1 Nisan 2006
Bodoz dalalım: 110’u seviyorum. Bu konuda yalnız olmadığımı da en azından kendi çevremden biliyorum. Sevilesi, insanın içini açan bir duruşları var: Okumuş çocuklardan mürekkep bir grup olmasını seviyoruz. Kasmayan, kasıntı olmayan herifler olmalarını seviyoruz. Kadıköy-Taksim hattında seyreden otobüsün numarasından esinlendikleri isimlerini seviyoruz.
Müziklerinden bahsederken; "İçimizden geldi, bunu yaptık; insanlar beğenirse destek verirler, beğenmezlerse de mühendis oluruz!" diyen ve müziklerini mühendislik bilgileriyle beslediklerini, "Müziği oluşturan frekansların temeli fizikten veya matematikten hesaplanır" şeklinde açıklayan tipler olmalarını seviyoruz. Albümlerine Atomların Harika Dünyası ismini vermiş olmalarını seviyoruz.
Seviyoruz velhasıl... Kaşlarının gözlerinin hatırına değil elbet; en çok müziklerini, kliplerini ve izleyip takdir ettiğimiz sahne performanslarını seviyoruz...
Bir süredir müzik kanallarında dönmekte olan Özledim Seni isimli, sade, dingin, harikuláde şarkılarının hele, ziyadesiyle hastasıyız.
Burulmadan, bir an için en Belgin Doruk pozlarımızla gözlerimizi kaçırıp hasretle ufka doğru bakmadan dinlemeyi beceremiyoruz.
Daha geçen gece Geisha Punk gecesinde iki yabancı grubu dinlemek üzere gittiğim Roxy’de su gibi aziz, kadim bir dostuma kurmuş olduğum cümledir: Özledim seni...
Basit iki kelimedir, fakat laf ola beri gele niyetine değil de hakikaten en içinden sarf ettiğinde, kursağından öyle kolay kolay geçmez bir cümledir. İki basit kelime, boğazında düğüm olur, göz pınarlarını doldurur...
Özledim seni... Hakikaten özlemişim... Onu özlemenin ötesinde, geçmiş bir háli özlercesine...
Roxy’deydik, şimdilerde Çeşme’de bulunan iki ortak dostumuzu yad ediyorduk ve Çeşme’de kumsalda serilip kıkırdadığımız zamanları özlüyorduk. Bundan 15 yıl kadar önce, ilk tanıştığımız dönemlerde, her gece Sefahathane’de muhabbetin belini çatır çatır kırdığımız, gençlik işte, o zamanlar kadrini kıymetini çok da iyi bilemediğimiz kaygısızlığımızla döndürdüğümüz muhabbetleri...
Biz aynı biziz işte, ne değişti ki? Anlamsız bir eskimişlik duygusunun haricinde mi demeli? Bir de malûm, hayat gailesi, her an her yerde birlikte olamama hálleri, aralara giren mesafe... İçine ettiğimin yetişkinliği... Bak şimdi yine sinirlendim; neyse...
110’un Özledim Seni’si, rock ve elektronik müziğin harmanlandığı albümleri Atomların Harika Dünyası’nın en sakin parçası desek yeridir.
Klibi, ilkinde olduğu gibi yine Devrin Usta, 16 mm. formatında, Kaya Köy, İztuzu ve Dalyan’da çekmiş. Görüntü yönetmeni Aşkın Sağıroğlu ve yapımcı Esra Sertakar ile Adnan Sertakar’ın ortak çalışması olan yapımda özlenen manitayı yine ilk klip Bitti mi’de rol alan Evrim Demirsu canlandırmış. Rollerden bahsederken, ilk klipte de bol bol gördüğümüz anime kelebekleri de unutmamak lázım tabii...
Candan Tezel, bezgin, mutsuz, kırık dökük genç adam edalarıyla şarkıyı söylüyor:
"Özledim seni bugün sebep yokken / Uzansam hayallere dokunurum sandım bak / Yıllar geçmiş üstümüzden / Hálá ilk günkü gibi aklımdasın / Özledim seni / Sen doğdun / En güzel cümlenin en güzel öznesi / Tanrı’nın unuttuğu bu kentte / Cennetten düşen bir manzara gibi / Özledim seni / Söylenecek çok sözüm vardı / Hepsi yarım kaldı / Neler ummuştum hayattan / Elimde ne kaldı / Kırılan kalbim miydi yoksa / Karnımdaki bu sancıyla / Küflenmiş ruhum unutmadı / Unutmadı seni hálá / Özledim seni..."
İnsan egosu ne tuhaf... Birilerini özlerken, esasında henüz bu denli kirlenmemiş, el değmemiş, safiyane çocukluk hállerini, hislerini özlüyor bir yandan...
Bellek mekanizması nasıl kurnaz... İçi zift gibi, katran karası arabeske çalan çocuklar olmamıza rağmen, deliler gibi güldüğümüz günlere dair kareleri hatırlıyor yalnız...
Şimdi mümkünse sessizce dağılalım. Mühim bir işim var. Çeşme’ye, Ebosho’ma bir telefon açacağım: Özledim seni...
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2006
Dün akşam altı buçuk sularında, Maslak’tan Taksim’e doğru gıdım gıdım ilerliyoruz. Baktık, belediyenin, yolu hem delip hem kepçeleyen makinelerinin adı neyse artık, osu, Maslak’ta, yolun kenarında yine tatlı tatlı çalışmaya başlamış. İstanbul’un yabancıları için küçük bir bilgi notu: Taksim-Maslak güzergáhı, şehrin trafikten yana en çıldırtıcı hatlarından biridir.
Ve efendiler, asfaltı kaşımak için, yine süper bir akılla, iş ve okulların paydos saatini denk düşürmeyi becermiş. Ki bu da maalesef kanıksanmış bir hadise.
