20 Şubat 2005
Tanıdığım bir bilge insan, ki ben ona kısaca annem diyeyim, etrafta kim var kim yok, çocuk mu var, ortam mı namüsait, hiiiç umursamadan, habire ‘götürdüğü’ kadınlardan bahseden, tek konusu skorları olan bir adam için şöyle demişti:‘Muhtemelen empotan. İnsanın nesi yoksa, osu diline vurur.’Bunu duyduğumda küçümen sayılır bir yaştaydım. (Buna rağmen empotanın ne olduğunu bilmem de nasıl bir şeyse artık?) Adama bakınca süper makul görünmüştü annemin söylediği.Zira bildiğiniz gibi, çocukların burnu bir sahtekárın kokusunu ta fizandan alır.O burunlardır ki kaypaklarla yıllar yıllı burun buruna yaşamaktan yalama olmamıştır henüz, alır elbet kokuyu...Nasıl mimlemişsem o cümleyi, hayatım boyunca hiç aklımdan çıkmadı.Üstelik kazık kadar kadın oldum, bugüne dek hiç de yanıltmadı. Bir kez bile...NE KADAR LAF O KADAR YOKMeselá sevgiden laflamaktan yana kariyer yapmış, bu sayede ‘kalp sektörü’ne mühim katkıları olmuş birilerini bilirim ki hayatımda tanıdığım en sevgisiz insanlardır.Bana dilinden namus kelimesini düşürmeyen birini gösterin, ben size orda şerefsizin önde gidenini göstereyim.Álemin en büyük vatanseverlerinin kimler olduğu, zaten cümleten malûmumuz!!! Sonracığıma, ennn akıllı, ennn güzel, ennn başarılı, ennn her bir bok olduğunu iddia eden birini gösterin, ben de size kendine güveni olmayan bir kompleks kokteyli göstereyim.(Ben de şimdi kalkıp sigaranın zararlarından, daha doğrusu sigara içmemenin faydalarından bahsedermişim... Meselá, sigara içmemek, kesinlikle uzun ömrü garanti ediyor. Zira her Allah’ın cezası dakika, bir saat gibi geçiyor! Konuyla ne alákası var diye soranlar için: Olsa da yazdım, olmasa da yazdım birader!)Bunların yanında, bana habire tevazudan bahseden birini gösterin, yine ben size kibirli bir züppe göstereyim. Tevazunun altı çizilmez bir kere, ayıptır.Yani, en bir her bir bok olduğunu söyleyip durmak gülünçtür elbet ama çok mütevazı olduğunu iddia etmek, düpedüz hıyarlıktır.Ben bunca klişenin önde giden türünden ahkámı niye kestim?Geçtiğimiz hafta uzuuun uzun bir ‘gusto’ adamına bakmak durumunda kaldım. Az kaldı üstümü başımı yırtacaktım.Şarap deseniz en iyi o anlar, kadın deseniz en bir centilmen o, müzik deseniz tek ayak üstünde size konçerto solfeji attırsın (Tamam, biraz abartmış olabilirim.), görgü bilgi deseniz, en seyyah yine o; mübarek Marc’o Polo...Ve dünyanın geri kalanı, bizimkinin telefonla konuşurken káğıdın üzerine çiziktirdiği zavallı karikatürler diyelim...Bildiğiniz snop... Snop’un Allah’ı...Ben tabii her zamanki gibi kendimi tutamayıp bunu ona söyledim...‘Snopsun sen’ dedim. Sonra kelimeyi telaffuz etmek çok zevkli olduğu için, dilime pelesenk ettim. Adam oturuyor snop diyorum, kalkıyor snop...Sonunda kelime sayesinde heriften yırttım. Böyle de faideli bir sözcük çıktı.BARİ KENDİNİ BİL...STOP... PARDON. SNOP!Zira inanın bana, sülalesine küfretsem, bu şekilde kafaya takmazdı.Zira neymiş, o bir kerem snop olamazmış, çünkü tevazu onun karakteriymiş!Rrröööhhh! Böyle de içgörü yoksunu yani.Fakat her şey bir yana... Snop, güzel kelime değil mi?Canına yandığımın kelimesini, nereden geldiğini, nasıl şahane, ironik bir geçmişi olduğunu bilmezken de severdim, hep sevmişimdir ama şimdi aşık oldum desem, yeridir.Alain de Botton’un yazdığı Statü Endişesi’nden öğreniyoruz ki:‘‘Snop’ sözcüğü (Çevirenin Notu: Snop: İngilizce’deki ‘snob’ sözcüğünün Türkçe’deki karşılığı. Bkz. TDK Türkçe Sözlük.) ilk olarak 1820’lerde İngiltere’de kullanılmaya başlandı. Söylenene göre o zamanlar Oxford ve Cambridge üniversitelerinde sıradan öğrencileri aristokrat öğrencilerden ayırabilmek için adlarının hemen yanına sine nobilitate (soylu olmayan) ya da kısaca s.nob diye not düşülürmüş. Sözcüğün kökeni bu s.nob kısaltmasına dayanıyor.Snop sözcüğünün anlamı zaman içinde değişime uğradı. ‘Snop’ başta yüksek statü sahibi olmayan kişileri karşılayan bir sözcük iken, kısa bir süre sonra yüksek statünün yokluğundan rahatsız olan kişiler için kullanılmaya başlandı. Artık şu da açıktı ki snop sözcüğünü telaffuz edenler, eleştirel bir imada bulunmuş oluyorlar, yerilmeyi ve alay edilmeyi hak eden bir ayrımcılığı tarif ediyorlardı. Bu konuda yazılan ve konuya öncülük eden ilk kitaplardan biri William Tharckeray’in 1848 tarihli ‘Book of Snobs’ oldu; Thackeray kitabında snopların geçen son yirmi beş yıl içinde ‘İngiltere’nin her köşesine demiryolları misali yayıldıklarını, güneşin hiç batmadığı bu İmparatorluk’un her yerinde bilinip tanındıklarını’ anlatıyordu. Fakat