökenden gelen insanlar oluşturur. Bu millet, milli birliğini iç harple pekiştirmiştir. Amerikan Devleti ise, başka ülkelerin etnik halklarının “kendi kendini yönetme” (self determination) hakkı var demektedir. Amerikalı hukukçu Halim Morris bu ilkeye karşıdır. Morris’e göre, etnik önderlerin, özerkliği savunurken ipine tutundukları bu kolektif hak, “bireyin, kendi kendini yönetme hakkını” ortadan kaldırır. Özerklik, hep ayrılıkla sonuçlanır, halkın fakirliği ve etnik grup içi şiddet de artar.
* * *
Bugün hâlâ az da olsa Türkiye’de milli birlik ve bütünlüğü muhafaza edebilme şansı kalmışsa, bunu Cumhuriyet’in savunduğu “Türkiye’de yerleşik herkese Türk denir” tanımına borçlu olduğumuz unutulmamalıdır.
Son Söz: Kolektif haklar arttıkça, bireysel haklar azalır.
Yazının Devamını Oku