Arabada üç kişiyiz... "Bence" dedim; "Bunlar, bütün üstgeçitlerdeki -ve bütün derken, hakikaten BÜTÜN üstgeçitlerden bahsediyorum- ’Sayın Başbakanımız’ın katılımıyla bilmem kaç yol, bilmem kaç kavşak açtık’ tabelalarını, ’Topunuzu delirtmeden şurdan şuraya bırakmayacağız, sonra da memleketimize kazandıracağımız 40 tımarhanenin temel atma törenini Başbakanımızın değerli katkılarıyla, açılışını da yine Sayın Başbakanımızın kurdele kesmesiyle gerçekleştireceğiz’ yazanlarıyla değiştirsinler."
"Ben anlamıyorum" dedi direksiyondaki şoför arkadaş; "İnsan zaten yapması gereken işi yaptığı için niye bu kadar kampana çalar ki zaten? Biz yolda giderken pencereyi açıp; ’Bakın arabayı bu trafiğe rağmen trafik kurallarını ihlal etmeden ne biçim kullanıyorum’ diye bağırıyor muyuz? Belediye dediğin zaten ne yapar ki? İşi bu değil mi?"
Arkada oturan arkadaş; "Bu belediye için ne yapamaz ki diye sormak lázım" dedi.
Çarşamba gününün Milliyet’inde bir haber vardı. Denizli DHA’dan Ramazan Çetin’in haberine göre: Başbakan Erdoğan tarafından dört ay önce açılışı yapılan ve 9 büyüklüğündeki depreme dayanıklı olduğu iddia edilen Denizli’deki Sevindik köprülü kavşağında çatlaklar oluştu, zemininde de çökme meydana geldi. Yine Erdoğan tarafından bir ay önce açılan Aydın Çine’deki duble yol da çöktü.
Haberin yayınlandığı gün, malûmunuz, tam güneş tutulmasının yaşandığı tarih. Herkesin dilinde deprem geyiği... Her muhabbet, böyle bir şey olur mu, gerçekten böyle bir bilgi olsa, uzmanlar bunu açıklar mı açıklamaz mı geyiğine bağlanıyor.
Hayır, güneş tutulunca deprem olacak diye bir tabiat kanunu yok. Varsa da insanoğlu kanıtlayabilmiş değil henüz. Fakat bir gün depremin olacağı, illá ki olacağı, kesin olarak biliniyor.
Evet, ona göre işler yapmak lazım. Hayır, bunun sorgulanabilir bir tarafı yok.
Gelin görün ki depreme ne hacet yahu? Dört ay önce açılışı yapılan bir köprülü kavşak, bir ay önce açılışı yapılmış bir duble yol, şuncacık zamanın sonunda üzerinden geçen yükü kaldıramamışsa, zaten potansiyel, kaza da değil cinayet mahali demektir.
Kurdele kesmekle iş, maalesef bitmiyor. Böylesi, hiç de şaka kaldırmaz işler, göstere göstere insan hayatına maloluyor. Ama boşverelim yine de di mi... Eşeğimizi sağlam kazığa bağlamıyorsak da, çayıra saldıysak da Allah’a emanetiz. Çatır çatır oluyor olmasına ya, olsun varsın, bize bişi olmaz abi...
Olunca, kendi başımıza gelince, aaa, oluyormuş demek ki deriz... Bize idrak, kötü şeyler hep kendi başımıza gelince gelir, biliriz... Gelince de bari o zaman ders alır mıyız, almayız, mukadderat der, geçeriz...
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2006
Bunu sanırım daha önce de söylemiştim ama Allah biliyor ya, durumumu daha sarih özetleyebilecek bir başka şey de gelmiyor aklıma: Birisi hamiline çek yazsa, üzerine adımı yazasım bile yok.
Sabahleyin yine annemin telefonuyla uyandım.
Bir süredir sabahları erken kalkıyorum.
Kalkmam lázım. Elzem...
Elzeme levazım da lázım malûm... Ben de ne yapıyorum; donanıyorum...
Evin her tarafı çalar saat oldu.
Televizyon izlerken sızmam muhtemel kanepenin ve hani becerir de kendimi atabilirsem diye yatağın etrafını alarmlarla kuşattım.
Cep telefonunun beş ayrı alarmını 15 dakika aralıkla kuruyorum. Sonra benim kadranında öküz kafası olan ve moooööö’leyerek çalan çalar saati... Birkaç tane sevimsiz cızırtı çıkaran dijital naneyi... Bir de annemi...
Annemi kuruyorum derken, densizlik olarak algılanmasın mümkünse.
Kendisi gönüllü oldu; zira sabah erken kalkmam gerekiyor olmasından dolayı son derece, hani neredeyse evlenmişim kıvamında mutlu.
Her sabah yarım saat filan telefon başında mesai veriyor.
E, boru değil, liseden mezun olduğumdan beri ilk kez, öğleden önce kalbi bile atmayan bendeniz, sabah 07:30’da uyanmaya çalışıyorum, 8’de filan yola dökülüyorum.
İnsomnidan mustarip olmayanlar anlamaz bunun nasıl meşakkatli bir durum olduğunu.
Hayatım jet-lag; öyle söyleyeyim...
Az salaktım zaten, iyiden iyiye morona kestim.
Neyse işte; sabah yine annem aradı. Sonra yine aradı. Sonra yine aradı. Sonra yine aradı...
Duşa girdiğimden emin olana kadar telefon tacizini sürdürdü.
Ve duştan çıktıktan sonra, tekrar arayıp; sanki tasvip etmediği bir arkadaşımdan bahsedermiş gibi; "Senin bu ayla, güneşle, marsla filan münasebetinden hazzetmiyorum" dedi; "Bak dün, hiç ikiletmeden çıkmıştın yataktan. Dikkat et, kimseyle kavga mavga etme bugün. İşten çıkınca doğruca evine git."
Benim cins olduğumu düşünenleri bir de annemle tanıştırmak isterim. Hani araştırmacı taraştırmacı antropoloji, sosyoloji, psikoloji, ıvır kıvır merakı olanlar için kaynağa inmek yolunda isabetli olur.