aslında yeni olan şey snopluk değil, yeni bir tür eşitlik ruhunun ortaya çıkmış olmasıydı; geleneksel olarak sürüp giden ayrımcılık en azından Thackeray gibi adamları günden güne daha da rahatsız etmeye başlamıştı.’Thackeray, bizimkiyle tanışsaydı var ya, o kitabı muhtemelen suratına çarpa çarpa parçalardı. Bak şimdi yine sinirlendim. Allah’ın dingil snopu!Statü Endişesi Alain de Botton (Çev: Ahu Sıla Bayer) Sel Yay.Kurdun ininden Kurtlar Vadisi, 3 Mart akşamı yayınlanacak bölümüyle, tarihinin en düşük reytingini alırsa hiç şaşırmayın.O bölüm, ömrümde bir kez bile baştan sona izlemediğim için zerre kadar vakıf olmadığım ‘kilit sırrın’ çözüleceği bölümmüş ama?..Olabilir...Kilit sırrın deşifrasyonu, Rauf Denktaş’ın ‘Kıbrıs sorununu’ bir kez daha anlatması neticesinde gerçekleşecekse, her şey olabilir.Yahu hakikaten çok şenlikli bir ülkede yaşıyoruz be. Valla...Kurtlar Vadisi’ndeki düğümü çözmek, bin yıldır çözülemeyen Kıbrıs düğümünün başkahramanı Rauf Denktaş’a düştü iyi mi...KKTC Cumhurbaşkanı, dizi ekibinin kendisine yaptığı teklifi ‘Ana haber bültenlerinde ömrü billah anlattım durdum, kimseler dinlemedi, bari reytingi yüksek bir dizi bulayım, orada anlatayım’ diye düşünerek kabul etmiş.Üstelik görünen o ki racon muhabbetine ayak uydurmakta hiç de zorluk çekmemiş. Bilakis, şimdiden gayet vakıf yani...Neymiş?: ‘Halkım için kurdun inine bile girerim’miş...Gerçi, bir taraftan da Kurtlar Vadisi bu...Çakır’ın öldürüldüğü dönemde yaşananları düşününce?..Gazeteye vefat ilanı verenler, hüngür şakır ağlayanlar, halı sahada maç öncesi saygı duruşunda bulunanlar...Hakikaten belli de olmaz... Belki de Denktaş, Kurtlar Vadisi sayesinde hayatının en yüksek reytingini alır.Olur mu olur... Sonra bütün kahvehaneleri, halı sahaları dolduran vatandaşlar, tüfek omza, doğru Kıbrıs’a...
button
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2005
Bugünlerde Cem Karaca’nın ruhu, isminin bulaştığı çirkin ve manasız laf kalabalıklarından dolayı, birilerini utandırmak istercesine müzik kanallarında dolanıyor sanki. Mahsun Kırmızıgül ile Cem Karaca’nın, Karaca’nın vefatından kısa bir süre önce stüdyoya girerek kaydettikleri Hayat Çok Garip bir yandan, Akademi Türkiye yarışmasının birincisi Barış Akarsu’nun ilk albümüne de ismini veren Cem Karaca klásiği Islak Islak bir yandan...
İnsan, Karaca’nın yukarılarda bir yerde, bir yandan volta attığını, bir yandan da o davudi sesiyle söylendiğini düşünmeden edemiyor:
‘Hani ben feleğin şu çarkına çomak sokardım ya! Hay tekerine çomak soktuğumun feleği! Hayat çok garip!’
Geçtiğimiz 8 Şubat, Cem Karaca’nın birinci ölüm yıldönümüydü.
Üçüncü ve son eşi İlkim Karaca, káh Mahsun Kırmızıgül, káh Barış Akarsu ile birlikte gün boyu çeşitli programları dolaşıp aynı şeyleri söyledi:
Biz Cem Karaca dergahında yetiştik. Böyle polemiklerle işimiz olmaz. Maksat Cem Karaca’nın misyonu yaşasın; müziği báki olsun, hayat bayram olsun, vs...
Gelin görün ki olmuyor, olamıyor maalesef... Yani oluyor da öyle, pirüpak olamıyor.
Yine haftalardır, mezarlıkta toplanan ‘sevenlerinin’ birbirlerine attıkları laflar, Cem Karaca kısır mıydı değil miydi tonundan fena ötesi tartışmalar, ‘Karaca’nın bundan iki yıl önce oğlu Emrah’ı evinden çıksın diye mahkemeye verdiği ortaya çıktı’ türünden çıktı haberi, nam-ı diğer zıpçıktılar...
Vah ki ne vah...
Barış Manço’nun haciz davaları, rahmetli ölmeden önce Viagra almış mıydı’ları...
Kemal Sunal’ın ailesine dair sahtecilik iddiaları...
Bu aralar, yaşayan bir efsaneysen, ölmeyeceksin kardeşim.
Bizim topraklarda ne hikmetse, yaşarken hiçbir icraatı ölmeyen bakarkörler, şaşılar, ölünce badem göz efsanesi oluyorlar.
Yaşayan efsanelerse ölmeyegörsün, geride kalanlar cesedine ve hatırasına piranhalar gibi saldırıyorlar.
CEM KARACA’YI ÇOK ANDIRIYOR
Barış Akarsu’nunki de Mahsun Kırmızıgül’ünki de birer performans klibi...
En sevilen Cem Karaca şarkılarından biri olan Islak Islak’a albümde yer verebilmek için Akarsu, İlkin Karaca’dan izin almış.
İlkin Hanım, Akarsu’ya, sadece izin değil, aynı zamanda Cem Karaca’nın iki adet de şapkasını vermiş. Zira Cem Karaca da Barış Akarsu’nun son derece yetenekli olduğunu düşünüyormuş. (Televizyonda dönen muhabbetin yalancısıyız.)
Barış Akarsu, Islak Islak’ı hakikaten iyi yorumluyor. Akademi Türkiye’de devamlı cahil-safdil muamelesi çekilen biri olması bir yana, gözlerinin içi gülen bir genç adam. Sesi de Anadolu-rock tabir edilen tarza gayet iyi gidiyor ve bana öyle geliyor olabilir ama Cem Karaca’yı çok ama çok andırıyor.