"Güneş tutulacak bugün" diye devam etti: "Senin gibi gündüz insan gece hırt modelinden tipler için tekinsiz bir gün. Dün akşam kendin söyledin."
Tamamen unutmuşum...
"Boşver be anne" dedim, "Gezegenlerin dizimi nasıl olursa olsun, bizim havamız iyi olsun, di mi?"
Ve evden çıktım...
Taksi durağına ulaşana dek üç kez düşme tehlikesi atlattım, dördüncüsünde yere kapaklandım. Yere düştüğümde, okula gitmekte olan biri hakikaten sümüklü, üç velet, beni birbirlerine göstererek kahkahalarla güldüler.
Allah biliyor ya, karşılığında pek de "olgun" bir yaklaşım sergilemedim.
Taksi durağında araba yoktu. Yoldan geçen bir arabayı çevirdim. İşe gelene kadarki mesafe 15 YTL tuttu; adama 20’lik uzattım. "Bozuk yok mu?" dedi; ilk kavgamı taksiciyle ettim.
Ofise ayak basar basmaz, cep telefonumdan bir halkla ilişkilerci aradı ve selam sabahsız bir şekilde, göndermiş olduğu e-postayı alıp almadığımı sordu.
Sabah daha 09:15 ve kavgadan yana elde var iki...
Telefonu kapar kapamaz, bir kez daha çaldı.
Açtım. Açmaz olaydım. Pek Fenerli bir arkadaşım, seyircisiz ve sakat olduğu için Ümit Karan’sız oynanacak GS-A.Gücü maçı için pek tırnak içinde "başarılar" diledi. "Rüyanda mı gördün?" yollu çemkirdim. Háliyle.
Sabah henüz 10 bile değil. Charlize Theron’un telefonunu bulabilir miyim acaba diye düşünüyorum. Kendileri güneş tutulmasını izlemek için Antalya’ya turistik ziyarette bulunmakta bildiğiniz gibi. "Ablacım, sen manyak mısın?" diye sormak isterim.
Olmadı, annemi arayacağım ve "Her konuda haklı çıkmak zorunda mısın" diye, şarlayacağım.
Şu anda yine telefon çalıyor ey okur!
Kim olduğu bana kalsın ama şöyle söyleyeyim; açmayacağım...
Akşama iki ayrı programım var ama deprem hurafeleri bir yana, kendi fay hattımdan korkuyorum. Eve kaçıp, bir an önce uyumak adına birilerinden ödünç alıp birkaç tane Xanax manaks çakacağım. Tutulasıca güneş!!!
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2006
Sözün bittiği yerdeyiz. Memleketin ahvali, Tanrı Kent filmini aratmaz olmuş, çocuk çeteleri, okulda şiddet almış başını yürümüş, kapkaç çetelerinde kullanmaktan şantajla pornoya zorlamaya, tecavüzden işkenceye kadar her türden çocuk suistimali ayyuka çıkmış, peşpeşe çocuk intiharları yaşanır olmuş... Ülkenin Milli Eğitim Bakanı’nın ede ede ettiği lafa gel: "Büyütmemek lázım!"
Sistemli bir şekilde bize kafayı mı yedirtmeye çalışıyorlar, yoksa onların kafası için mi endişelenmemiz gerekir, karar vermekte inanın güçlük çekiyorum.
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’e soracak olursanız, yine olan biten ne varsa, suçlusu medya. Muğla’da dile geldiğinde şöyle buyurageldi: "Okullarda yaşanan bir-iki olayı büyütmemek gerekir. Şiddet olaylarına medyada büyütülerek yer veriliyor. Öğrencinin gazetede manşet olması, sayfa sayfa resimlerinin yayınlanması, o insanları teşvik eder. Olaylar artacak."
Oturduğunuz yerde öyle gef gef gerinerek oturur, olaylar artınca da; "Bakın, biz demiştik; medya büyüttü, olaylar arttı" filan dersiniz. Yaparsınız siz... Öngörü sahibi bir sorumluluktan muaf muktedir olarak, haklı gururunuzla, gerim gerim gerinirsiniz. Hatta Allah bilir, haklı çıktınız diye sevinirsiniz...
Nedir bu yaşadıklarımız; şaka olabilir mi, şakaya gelir mi?
Türk Eğitim-Sen’in ülke genelinde 7 ve 8. sınıftan 1136 öğrenciyle uyguladığı ankete göre, öğreciler arasındaki sözlü, fiziksel ve cinsel taciz oranı yüzde 92!
Sadece yılbaşından bu yana, yani hepi topu üç ayda yaşanan hadiseleri, kabasından birkaç örnek vermek amacıyla arşivleri şöyle bir tarayalım mı:
11 Ocak: Konya’nın Meram ilçesinde, iki çocuk arasında çıkan silahlı kavgada ağır yaralanan V.K. (14) kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti.
16 Ocak: Adana’da 6. sınıf öğrencisi M.Ü. (11) ve V.E. (16) kendilerini odalarının tavanına, Batman’da 5. sınıf öğrencisi N.Ş. (13) merdiven boşluğuna bağladığı iple asarak intihar ettiler.
13 Şubat: Bursa’da kız arkadaşlarıyla Kültürpark’ta oturan iki lise öğrencisi, yanlarından geçerken laf attıkları gerekçesiyle tartıştıkları öğrenciler tarafından bıçaklanarak yaralandı.
22 Şubat: Samsun’da bir lisede öğrenciler arasında çıkan kavgada, bir öğrenci, bıçakla bacağından yaralandı.
23 Şubat: İzmir’in Boğaziçi semtinde, çok sayıda kapkaçtan sabıkalı 12 yaşındaki zanlı, Mimar Sinan İlköğretim Müdürü ve güvenlik görevlisini bıçakla yaraladı.