Bir, karşısındaki hayali kişinin suratını haşin haşin avuçlama hareketi vardır hani (Salak bir laf ama nasıl tarif edeyim bilemedim!), hani kameraya karşı parmakları açıp avcunla daireler çizersin, daha doğrusu, rocker sanatçımız çizer; işte ona biraz fazla takmış kardeşimiz.
Dışarıdan içeriye daire, içeriden dışarıya daire... Çamaşır makinesinin devirlerini izler gibi oluyorsunuz bir noktadan sonra. Ya da benim hakikaten nemrutluğum üzerimde. Ki olabilir, málûm, sigara..
Neyse işte...
Ayna karşısında kendisine bir-iki hareket, duruş filan daha bulsa fena olmaz ama tabii yine de kendisi bilir.
Haricinde, şu meş’um yarışma furyasının ardından kalıcı olarak hayatımızda yer edecek birkaç kişiden biri olacağını tahmin ediyoruz. Hayatta başarılar diliyoruz...
ZİNDANLARIN ÖNÜNDE YASLI KIRMIZIGÜL
Mahsun Kırmızıgül’ün herhangi bir temenniye ihtiyacı olduğunu zannetmiyoruz.
Kendileri bin yılın Mahsun Kırmızıgül’ü işte...
Cem Karaca’nın hayattaki son kaydını onun bir bestesiyle yapması büyük bir onur olsa gerek ama çok da şahane bir duygu yaratmamıştır herhalde.
Düşünün, Mahsun Kırmızıgül, Hayat Çok Garip’i gazeteci Ali Öztürk’ün hastalığının son döneminde, onun için yazmış.
Kayıt bitmeden Ali Öztürk hayatını kaybetmiş. Kayıtlardan birkaç gün sonra da Cem Karaca...
Mahsun Kırmızıgül’ün klibinde Ömer Faruk Sorak’ın imzası var.
Yedikule Zindanları önünden siyah-beyaz, yaslı Mahsun Kırmızıgül kareleri, stüdyoda kaydedilmiş Cem Karaca’yla birlikte hálleri, bunun yanında Cem Karaca’nın nispeten daha eski, ‘daha renkli’ arşiv görüntüleri...
Cem Karaca, şarkının kendine düşen bölümünde diyor ki:
‘Yalan olur bir gün yalan / Yaşadığın aşkın sevdan / Yaradandır báki kalan / Hayat ne garip ooofff / Hayat çok garip!’
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2005
Üç gündür geberik bir şekilde, yutkunmaktan aciz, evde bayıyorum.<br><br>Bana ne oldu bilmem. Bundan üç-dört yıl evveline kadar tarihinde toplasanız iki-üç nezlesi olan bünye, son yıllarda sonbahar dedi mi bir düşüyor, ilkbahara kadar burnu elektrik süpürgesi gibi yerlerde dolanıyor. Validenin kulakları çınlasın!
Tamam, benim gibi karlı günlerde bile duş aldıktan sonra saçını kurutmadan kendini sokağa atan, kaşkol, şemsiye gibi aksesuvarlarla işi olmayan, kötü beslenen, hastalandı mı tipik bir Türk olarak ilaç niyetine ‘geçince geçer’ kullanan birine müstehaktır...
Yine de... Dedik ya Türküz...
İlaç olarak ‘geçince geçer’ kullanıyorsak, iman olarak da ‘Bana bir şey olmaz’ fikriyatına tutunmuşuz. Belli bir yaşa kadar hırpalanmamış bir bünyeyle gayet de iyi idare etmişiz, hep böyle gidecek diye ummuşuz.
Evin içinde, üç gündür dolanan bir kara sinek var. Kara sinek dediysem, minnoş bir kuş ebatında! Azman azman...
Hani evin içinde kafessiz mafessiz saka barındırsam ve hayvanı günde beş öğün kokainle beslesem, herhalde ortaya böyle bir sonuç çıkar.
Bir dakikacık da kır kanadını düz dur be abi.
Yok, gribal enfeksiyon yetmezmiş gibi, insanı ruh hastası da etmeden şurdan şuraya bırakmayan bir vızzzıltıyla ve akıl almaz bir eforla, salonda manik manik döneniyor.
Yine de şimdiye dek çoktan ölmesi gereken bir hayvan olduğu hálde Allah’ın bu kışında, yaşama böylesine tutunduğu için takdir ve hayranlık duygularıyla, hiç dokunmuyorum.
Kış günleri, sineklerle daha kolay anlaşabiliyor insan.
Tam bu noktada zırvaladığımı düşünen ve ‘Günlerdir nedir bu geyik; bize ne senin sigara bırakma ve hastalık mızmızlanmalarından?’ diye serzenişte bulunacak olan okura selam etmek isterim.
Kusura bakmayın, kısa olacağını umduğumuz bir süre böyle; bu patates beyinle bu kadarı oluyor.
Ha, meselá bu patates beyinle bile Erkan Mumcu’nun siyasi geleceği üzerine birkaç öngörüde bulunabilirim herkes gibi ve kadar...
İstikamet belli olduğu için isabetli de olur söylediklerim ama bunu isteyecek bir vatan evladı çıkar mı, o vatan evladının ruh sağlığı benden daha iyi durumda mıdır, o da ayrıca tartışılır yani.
Bu arada, ben bu yaşımda böyle sürünedurayım, bütün kanallarda Ertuğrul Akbay var.
Saçlarını boyamadığını, onun yerine doğru beslendiğini, bir başka deyişle saçlarını havuç yemek suretiyle boyadığını anlatan 66 yaşındaki ihtiyar delikanlı...
Kendilerinin şortunun üst düğmesi açık, yapılı bedenini gururla sergilediği fotoğrafını gördüğüm günden beri bir garibim zaten.
Geceleri rüyamda beni kolumdan çekiştip zorla solaryum salonuna sürüklemeye çalışan, solaryum aletinin altında yatarken ağzıma çiğ kereviz sapı tıkıştıran adamlar görüyorum, kanter içinde -şaşmaz öksürük nöbeti eşliğinde- uyanıyorum.