4 Mart: Adana’da bir kız çocuğu, parkta gezdirdiği köpeğini izinsiz sevdiği gerekçesiyle yaşıtı kızı bıçakla yaraladı.
6 Mart: Bursa’nın Osmangazi’de 6. sınıf öğrencisi, aynı okulda bir çocuk tarafından bıçaklandı. Ankara’da futbol topu yüzünden lise öğrencileri arasında çıkan kavgada dört öğrenci bıçakla yaralandı. Adana’da Milli Eğitim Bakanlığı’nca düzenlenen Futbol Yıldızlar ve Gençler İl Birinciliği müsabakalarının ardından çıkan kavgalarda iki öğrenci bıçakla yaralandı.
8 Mart: Konya’da bir ilköğretim okulunun bahçesinde dört öğrenci arasında çıkan bıçaklı kavgada iki öğrenci yaralandı.
10 Mart: Adana’da bir öğrenci, sokakta karşılaştığı okul arkadaşını "ters bakma meselesi" yüzünden bıçakla yaraladı.
12 Mart: Adana, Kozan’a ilköğretim 8. sınıf öğrencisi T.D. eniştesinin tabancayla intihar etti.
16 Mart: Erzurum’da bir lise önünde iki öğrenci grubu arasında çıkan kavgada üç öğrenci yaralandı.
17 Mart: Adana’da bir ilköğretim okulu öğrencisi futbol maçı sırasında tartıştığı arkadaşları tarafından bıçaklandı.
20 Mart: Bingöl’de 48 saat içinde, yaşları 9-19 arasında değişen ikisi genç kız beş çocuk intihar etti. 9 yaşındaki H.K. ile 14 yaşındaki H.B. av tüfeğiyle kendini vurarak, 18’lik S.Ç. tavana bağladığı iple kendini asarak, 19 yaşındaki M.S. Murak Nehri’ne, 17 yaşındaki F.B. ise Zerik Gölü’ne atlayarak hayatlarına son verdi.
22 Mart: İstanbul Beşiktaş’taki bir ilköğretim okulunda bir öğrenci, tartıştığı bir başka öğrenci tarafından bıçakla kalbinden yaralandı.
Geçen hafta Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan Ümran Avcı ve Burcum Devrez imzalı Okul ve Şiddet dosyasında öğrencilerin ağzından manzara şöyle aktarılıyordu:
R.G. (16): Kapının önünde polis bekliyor. Ama polis bir şey yapamaz ki. Boğazına bıçağı dayarsın, gider. Şimdi siz buradasınız diye bizi buradan uzaklaştırmaya çalışıyorlar.
Lise son öğrencisi Mamigo lakaplı A.Y.: Bana okulda kimse karışamaz. Dört yıldır bu okuldayım. Eee, háliyle bir ağırlığımız var. Kimse yolumu kesemez.
Bir öğrenciyi bıçakla yaralayan 14 yaşındaki M.K.: Arkadaşım ’Sen kızlara niye karışıyorsun?’ dedi. Ben de karışmadığımı söyledim. Sonra ikinci defa sınıfa girip ’Seni döverim’ dedi. O anda kavga çıktı. Arkadaşımın bende bir bıçağı vardı. Bir anda gözüm karardı ve bıçağı çıkartıp üzerine yürüdüm. O sırada bir kargaşa oldu. Karşıma başka bir arkadaşım çıktı. Bıçak ona saplandı. Sonra bıçak yere düştü. O anki sinirimle elimde silah olsa kafasına sıkardım.
Ama nedir? Büyütülecek bir şey yok. Abartmayın.
Bu çocuklar büyüyüp üreyecek. Bu ülkenin geleceğini belirleyecek. Kendilerine uygulanan, birbirlerine uyguladıkları şiddeti, bir sonraki nesle geçirecek.
Ama nedir? Büyütülecek bir şey yok. Abartmayın.
Bu gidişata bir an önce, acilen, ivedilikle, hemmen, hatta dün, bir çare bulunmalı. Bu da okulların kapısına sivil polis yığarak, her çocuğun kuyruğuna bir polis takarak yapılmamalı.
Hazır günah keçisi bulduk hesabına, "Kurtlar Vadisi’ni izliyorlar, böyle oluyor" kolaycılığına kaçılmamalı.
Medya olayı büyütüyor gibi, artık sıfatlara sığmaz sığlıkta yanıtlar vermeyen, koltuğunu basen çevresinin genişliğiyle değil, hakkıyla dolduran, ar damarı olan yetkililer bulunmalı.
Ve medya olmasa gümrükleri, medya olmasa maliyeyi, medya olmasa iç ve dış ilişkileri, medya olmasa sanayiyi, medya olmasa ulaştırmayı, medya olmasa kültürü ve turizmi, medya olmasa şunu bunu, medya olmasa memleketi, ah ne güzel, ah ne şahane, ah vallahi de cillop gibi idare edecek, pek bi’ sayın hükümet yetkilileri, madem ki gazetelerde okuduklarından pek hoşlanmıyorlar, gidip uzuuun uzun aynaya bakmalı.
Orada görecekleri de başka bir şey olmayacak; ayrı...
İDŞP
(İlahi Dedirten Şuursuzlar Partisi)
Başkan Adayı
Düzenli aralıklarla Tuğba Özay’dan bahis açmayacağıma dair kendi kendime söz veriyor, yeminler ediyorum ve fakat her seferinde tövbemi bozuyorum. Ama Allah aşkına, insan böyle bir şeye nasıl kayıtsız kalabilir?..
Kaçıranlar kaçırmayanlara anlatsın: Solculuğu kendinden menkul en bi’ CHP’li Tuğba Özay Hanımefendi, tv8’deki Yavuz Seçkin ve ekibinin hazırladığı Joker programında, arkadaşı Vatan Şaşmaz’ın da yardımıyla fena ebelendi.
Ekip, CHP’nin şimal yıldızı ya, yeni kurulan GİP (Güzel İnsanlar Partisi)’e transfer etmek için Özay’a teklif götürdü.