Zap-zap-zaplarken: Konularına ancak gazetelerden okuduğum kadarıyla vakıf olduğum Yağmur Zamanı, Bütün Çocuklarım ve Kadın İsterse’de mola verdim.
Her birinde en fazla ikişer dakika... Ve... Her birinde ağladım!!!
Sinirlerim zembereğinden boşalmış, yalama olmuş olsa gerek.
Bu böyle gitmez yani... İzindi, rapordu; bir şeyler alacağım...
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2005
Sabahtan beri bir mongol edasıyla ortalarda dolaşıyorum. Muhtemelen yarın sergilediğim vitrin, öfkeli mongola dönüşecek. Evet efendim... Sigarayı bıraktım. Şöyle bir yutkunup, titreyen ellerimle bir kez daha yazmak istiyorum müsaadenizle:
Sigarayı bıraktım.
Tebrik etmek için acele etmeyiniz gerçi, zira bugün henüz ilk günüm. Bıraktım demek biraz erken ve aşırı iddialı öten horoz muhabbeti sayılır.
Kaldı ki biz iyisi mi bu mevzu hiç yokmuş gibi davranalım. Benim nispeten normal bir insana dönüşeceğim -ki şiddetle umuyorum yani öyle bir zaman geleceğini- güne dek, bırakın görüşmeyi, hiiiç tanışmayalım...
Sigarayı bırakmak için verdiğim tarih 14 Şubat’tı ama bünye doğum günü gecesinden, partileme gecelerinden kalma olunca, yemedi. Bugün, yani 15’inde gayrete gelip vedalaşabildim aşkımla.
Saat henüz 18:57; oturup ağlamakla satmışım anasını diye bir sigara yakmak arasında muallaktayım. Hayır, yakmayacağım, yakamayacağım, onu da biliyorum işin kötüsü...
Zira düşük çenem sağolsun, mevzu dallandı budaklandı, aldı yürüdü... Bizim hayvan tayfasına rezil olmak filan şöyle dursun, iş, eni konu çirkinleşti...
İddia malzemesi oldum diyeyim, siz anlayın.Üstelik iddiaya girenler öyle sadece kankalar filan da değil. Annemle babam bahse tutuşmuşlar meselá, iyi mi!
‘Yok artık’ dedim anneme; ‘Herhalde sen, bırakır diyorsun?’
‘N’ayır,’ dedi Hain Anne rolündeki Aliye Rona havalarında. Hayatımda tanıdığım en provokatif kadın, yemin ederim.
‘Baban; ‘O kopkoyu inadıyla, aklına koyduysa kesin yapar’ diyor. Ben o kadar emin değilim.’ Sonra bir de kurum kurum ekliyor üstelik: ‘Tabii beni yanıltmanı herkesten çok ben isterim.’
Kazık kadar kadın oldum, hálá ters psikoloji uygulama triplerine giriyor. İşin kötüsü, içimde bir yerlerde bu dolmuşa binen bir inatçı ergen ruhu var ki istisnasız her seferinde annemin taş bağladığı oltalara sazan gibi atlıyor.
14’ü akşamı, Sevgililer Günü vehametinden kaçıp, her zamanki sığınağımıza gitmişiz. Bizim dükkánda oturuyoruz. En çocukluk arkadaşlarımdan Dilek ve Ömer, bu aralar buradalar. Benim 13, talihsiz kuşum Dilek’in doğum günüyse 14 Şubat. Hazırlıktan beri ayrı düşmediysek doğum günlerimizi birlikte kutlarız.
Dedik ki bugün de sigara içilsin. 15’inde hep birlikte bırakılsın.
‘Emin misin güzelim? Ben ettim sen etme istersen’ diyorum; ‘Yok ben de zaten bırakmak istiyordum’ diyor. Ki hakikaten onun daha önce sigara bırakmışlığı da var bir kere.
Neyse, sigarayı tellendirmiş, ciğerlerimdeki muhteşem pisliğin tadını çıkartıyordum ki telefon çaldı. Arayan Volkan; eniştem...
Pek neşeli bir tondan açmış olsam gerek; ‘Hayırdır?’ diye sordu. ‘Sesin bu kadar iyi geldiğine göre sigara bırakılmadı galiba?’
‘Hörk’ diyebildim bir tek. Eveleyip gevelemeye başladım: İşte Dilek’le Ömer burda da... Bugün onun doğum günü de... Doğum günü münasebetiyle şey edelim diye düşündük de... Yarın birlikte bırakacağız da...
‘Hımmm...’ dedi. Bir hımmm ki... Sadece bana değil, karşısındaki birilerine de hımmladığı alenen belli. Nasıl yani?
‘Volkan, Banu’yla senin de iddiaya girdiğinizi söylemeyeceksin değil mi?’ diye sordum; ‘Biliyorsun, annemler öyle bir uyuzluk yaptılar. İnanamıyorum yani.’
‘...’
‘Volkan?!.’
‘Yok’ dedi; ‘Bizim durum farklı. Banu’yla birlikte, Elif’in kumbarayı yuttuk sayende.’
Şimdi ben ne diyeyim? Kendimi banka hortumcusundan beter hissettim, yemin ederim. El kadar çocuğun kumbarası, teyzesinin iradesizliği yüzünden anne-babası tarafından ütülüyor.
Bu vahşet değilse nedir?.. Bu vicdan azabıyla nasıl başedilir?
Büyük konuşmanın bedeli bu kadar mı ağır ödetilir?
Zaten şu hayatta ne zaman büyük konuştuysam, o kopasıca dilim dönüp münasip bir yerime girmiştir. Buna rağmen, aynı salaklığı yapıp duruyorum.
‘Şaka şaka’ dedi Volkan sonra gerçi ama?..Şakası makası kalmadı işin. Bu meret ya bırakılacak ya da bırakılacak...
Bu akşam atlatılacak. Sonra yarın... Bir sonraki yarın... Ve sair günler...
Ooofff güzel Allah’ım; nasıl olacak da olacak?..
Eh be; ben bu zokayı nasıl böyle gulppadanak yutabildim?
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2005
<B>A</B>hir zaman kulları, zavallı insancıklar; siz, biz, onlar; hepimiz, alllooo? Artık bir seçim yapmanın zamanı geldi, bir karar verin yani:Sevişmeyi mi daha çok seviyorsunuz, uyumayı mı? Artık günümüzde seks varsa, uyku haram zira. Ona göre yani...
Zira su uyur, teknoloji uyumaz; bilin de öyle sevişin yani...
Fentezi muhabbetine hele, hiç girmeyiniz, girecekseniz de bu konuda münasebette bulunacağınız kişiyle ilgili Kopenhag Kriterleri gibi, sağlam kriterler belirleyiniz.
Yani ne bileyim, mesela yatağa girmeden önce, seks öncesi sözleşmesi gibi bir şey imzalayınız:
İşbu belgenin altında imzası olan kişiler, yattıktan sonra, konuyla ilgili herhangi bir görüntüyü, ses kaydını, şunu bunu, internette yayınlamayacak, TV kanallarına ya da basın organlarına satmayacak, bunları yapmaya yönelik şantaj da yapmayacak, yapması ya da satması hálinde eşek yüküyle tazminat ödeyecek, kazandığından çoook daha kallavi bir bedel ödeyecek, hatta kısırlaştırılacak, hadım edilecek...
...Gibilerinden...
Ya da yine ne bileyim, soyundan sopundan, yakın ve geniş çevresinden, mahalleliden, iş arkadaşlarından, adamın ya da kadının güvenilir biri olduğuna dair referans mektubu talep edin.
Dini bütün bir kişiyse, inandığı dinin kutsal kitabına el filan bastırtın...
Yapın işte bir şeyler...
Yoksa öyle ‘Aman da ne güzel seviştik. Hadi şimdi de orgazm sigaralarımızı içip birbirimize sarılarak uyuyalım’ filan; günümüzde tehlikeli işler bunlar...
Bulanık sular, karanlık sular...
Artık seks söz konusu olduğunda, öyle prezervatifle korunmak yetmiyor.
Zira virüsten çok bizatihi insanın kendisinden korkulacak bir dönem bu.
Beyni pisliğe çalışan bir adamın kafasına naylon geçiremezsiniz ki...
Seksin iki kişinin arasında yaşanan entim bir şey olduğu güzel günler vardı eskiden, hatırlar mısınız?
En fenasından meyhane masalarında dönen, genelde bolca da palavra içeren ‘skor ve muamele’ muhabbetlerine meze filan olurdunuz ki şimdilerin teşhirciliğinin yanında bebelere masallar gibi kalır yani...
Fotoğrafçı Mehmet Gülbiz’in İranlı sevgilisi Parisa Etheshamna tarafından öldürülmesi, geçtiğimiz haftanın en harlı gündem konusuydu malûmunuz.
Tam bizlerin ağzına láyık bir hikáye... Seks var, fantezi var, kan var, şiddet var, şeriat korkusu var; en güzeli de GÖRÜNTÜ var.
Yok yok... Meselá Savaş Ay oturup en şehvetlisinden mesleki bir fantezi kuracak olsa, daha cillobunu beceremezdi.
Eh, hazır lokma... Ay’ın fantezi kurmasına gerek kalmadı, rüya haber kucağına düşünce, o da her zaman yaptığı gibi, haberciliğin ecdadını becerdi.
İşinde başarılı bir meslek erbabının hazin ölümü ve ölümünün ardından yapılan haberlerle cesedinin çiğnenip tükürülmesi bir yana... (Bir yana derken, olmuşla ölmüşe çare olmadığı için yani... Yoksa durumun vahameti báki...)
Parisa Etheshamna’nın, Mehmet Gülbiz’in kendisini, çıplak fotoğraflarını internette yayınlamakla tehdit ettiğine dair iddiaları da bir yana...
Soruşturma henüz sürüyor. Mevzuun akı-karası üzerine ahkám kesecek değilim.
Gelin görün ki yok Tamer Karadağlı’nın, Gülben Ergen’in seks kasetleriydi, yok üniversitelerde dolanan ‘hepsi gerçek’ porno kasetleriydi...
Dehşet verici bir boyut değil mi?..
Mikro kameralar filan şöyle dursun; fotoğraf çeken cep telefonu sahibi biriyle ilişkiye girerken bile paranoyaya kapılmak için her türlü gerekçeye sahipsiniz artık.
Ve hani ‘Paranoyak olmanız, izlenmediğiniz anlamına gelmez’ diye giden laf var ya... Onu artık ‘Paranoyak olmanız, aklınızın hasbelkader bastığı anlamına gelir’ şeklinde değiştirmenin de vaktidir.
Neymiş? Yeni nesil güven ve yakınlık sorunu yaşıyormuş.
Yok bir de yaşamasaydı?..
Birinin yanında yapraklarınızdan soyunacaksınız ve ertesi hafta orta malı niyetine afiş olacaksınız. Olabilirsiniz; bir klik’e bakar... Hepi topu bir kayıt düğmesidir. O kadar...
Eğer teşhirci değilseniz, korkmaz mısınız?..
Kısaca bizim İbiş!
Dikkatli gözlerden kaçmamıştır, Mehmet Gülbiz cinayetinin üçüncü gününde, yayınlanan hiçbir haberde Parisa Etheshamna’nın soyadına rastlayamaz olduk.
Parisa Mehmet’in ellerini bağladı, Parisa krema yaptı, sürdü, yaladı...
Parisa Etheshamna, oldu bizim aşüfte Parisa...
Parisa aşağı, Parisa yukarı...
Babamızın kızı ya...
Atla deve mi?.. Böyle bir laubalilik olabilir mi? Yaz adını, soyadını...
Vincente Del Bosque’nin BJK’den gönderildiği dönemde, Cumartesi ekinin Bu Hafta En Çok Bunlar Konuşuldu bölümünü toparlarken, bütün gazeteleri hallaç pamuğu gibi atmıştım.