Özay’ı GİP İstanbul binasına çağırıp, "90-60-90 bir Türkiye" sloganıyla yola çıktıklarını ve onu direkt genel başkan yardımcılığına getireceklerini söylediler. Beş yıl içinde genel başkan, 10 yıl içinde de başbakanlığın garantisini verdiler ve bilin bakalım: Tabii ki Özay, teklif oltasına 90-60-90 ölçülerinde bir sazan misali atladı.
ÜSTELİK: O da gelecekte DİP (Dayanışan İnsanlar Partisi) diye bir parti kurmayı düşünüyormuş. Dolayısıyla bu teklif, hayatının en önemli tesadüflerinden biri olmuş!!! Parti yetkililerine teşekkür üzerine teşekkür eden Özay, bu şerefli vazife için kendisini uygun görmelerinden büyük onur duymuş. Aktif siyasete daha ilerki yıllarda atılmak istediği hálde gördüğü ilgi ve organizasyonun büyüklüğünden etkilendiği için böyle bir teklifi asla kaçırmak istemezmiş. O kadar etkilenmiş ki parti yetkilileriyle birlikte parti marşını bile söylemiş!!!
Hadise başlı başına bir nev’i fıkra olduğu ve her zamanki gibi sayesinde nutkum tutulduğu için ben başka bir şey söyleyemiyorum. Allah’tan kendilerine bir nebze içgörü niyaz eylemesini diliyorum.
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2006
Ayıptır söylemesi, geçenlerde birkaç arkadaş uzun bir içki sofrasında sohbetin belini çattadanak kırdık. Evlere dağıldığımızda karnımda bir pırpır kelebek, saat de daha erken, yoldan çıkıp kendimi yine sokağa vurmayayım diye, ekranı tek görebilmek için bir gözümü kapatarak zaplamaya başladım.
Müzik kanallarına ulaştığımda karşılaştığım şey, çift görmek şöyle dursun, halüsinasyon mu görüyorum diye kendimden şüpheye düşmeme neden oldu. Öyle ki, dağılan meclisteki yárenlerin birine telefon açtım. "Çabuk şu şu şu kanalı aç, bana ne gördüğünü söyle... Çok acayip bir durum var. Biz ne içtik ki bu kadar? Casablanca, West Side Story ve Love Story’yi ışık hızında peş peşe izledim; üstelik üçünün de başrolünde Kutsi oynuyordu. Hani insanın zihnine sakız gibi yapışan, sana ne’li bana ne’li şarkıyı söyleyen adam var ya, o... Ulan sahte rakı içmiş filan olabilir miyiz? Sen gelip beni bir acile filan mı götürsen acaba? Mideyi yıkatmak gerekebilir."
"Aaaa!" dedi, "Sen daha onu görmemiş miydin? Aşk olsun, hiç yakıştıramadım. Uzun zamandır izlediğim en matrak şey. Şahan mahan halt etmiş."
"Ben," dedim "yatmaya gidiyorum. Şu telefon konuşmasının bile rüyamda gördüğüm şeyin saçmalığı karşısında, zihnimin uyanık tarafının mantık peşinde koşarken yarattığı bir başka yanılsama olduğunu düşünüyorum."
"Bu cümleyi de kurdun ya, bence de yatsan iyi olur" dedi.
Yattım yatmasına da uyuduğum uyku mudur, uyku niyetine falakaya mı yattım, kuşkuluyum...
Rüyamda Kutsi’yle E.T.’nin Türk versiyonu olan meşhur yerli klásik (!) Badi’nin başrollerini paylaşıyorduk. Ben çocuk rolündeydim, o Badi. Neye benzediğini anlatmayayım; insan kábuslarını ortalığa döküp saçmamalı. Hem kendi bilinçaltının mahremiyetine hürmeten, hem de başkalarının huzurunu kaçırmamak adına...
Hadiseden birkaç gün sonra, gayet ayık olduğum bir anda, söz konusu konsantre "klásik" devşirmesine tekrar rastladım. Evet, gerçekten de varmış öyle bir şey.
Kutsi’nin Aşkın Gururu adlı şarkısına, Tayfun Dinçer’in yönetmenliğinde çekilmiş klipmiş... Fikrin, Tayfun Dinçer’e ait olduğunu tahmin ediyorum. Yani, her klip ve reklam yönetmeninin hayalidir herhálde bir uzun metraj çekmek. Hele ki sinema tarihinde klásik mertebesine ulaşmış bir film çekmek...
Eh, madem olamadı, bari mevcutlardan ortaya karışık bir uyarlama çekivereyim, torunlara Casablanca, West Side Story ve Love Story’yi ben çektim diye anlatırım, üstüne yemin bile ederim de başım ağrımaz, diye düşünmüş olabilir.
Fakat bu arada topun ağzına Kutsi gitmiş korkarım. Aslanlar gibi yakışıklı bir beyefendi olmasına rağmen, ileride gelmesi muhtemel bütün dizi tekliflerini tehlikeye sokmuş. Seray Sever ne kadar şarkı söyleyebiliyorsa, Kutsi de ancak o kadar rol kesebiliyor diyeyim, siz anlayın...
Batı Yakasının Hikayesi’ndeki kavga sahnesi şahsi favorim... Şöyle: Kutsi, manitaya, yani Maria’ya, "Sen bir dakka bekle, ben kavgayı ayırıp gelicem" yollu bir şeyler söylüyor. Yani o ağzını oynatıyor, biz hadiseyi altyazılardan takip ediyoruz. Kutsi, bir basketbol sahasının içine tellerin üzerinden atlamak suretiyle dalıyor. O sırada kavganın başlamış olduğunu görüyoruz. Bizim eleman, yani Kutsi Bey, olası en beceriksiz hamlelerle kavgayı ayırmaya çalışıyor.