Adam bütün gazetelerin spor sayfalarında çarşaf çarşaf konu edilmiş.
Hatta haber, gazetelerin birinci sayfasından verilmiş.
Başlıktı, spottu, haber metniydi...
Bir tekinde de tam adı verilsin, konunun içinde ilk adı Vincente geçsin... Yok...
Bizim Del Bosque ya...
Bizim oğlan Del Bosque. Bizim katil Parisa...
İsme gerek yok. Bizimdir... Kısaca İbiş...
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2005
Ahir zaman kulları, zavallı insancıklar; siz, biz, onlar; hepimiz, alllooo? Artık bir seçim yapmanın zamanı geldi, bir karar verin yani:Sevişmeyi mi daha çok seviyorsunuz, uyumayı mı?Artık günümüzde seks varsa, uyku haram zira. Ona göre yani...Zira su uyur, teknoloji uyumaz; bilin de öyle sevişin yani...Fentezi muhabbetine hele, hiç girmeyiniz, girecekseniz de bu konuda münasebette bulunacağınız kişiyle ilgili Kopenhag Kriterleri gibi, sağlam kriterler belirleyiniz.Yani ne bileyim, mesela yatağa girmeden önce, seks öncesi sözleşmesi gibi bir şey imzalayınız:İşbu belgenin altında imzası olan kişiler, yattıktan sonra, konuyla ilgili herhangi bir görüntüyü, ses kaydını, şunu bunu, internette yayınlamayacak, TV kanallarına ya da basın organlarına satmayacak, bunları yapmaya yönelik şantaj da yapmayacak, yapması ya da satması hálinde eşek yüküyle tazminat ödeyecek, kazandığından çoook daha kallavi bir bedel ödeyecek, hatta kısırlaştırılacak, hadım edilecek......Gibilerinden...Ya da yine ne bileyim, soyundan sopundan, yakın ve geniş çevresinden, mahalleliden, iş arkadaşlarından, adamın ya da kadının güvenilir biri olduğuna dair referans mektubu talep edin.Dini bütün bir kişiyse, inandığı dinin kutsal kitabına el filan bastırtın...Yapın işte bir şeyler...Yoksa öyle ‘Aman da ne güzel seviştik. Hadi şimdi de orgazm sigaralarımızı içip birbirimize sarılarak uyuyalım’ filan; günümüzde tehlikeli işler bunlar...Bulanık sular, karanlık sular...Artık seks söz konusu olduğunda, öyle prezervatifle korunmak yetmiyor.Zira virüsten çok bizatihi insanın kendisinden korkulacak bir dönem bu.Beyni pisliğe çalışan bir adamın kafasına naylon geçiremezsiniz ki...Seksin iki kişinin arasında yaşanan entim bir şey olduğu güzel günler vardı eskiden, hatırlar mısınız?En fenasından meyhane masalarında dönen, genelde bolca da palavra içeren ‘skor ve muamele’ muhabbetlerine meze filan olurdunuz ki şimdilerin teşhirciliğinin yanında bebelere masallar gibi kalır yani...Fotoğrafçı Mehmet Gülbiz’in İranlı sevgilisi Parisa Etheshamna tarafından öldürülmesi, geçtiğimiz haftanın en harlı gündem konusuydu malûmunuz.Tam bizlerin ağzına láyık bir hikáye... Seks var, fantezi var, kan var, şiddet var, şeriat korkusu var; en güzeli de GÖRÜNTÜ var.Yok yok... Meselá Savaş Ay oturup en şehvetlisinden mesleki bir fantezi kuracak olsa, daha cillobunu beceremezdi.Eh, hazır lokma... Ay’ın fantezi kurmasına gerek kalmadı, rüya haber kucağına düşünce, o da her zaman yaptığı gibi, haberciliğin ecdadını becerdi. İşinde başarılı bir meslek erbabının hazin ölümü ve ölümünün ardından yapılan haberlerle cesedinin çiğnenip tükürülmesi bir yana... (Bir yana derken, olmuşla ölmüşe çare olmadığı için yani... Yoksa durumun vahameti báki...)Parisa Etheshamna’nın, Mehmet Gülbiz’in kendisini, çıplak fotoğraflarını internette yayınlamakla tehdit ettiğine dair iddiaları da bir yana...Soruşturma henüz sürüyor. Mevzuun akı-karası üzerine ahkám kesecek değilim.Gelin görün ki yok Tamer Karadağlı’nın, Gülben Ergen’in seks kasetleriydi, yok üniversitelerde dolanan ‘hepsi gerçek’ porno kasetleriydi...Dehşet verici bir boyut değil mi?..Mikro kameralar filan şöyle dursun; fotoğraf çeken cep telefonu sahibi biriyle ilişkiye girerken bile paranoyaya kapılmak için her türlü gerekçeye sahipsiniz artık.Ve hani ‘Paranoyak olmanız, izlenmediğiniz anlamına gelmez’ diye giden laf var ya... Onu artık ‘Paranoyak olmanız, aklınızın hasbelkader bastığı anlamına gelir’ şeklinde değiştirmenin de vaktidir.Neymiş? Yeni nesil güven ve yakınlık sorunu yaşıyormuş.Yok bir de yaşamasaydı?..Birinin yanında yapraklarınızdan soyunacaksınız ve ertesi hafta orta malı niyetine afiş olacaksınız. Olabilirsiniz; bir klik’e bakar... Hepi topu bir kayıt düğmesidir. O kadar...Eğer teşhirci değilseniz, korkmaz mısınız?..Kısaca bizim İbiş!Dikkatli gözlerden kaçmamıştır, Mehmet Gülbiz cinayetinin üçüncü gününde, yayınlanan hiçbir haberde Parisa Etheshamna’nın soyadına rastlayamaz olduk.Parisa Mehmet’in ellerini bağladı, Parisa krema yaptı, sürdü, yaladı...Parisa Etheshamna, oldu bizim aşüfte Parisa...Parisa aşağı, Parisa yukarı...Babamızın kızı ya...Atla deve mi?.. Böyle bir laubalilik olabilir mi? Yaz adını, soyadını...Vincente Del Bosque’nin BJK’den gönderildiği dönemde, Cumartesi ekinin Bu Hafta En Çok Bunlar Konuşuldu bölümünü toparlarken, bütün gazeteleri hallaç pamuğu gibi atmıştım.Adam bütün gazetelerin spor sayfalarında çarşaf çarşaf konu edilmiş.Hatta haber, gazetelerin birinci sayfasından verilmiş.Başlıktı, spottu, haber metniydi...Bir tekinde de tam adı verilsin, konunun içinde ilk adı Vincente geçsin... Yok...Bizim Del Bosque ya...Bizim oğlan Del Bosque. Bizim katil Parisa...İsme gerek yok. Bizimdir... Kısaca İbiş...
button
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2005
Özcan Deniz’in Kal De’si var ekranda... Ses ve Ayrılık albümünün ilk iki şarkısına çekilen iki klip de birebir apartma olduğu için bu kez işi sağlama almış. Oturmuş klibi kendi çekmiş. Şarkıyı da Balalayka filmini izlerken hislenip yazmış.
‘En derin aşklarda bile yaşanır bu gel-gitler / Her insanın içindedir bu hırçın dürtüler / Bazen bir an olur ki şaşırırsın olanlara / Hiç olmadık yere sürerler bu zamansız öfkeler / Yalnız kalınca kendinle pişmanlık sarıverir / Ama giden çoktan gitmişse, çareler çaresizdir / Kal de, hadi kal de, bana kal de, kalayım / Bana kal de, hadi gitme de, bana kal de, kalayım...’
Bir evlilik senaryosu. Bildiğiniz türden bir karı-koca kavgası ediliyor ama tabii ki lacivertin romantik tonundan...
Bu arada aralarda, mutlu günlere flashback’ler yapılıyor. Düğün dernek, nedense Balkan havaları çalıyormuş hissi uyandıran...
Pistin ortasında Seymen Ağa figürleri attıran bir Özcan Deniz ve karşısında Best Model 2004 birincisi Arwa Goude...
Klibi kendisi çekmiş ya, niyeyse iç çekimler, Haziran Gecesi çağrışımı yapıyor gibi geliyor bir yandan da... Baran Abi havaları...
BU ADAM KİMSELERE YARANAMAYACAK MI
Önyargıya gel... Özcan Deniz’den çıkan hikáyenin içinden sanki illa Haziran Gecesi, Asmalı Konak ya da Neredesin Firuze havası geçmesi zaruriymiş gibi...
Üstelik bu üç hikaye de birbirine arslan, leylek ve balık kadar benziyor, ayrı...
Adam gayet güzel şarkılar yazıp söylüyor, filmleri de gayet başarılı... Şu Haziran Gecesi muhabbetinin izlediğim kadarıyla biraz pöfürttüğü kanaatindeyim ama olsun varsın.
Yine de insan düşünmeden edemiyor. Özcan Deniz ne yaparsa yapsın, kimselere yaranamayacak mı?
Telefon: ‘Elifim...’
A a, nasıl yani?.. Kara gözlüm, kara muçom arıyor. Elif, yeğenim...
Daha 10 yaşında... Kendi cep telefonundan?..
Eniştemin yumuşak karnı elvermediği için cep telefonu alındığına vakıfım da... Hem bu konuda en koyu muhalefeti yapmış kişiyim de ama?..
Ne bileyim, ilk kez kendi telefonundan beni arıyor. Bir aman da aman hissiyatı tebelleş oldu bünyeye...
MİNİK YEĞENİMDEN TAKI TASARIMI ŞOKU
İnsanın telefonu çaldığında eli ayağına böyle dolaşır mı? Dolaştı... Açtım:
- Miniko?.. Sensin di mi?
- Eboş Teyzeciğim, nasılsın? (O valla!.. Ulan, şu ‘Eboş’ saçmalığı Miniko’nun ağzından böyle lokum tadında çıkmasa, kendisinin kullanması yetmiyormuş gibi yeğenimin de diline bu karizma tırpanı lákabı pelesenk eden anneme fena bir iyilik düşünürdüm ya...)
- Nasıl olayım bebeğim? Eboş Teyzeciğim diyen dillerine kurbanım. Hayırdır?
- Şimdi google’dan seni girdim, yazıların çıktı, fotoğrafını da gördüm de ne kadar özlemişim, sesini duyayım dedim... Hani geliyordun? Güya Aralık’tan beri geliyorsun.
- ..?
- Alllo?
- Ehemörrrghhh... (Sigarayı bırakmaya kaç gün kalmıştı?) Ne google’ı hayatım? Google mı dedin sen?
- Hı hı. Şencan Dedem’i de girdim. Biliyor musun, gençliğinde altı kere milli olmuş.
- ...?
Küçümenlerinin dizinin dibinde büyümesini izleyen, tüm o küçük mucizelere olağan işlermiş gibi şahit olanlar, benim gibi gurbet kuşlarını kolay kolay anlayamaz.
Beceriksizliğimden dolayı, ayrıca basiretsizliğimin de değerli katkılarıyla (!) Elif’i doyasıya senede bir, bilemediniz iki kere görebiliyorum. Ve her seferinde karşıma bir sürpriz yumurta çıkıyor.
Ya bir kafa boy atmış oluyor, ya mükemmel manşet atmayı öğrenmiş; ya da ne bileyim, işte, google’ları muugılları talan ediyor.
İçimden ‘Ben sana, ben yanında değilken büyünmeyecek demedim mi?’ filan benzeri salak cümleler kurmak geliyor.
En son, resim kursuna gidiyordu.
- Resim nasıl gidiyor?
- Ne resmi?
- Resim kursuna gidiyordun ya hani?
Esas darbeli yanıt bunun üzerine geldi:
- Ben artık takı tasarımıyla uğraşıyorum.
-...?
Nasıl yani? Haziran Gecesi?!. Özcan Deniz’e bakıyorum pis pis.
- Elif, birazdan bana Özcan Deniz’e aşık olduğunu filan söylemeyeceksin değil mi?