Sonra bunun arkadaşı, bıçağı yiyor. Bu da gidip ona saplı bıçağı alıp, dostunu bıçaklayan elemanı bıçaklıyor. Bütün bunlar da bu arada, herkesin herkese karnını kabak gibi açıp davetiye çıkarması suretiyle oluyor. Neticede Kutsi Bey de elini kana buladıktan sonra, kavgayı mal gibi seyretmekte olan etraftaki elemanlar, karnınızı tuta tuta gülmenizi sağlayacak bir telaşsız telaşla kaçışıyor. Veee Kutsi Bey, altyazıda "Nedeeeen!?" diye okuduğumuz bir nidayla Tanrı’ya isyan ediyor.
Bilmem... Ben de sormak isterim: NEDEN???
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2006
Çarşamba akşamı, maçın uzatma dakikalarının sonunda Bülent Demirlek’in düdüğüyle aynı anda telefonum da çaldı. Kimin aradığını gayet iyi biliyordum; babamdı...
"Tebrik ederim kızım" dedi.
"Allah razı olsun, sensin tebrik!" dedim.
Sizden sportmen ruhlu olmasın, öyle böyle centilmen değildir! Hani FB’nin Türkiye Kupası’nda tur atlamasına vesile olan hiçbir GS yenilgisinde bendenizi kutlamaktan imtina etmez!
Tahmin etmişsinizdir; ben ne kadar hasta GS’lıysam, o, benim gibi üç tanesini yan cebinden çıkartacak kadar hasta FB’lidir.
Gelin görün ki, ben ne halt olduğumu gayet açık bir şekilde ortaya koyarım; o ise, fair play taraftarı ayaklarına yatar ve Fener’in her türlü kusurunu, mantıklı mantıksız, genellikle mantıksız, ama illa ki teorik açıdan uzun uzun kanıtlamaya giriştiği bir mazerete bağlar.
Nedir? Aman aman, vallahi de billahi de, kendi tuttuğu takıma karşı oynuyor olsa bile, futbolun hakkını kim veriyorsa, onun kazanmasını yeğlemektedir. GS’ın aldığı UEFA ve Süper Kupa ile bir Türk olarak iftihar etmektedir. Çıta yükselmiştir, Allah elbet o kupaları bir gün Fener’e de nasip edecektir...
Bu arada, Fener, Galatasaray’ı ezelden ebede, çatır çatır yenecektir. Kupalar hayırlı uğurlu olsundur. Bugüne bakalımdır. Ligi kim önde götürmektedir? Ehe’dir, ehehehe’dir...
Üç haftadır annemle birlikte bende kalıyorlardı, geçtiğimiz gün İzmir’e döndüler. Kupa derbisinin onunla aramızda İzmir-İstanbul mesafesi olduğu bir tarihte vuku bulması ziyadesiyle hayırlı oldu anlayacağınız.
Zira onun bu centilmenlik söyleminin ne mene bir şey olduğunu gayet iyi bilirim. Önünde sonunda kanlı bir kavgayla neticelenir.
Geçen yıl bana geldiklerinde, hiç değilse evde yalınayak dolaşma lüksünü yaşamayı yeğlediğim için, benim evde yine terlik yoktu.
Sağolsun, gitti, terlik aldı geldi.
Centilmen ve demokrat ruhlu ya... Takımların kardeşliğinden filan yana ya...
Eksik olmasın, bana Galatasaray, kendisine Fenerbahçe terliği almış.
Benimki gayet düz, sarı kırmızı, üzerinde GS amblemi olan bir çift...
Onunkinin sarı-lacivert çiftinin bir tekinin üzerinde 6 (yazıyla altı), diğer tekinin üzerinde 0 (yazıyla sıfır) yazıyor!
Bu gelişlerinde de yeni aldığı sarı-lacivert montunu çekmiş olduğu halde girdi kapıdan içeri. "Stiline böylesine düşkün bir adam olarak sarı-lacivert bir mont edinmeyi bile göze alıyorsun ya, aidiyet hissiyatına saygı duymaktan başka şansım kalmıyor. Yoksa, bırak taraftarlığı maraftarlığı, şıklığın selameti açısından montunu kapıda çıkart, öyle gir derdim" dedim.
O da her seferinde olduğu gibi, benim gibi sağduyu sahibi bir insana, iş GS’a gelince fanatizmi ahmaklık derecesine tırmandırmayı hiiiç yakıştıramadığına dair tirad attı.
Dün de yine aynı şey...
Lafa tebrikten girdi, kucağınıza verdik mi çocuğu makamından çıktı.
"Sen böyle bir galibiyeti zaferden sayıyorsan, söyleyecek hiçbir şeyim yok" dedim.
"Esas benim sana söyleyecek bir şeyim yok. Allah bilir Sami Yen’de olsaydın, sen de sahaya pet su sallayanlar arasında olurdun" dedi: "O suları sahaya atacağınıza pazarda satın da iki kuruş para geçsin elinize."
Ben "Yuh artık!" dedim, "hakaretamiz konuşuyorsun" dedim "Parayla sportmen olunuyorsa, Unakıtan’ı başkan adayı olarak aday gösterin bari bir dahaki sefere."
Ensemden beynime doğru kan yürüdüğünü hissettim. Sanırım o telefonun diğer ucunda gayet keyifliydi.
Telefonu kapattık ama ligi henüz kapatmadık. Şampiyonluk bizimdir diyorum, başka bir şey demiyorum.
Hararetle, yarın gerçekleşecek kongreyi ve Canaydın’ın gidişini, yeni bir sayfa açılışını görmeyi bekliyorum.
Ya sabır...
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2006
Mutluluk nedir diye sorsanız bana, kaşıntıdır derim. Bir gün az kaldı mutlu oluyordum. Bir sancı saplandı belime, kıvrana kıvrana yatağa düştüm. Böbrek taşı imiş.
Sancıdan öleceğim.
Sabaha karşı idi, doktor geldi, morfin yaptı.
Derdemez o korkunç sancı kesiliverdi, çok güzel bir dünya başladı birdenbire...
İnanamıyordum...
Mutlu idim, tam anlamı ile mutlu... Mutluluğumu doya doya tatmak istiyordum...
Ama o ara, kulağımın arkası kaşındı azıcık. Şöyle sinek ısırmış gibi.
Bense kolumu kıpırdatmak istemiyordum, mutluluğuma ara vermemek için. Ama o kaşıntı bozuyordu mutluluğumu. Çaresiz kaldırdım kolumu, kulağımın arkasını kaşıdım, tam olsun mutluğum diye.
Kolumu gene yanıma uzattım. Biraz sonra... Biraz sonra gene o kaşıntı... Kaşıdım, biraz sonra gene... Gene kaşıdım.
Bitmedi, bitmedi namussuz kaşıntı, iğneledi durdu ve berbat etti mutluluğumu.
O günden beri, ne zaman şöyle mutluluğa benzer bir şey duyacak olsam, bakalım bunun kaşıntısı nerden başlayacak diye beklerim. Beklediğim de gelir başıma."
Gelir hakikaten; gelmez mi?..
Hiçbir klişe, boşuboşuna klişeye dönüşmemiştir malûmunuz: "Çok gülme sonra ağlarsın" deyişleri, mutluluktan yana "Ammman nazar değer" endişeleri nafile gelişmemiştir.
Mutluluk, neticede bünyede uyuz yaratır. Fena kaşındırır...
Mutluluğun "fazla"sı, tahriş eder, kanatır...
Geçtiğimiz hafta, Akatlar Kültür Merkezi’nde, Melih Cevdet Anday Salonu’nun açılışı, Anday’ın ünlü oyunu Mikadonun Çöpleri’nin sahnelenmesiyle gerçekleşti.
Beşiktaş Belediyesi Kültür Sanat Platformu Prodüksiyon Tiyatrosu, Zeliha Berksoy yönetiminde, başrollerde Timuçin Esen ve Devin Özgür Çınar olduğu hálde, Türkiye’nin en çok sahnelenmiş oyunlarından biri olan Mikado’nun Çöplerini, bir kez daha huzura getirdi.
Yukarıda okuduğunuz tirad, Timuçin Esen’in canlandırdığı "erkek"in sözleri.
Mikadonun Çöpleri, 60’ların ikinci diliminde, karlı bir gece, kucağında bebeği, kategorize edilmekten, kendisine biçilen rollerden bezmiş bir kadının ve dünyanın gidişatına kafayı fena takmış, sistemle meselesi olan bir adamın karşılaşmaları; adamın evine gitmeleri ve sabahın ilk saatlerine dek, bir yandan kafayı çekip bir yandan birbirlerini çözümlemeye çalışmaları üzerine, hararetli diyaloglardan oluşan bir oyun.
Lafın bittiği yerde, sevişmek de bir seçenektir, hatta bu konuda yazı-tura bile atılır elbet de... Laf bitmez...
Konuşmanın da susmanın da sevişmenin de konuları tükenmez...
Mikado, oynayanlar bilir, hassas bir oyundur.
Kelime, Japonca’da İmparator manasına gelir ve denge üzerinedir. Denge dediğiniz, tutturması güç, ince bir iştir.
Oyuncular, metnin hakkını veriyor.
Timuçin Esen ve Devin Çınar’ı sahnede, oyuncunun er meydanında izlemek gerçekten zevkli.
Mikadonun Çöpleri’ni bugüne dek izlemediyseniz, hararetle tavsiye edilir...
Not: Projenin başında yer alan Özen Yula’ya yolda n’olduğunu da ayrıca merak ettik bu arada...
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2006
’Bunca yıllık serserilik hayatımda, sigaradan gayrı hiçbir şeye bağımlı olmadım çok şükür’ diye sevinmeye kalmadı, korkarım fena bir iptilaya tutuldum. Gensoru görüşmeleri müptelası olma yolunda emin adımlarla ilerliyorum.
Teşbihte hata olmaz, Sam Peckinpah / John Waters filmi, Dallas / Kurtlar Vadisi dizisi kırması, ortaya karışık absürd bir şeyin, dilsel zekáya hitap açısından Teletubbies tonu tutturmuş hepten acayip bir modeli mübarek.
Karşısında kıçıma diyazem iğnesi yemiş gibi oturuyorum. Öfke filan hak getire artık. Arada bir, ortalıkta bir espri filan dönmediği için anlam da veremediğim, istemdışı bir kahkaha infilakı oluyor, o kadar...
Geçen hafta yine tırnaklarımı çekirdek misali çıtlata çıtlata, CHP’nin, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan hakkında TBMM’ye sunduğu 3. Gensoru Önergesi’nin "tartışılıp" oylanmasını, baştan sona huşu içinde izledim.
Diziyi (!) takip etmeyenler için:
CHP İstanbul Milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu’nun, ortaya "Hortumcular Vadisi Türkiye diye film yapılsın" şeklinde laf attığı "bölüm..."
TBMM’nin fast-food’cu turuncusu koltuklarının bile, eski bakanların yolsuzluklarından yadigár olduğunu düşününce, cümle kendi içinde bir mantık taşıyor tabii de, lütfen ya, bari zavallı bünye iki satır yaratıcılık görsün di mi şu hayatta?
Yok...
Unakıtan kürsüye gelmiş, hiçbir şey söylememeyi becerdiği her cümlenin arasına gülünç ötesi bir şekilde had bildiren "Hıeee? Heee! Haaaeee!?." sıkıştırarak hedehödölüyor.
"Bu dizi de baymaya başladı artık" dedim; tabii ki dizilerden şikáyet etmeyi huy edinmiş sahtekár dizi bağımlısı ağzıyla: "Valla artık, ’genetik sorgu’ taraftarıyım. Siyaset ’erkánı’nın ayrı bir tür olup olmadığı araştırılsın. Bu beylerin/hanımların ataları nereden gelmiş bakılsın; Mars filan çıkabilir ya da ne bileyim, Atlantis???"