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2005
<I>Hasta düşmüş muharrirenin havale geçirircesine sayıklamaları, dünden devam... (Bu aralar tefrikalardan gidiyor olmamızı teessüfle karşılayan okura özel, sepet sepet yumurta modeli kafiyeli not: Hastayız dedik usta! İnsafa gel, fazla uzatma! Bak kafamı kızdırırsan, seni Semra’anım’a veririm. Temcit pilavının tillahını yersin Sabah Yıldızları’nda!)
***
Bugün biraz daha iyiyim. Dolayısıyla, ıbrık ıbrık ıbrık, biraz magazin programı izlemeye çalışabilmeyi deniyorum. (Niyeyse bu lüzumsuz azimle beton delme gayreti artık?..)
Akşamın bir vakti, Özel Hat’a takıldım. Ekranda hüngür hıçkır bir Nez...
Televizyonda zırıldayan birini gördün mü zaplamak Türk’ün şanına yakışmaz. En az beş dakika hakkını vererek izleyeceksin.
Yine de izleyemedim. Hafif tertip daha doğrusu... Dedim ya, bünye biraz kırık; görevi ancak bir buçuk dakika kadar ifa edebildim...
Bilenler bilmeyenlere müjdeli haberi duyursun: Laf cambazı bir arkadaşımızın tabiriyle ‘Lazanya sanatçılarımızdan’ Davut Güloğlu’yla Nez, meğersem Kasımpaşa’dan çocukluk arkadaşıymışlar. (İşin bu kısmını Salı günkü Kelebek’ten, Demirhan Hararlı’nın röportajından öğreniyoruz.)
Seneler sonra muhabbet ‘tanıdık bakkal’dan açılınca, birbirlerinin çocukluk aşkları olduklarına uyanmışlar. Şimdilerde de rüya gibi bir aşk yaşıyormuşlar. Kendileri ne yaşadıklarını bildikleri için kimin ne dediğini umursamıyormuşlar.
Ne güzel...
Gelin görün ki, kaka mihraklar, yine yememiş içmemiş suları bulandırmışlar. Ortaya, Nez’in Davut Güloğlu ile, askerdeki bir beyefendiyle nişanlıyken halvet olduğuna dair haberler düşmüş.
Hiçbir şeyi umursamamaya ahdetmiş Nez’in niyeyse umursayacağı tutmuş.Ki işte, salya sümük...Otomatiğe bağlanmışçasına aynı cümleyi sarf ediyor: ‘Türkiye’nin dramı olmak istemiyorum.’
En kabasından şöyle bir düşününce, kendisini rahatlıkla avutabileceğimize inanıyoruz.
Hani yoksulluk, zırt fırt huzura gelen ekonomik krizler, hükümet bunalımları, terör, taciz, ensest, kapkaç, uyuşturucu trafiği, töre cinayetleri, trafik kazaları, hödö hödö konuşmaktan başka hiçbir icraatı olmayan buna rağmen ömrü billah iktidardan çekilmeyen siyasiler...Filan derken...
Türkiye’nin dramı?.. Zor yani... Endişeye mahal yok yani... Miniminnoş bir kuyruk var, sıraya giriniz yani...
Bu arada bizim tayfa, Nez’in ‘bu işlerden sıtkım sıyrıldı’ hezeyanının ‘samimiyet’ine dair ikiye ayrıldı. Taraftarı var, karşı taraftarı var...
Ben, dediğim gibi, hastalık vesilesiyle tahammül mahalim ve algı kapasitem biraz dar olduğundan mevzuya hayal meyal vakıfım.
Magazin yalamasından mustarip biri olarak, bilemiyorum... Ne zaman böyle bir olayla karşılaşsam, gayrı ihtiyari Yalancı Çoban’ın hikáyesini anıyorum.
Önümüzdeki günlerde, en tövbekár Nez, Davut’lusuyla düet albüm çıkarıp bilumum magazin programına birlikte katılmazsa, bir daha konuşalım deyip, sessizce uzuyorum.
***
O-ha! Bin yıl geçti, şu ‘Gözün aydın Türkiye, kar bilmem kaç vakte kadar Doğu’ya göçüyor’ sakaleti son bulmalar bilemedi. Gerçekten...‘Uzmanlar’, haber spikerleri, vs. hálá bu şekilde sürçüyor, sürçebiliyor olabilir mi?
İnsanın egoist damarı, şu zalim fikrini zikretmeden duramıyor, kendini bu kadar da bilemiyor, tutamıyor olabilir mi?
Gözün aydın Türkiye, kötü hava şartları Batı bölgelerini terk ediyor. Zira bildiğiniz üzre, Türkiye’nin Doğu’su, dış kapının dış mandalı sayılıyor.
***
Ayın 8’inde Cem Karaca’nın ölüm yıldönümüydü... Rahmetlinin ikinci eşi İlkim Karaca, atv ana haber bülteninde Mahsun Kırmızıgül, kanaltürk gece bülteninde, Barış Akarsu ile birlikte canlı yayındaydı.
Öyle dergahın içerisinden, öyle içten?!.
Kinayesi batsın; ne diyeyim bilemedim. Dolayısıyla bir şey diyemeyeceğim... Cem Karaca’nın ruhu şad olsun...
***
Kar, dam altı battaniye (sıcak2 / sıcak kare) altında, içeriden dışarıya bakınca, cam ardından ne romantik görünüyor.
Öyle de temiz...
Bizim hijyen anlayışımıza ne çok uyuyor...
Bembeyaz bir örtü; bütün pisliği, fenalığı, güçlüğü, hiç yokmuş gibi örtüveren...
En fazla üç gün sonra, tüm bu güzellik, paçada çamur, daha beter trafik ve çıplak gerçeklik olarak geri dönecek ama bunu en azından şimdilik düşünmemek, düşünmemeye çalışmak iyi geliyor.
Hasta bir bünye, içeriden dışarıya bakarken, kendini hoş tutmayı, gerekirse kandırmayı; hakkaniyetli bulabiliyor.
Ne acayip...
Yazının Devamını Oku