Unakıtan, o sırada "böyle fasafiso nedenlerle" TBMM oyalanıyor diye posta koymaktaydı. Bu gensoru önergeleri artık kötü bir alışkanlık olmuşmuş... Hadi bakalım, 4. ve 5.’yi de tez vakitte bekliyormuşmuş... Ama ayıpmışmış, yazıkmışmış. Bu nafile vakit ve enerji kaybının faturası millete kesiliyormuşmuş... Bu şekilde geçirilen her gün, milletin 3 trilyonuna mal oluyormuşşş...
Bunun üzerine bir arkadaş; "E özelleştirsinler abi? İyi cukkaymış!" dedi.
Yabancı doktor meselesinde de "Yabancı başbakan getirelim esas" diye öneri getirenler çıkmıştı biliyorsunuz. Hoş bir açılım oldu.
Unakıtan yine, öfkeli Teletubbies tonunda konuşmaktaydı o sırada: "İki kutu yumurtayı mesele yaptılar... Yumurta değil, sanki uçak satıyor adamlar... (Adamlar dediği de kendi oğlu bu arada. Hani bunun "Bir kilo kurşun mu daha ağırdır, bir kilo pamuk mu?" mantığında bir sözümona söylem oluşunu filan bir yana bırakın.) Sizinle uğraşacak hálim mi var artık benim? Haaaeeeee!!!"
Sonra işte bildiğiniz: Unakıtan, Ali Kemal Kumkumoğlu’yla filan kapıştı.
Biri öbürüne "şerefsiz" dedi...
Öteki diğerine "terbiyesiz" dedi...
Tam heyecan doruğa tırmanıyordu ki yine araya reklamlar, pardon, oylama girdi. Şimdi işin yoksa gelecek haftayı filan bekle!
Benim heves bir anda Kürşad Tüzmen’in içine çektiği göbeği gibi söndü.
DÖRT HAKARETLE DİZİYİ DÖNDÜRÜYORLAR
Bir sonraki bölüm daha heyecanlı olabilir mi; dizilerde var ya hani, Meclis forum sitesi de var mıdır; sadık bir izleyici olarak oraya önerilerimi iletebilir miyim diye düşünmeye başladım.
Yani olmuyor ki böyle; koskoca milletin meclisi, şerefsiz, terbiyesiz, hırsız, höt möt...
Hepi topu dört kelimelik hakaretle bilmem kaç saatlik dizi bağlıyorlar azizim...
Geçenlerde meselá, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türk halkının hayır duaları ve beddualarının toplandığı bir araştırma yaptı. Bundan niye yararlanılmıyor sorarım size? Kültür ve Turizm Bakanımız uyuyor mu? (Takdir edersiniz ki yanıt beklemeyen bir sorudur.)
Milletvekilleri, birbirine çemkirip iş kovalamaktan literatürü pek takip edemeyebilir diye, bari ben birkaçını buraya alıntılayayım dedim. Herhálde hayır dualarıyla pek işleri olmaz. Başbakanı yıkama yağlama yollu merakı olanlar da artık o kadar zahmete giriversinler. (Bu konuda çalışmaya, bakın pek heveslidirler.)
İzleyicinin sorumluluk bilinciyle beddualardan birkaç örnek veriyorum. Hatta üşenmeyip, adamına göre, nasıl devşirilebilir şeklinde naçizane önerimi de getiriyorum. Bu kıyağım unutulmasın lütfen. Evet, bildiniz; bu yavan geven muhabbetin elbet bir sebebi var: Bir dahaki kabine belirlenirken, Muktedir Errrkekten Sorumlu Devlet Eksik Eteği olmak yolunda yol yapıyorum:
Altın adın pul ola (Yumurta markasına uyarlanabilir)
Ağzına sapan taşı değe ("Kafana yumurta atıla"ya devşirilebilir)
Dayandığın ağaç yıkılsın ("Başbakan desteğini çeksin"e dönüştürülebilir)
Ah diyesin, başını dizine çalasın ("Hoaaaeeee diyesin, millet sana gülsün"e dönüştürülebilir diyecektim ama takacaklarını zannetmiyorum.)
Başına yıldırım düşsün ("Başına gensoru düşsün"e şey edilebilir diyecektim, yine vazgeçtim; ne fark eder ki di mi?)
Er bulamayasın inşallah (Bu sek... Başbakan’a özel.)
CÜMLETEN SIRITIN SIRITALIM HAKKINIZDIR
Biliyorum, benimki de ayrı bir tür salaklık. Betmiş, duaymış kimin umrunda?
Onun yerine, kabineye nasıl kapağı atarım diye düşünüp, pek bi’ "cinfikir"liyim ya, yeni atılımlar babında teflon sektörüne girmeyi önereyim bari, dedim. Sektöre doğal hakimiyet yolunda, isabetli olur.
Evet, Bitmeyen Pişkinlik Senfonisi adlı dizimizin üçüncü bölümünü de idrak etmiş bulunuyoruz.
Ben de elbet bir Türküm. Kendimi dizi kahramanlarıyla özdeşleştirip, o kürsüde hayal ediyorum. Kürsünün başına dikilmişim, sanki bir şey söylüyormuş edalarının en havalısını takınmışım, parmağımı sallaya sallaya şöyle diyorum:
"Sevgili bizim partili ve Sayın şerrrefsiz partili arkadaşlar; cümleten sırıtın, sırıtalım, hakkınızdır, hakkımızdır... Haaeeee!!!"
Sonra uyanmışım; kan ter içinde... Demek ki televizyonun karşısında, gözün açıkken ayakta uyuyup kábus görmek de varmış şu hayatın içinde.
Bağımlılık kötü şey. Hal... Hasssll... Halllss... Hallllüüüü... Halllüssssssinasyonlara gebe...
Ya da Allah muhafaza, beddua sahibine döner de derler ama yine de şöyle mi deseydik: Unakıtan’ın istikbáli, Tansu Çiller’lere gele...
Yazının Devamını Oku