15 Nisan 2006
Geçen hafta, işteyiz; Kanat uğradı... "N’aber"leşme faslını müteakip; "Haftasonu Banu geliyor," dedim; "Neşe’yle birlikte... İçime bir cüce Erkan Özerman kaçmış durumda; organizasyon kraliçesi oldum." Banu, ablamdır... İzmir’den gelmeden önce, telefonla talimatlarını sıraladı: Mikla’da rezervasyon yaptırılsın, bilmem ne akşamı için şuraya şuraya bilet alınsın; bilmem ne markanın dükkánı nerede varmış, araştırılsın; sonracığıma güzel canlı müzik dinleyebileceğimiz bir yerde yer ayırtılsın. Faal ve enerjik bir insandır kendisi.
"A, ne güzel" dedi Kanat; "gözün aydın. Nerelere akılıyor?"
Saydım programı... "Cuma akşamı da Ferhat Güzel’e gidiyoruz. Banu özellikle istedi."
Kanat, alnını kırıştırıp şöyle bir baktı yüzüme: "İlginç, Banu’nun o tip şeylerden hoşlanacağını tahmin etmezdim. Samantha Fox’la öpüşen İbrahim Tatlıses türevi değil mi o? Nerede çıkıyormuş?"
Bu kez benim aklım karıştı ve alnım kırıştı. Böğürerek gülmeye başladım sonra. Biz tabii, zaman zaman, misál, Kılımbım gibi ismi olan mekánlara, halay barlara, pavyonumsulara filan da gittiğimiz için, enteresanlık babında Ferhat Güzel de izlenebilir diye düşünmüş olsa gerek Kanat.
Oysa haklı; biz gitmesine gideriz de, Banu’yu sürpriz niyetiyle Ferhat Güzel’in çıktığı bir yere götürmeye kalksanız, saniyesinde orayı terk eder. O saniyenin 30 saliselik diliminde sizi eşek sudan gelene kadar dövmeyi de ihmal etmez.
"Pardon ya" dedim; "Ne Ferhat Güzel’i abi; Ferhat Göçer diyecektim. Ortaköy’de Jass Lounge’da çıkıyor."
"Hmmm" dedi Kanat; "Ferhat Güzel daha enteresan bir program olabilirmiş bak..."
Allah biliyor ya, ben de Rana-Selçuk Alagöz model; türkü de söylerim arya da, Portekizce de söylerim, Uygurca da tadında ortaya karışık repertuvarlı programlara çekinerek yaklaşırım. Fakat emir büyük yerden; Banu buyurdu mu yapacaksın kardeşim. Kaldı ki Ferhat Göçer’in Ömer Faruk Tekbilek’le verdiği konseri izlemeyi çok istemiş, kaçırmıştım. Solo konserlerinden birini yakalamak da mümkün olmadı ki izleyenlerden methini duyduk bolca... E, n’apalım, masasında viski açtırılan mekánlardan pek hazzetmesek de, iyi bir sesten müzik dinleyeceğiz nihayetinde.
ÖNCE MİHRİBAN SONRA WEST VIRGINIA
Ayrıca Göçer’in müzik kanallarında dönen, Darphane-i Amire’de Murat Küçük tarafından çekilmiş siyah-beyaz klibiyle Dön Diyemedim ve daha önce Sefarad tarafından da seslendirilmiş olan, klibi 16 mm’lik filme, Mels, Jass Lounge ve Boyazcıköy’de, Kamil Aydın’ın yönetmenliğinde çekilmiş Yastayım şarkılarını da takdir ediyoruz, beğenerek dinliyoruz.
Gidelim, neoklasik kültürümüzü artıralım biraz, fazla kültür adamı öldürmez, di mi?
Ferhat Göçer, bildiğiniz üzre hem doktor, hem tenor; mültiyetenekli bir kişi.
Annesi ve babası öğretmen. Şanlıurfa’da doğmuş. İzmit’te büyümüş. 1986’da İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tıp eğitimine başlamış. Bundan iki yıl sonra, 1988’de İ. Ü. Devlet Konservatuarı Şan Bölümü’nde ön lisans eğitimi görmeye hak kazanmış. Mecburi tıp hizmetinden dolayı müziğe bir yıl ara vermiş. 1994 yılında sahneye çıkmaya başlamış. Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde genel cerrahi asistanı ve İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Şan Bölümü Lisans öğrencisi olmuş.
Şimdilerde de bir genel cerrahi uzmanı doktor ve işte, birçok farklı dilden, birçok farklı tarzdan şarkılar terennüm edebilen bir tenor... Opera aryaları, müzikal parçaları, chanson’lar, rembetikolar, İngilizce, Fransızca, Yunanca, İspanyolca şarkılar söylüyor.
Siz deyin Peppino di Capri’nin Roberta’sı, ben diyeyim Notre Dame’ın Kamburu’nun ünlü şarkısı Belle; siz deyin Santana’nın Corason Espinado’su, ben diyeyim Sarı Gelin; siz deyin Donizetti’den bir arya, ben diyeyim Münir Nurettin Selçuk’un Kalamış’ı...
Başınız mı döndü? Eh, iki ettik demektir.
Şöyle söyleyeyim; programın ikinci bölümünde, Göçer’in kendisi gibi şancı olduğunu tahmin ettiğimiz bir arkadaşıyla sahnede yaptığı düet sırasında, mevzu beni aştı. Arkadaşı şimdi tam olarak hatırlayamadığım Fransızca bir şarkıdan bir nakarat söylüyordu, hemen akabinde Göçer, Mihriban’dan bir kıta okuyordu.
AMELİYAT GÖRMEDEN KALKMAYIZ VALLA
Oradan country şarkısı West Virginia’ya geçtiklerinde ve önümüzdeki çiftin kelle olmuş erkek elemanı, şarkının "Take me home, country rome, West Virginia, mountain mama" filan şeklindeki sözlerini, beline sarıldığı röfleli ablanın gözlerine bakarak söylediğini gördüğümde ellerimi kaldırıp teslim, dedim.
Bir röportajında; "Melez olmak çok güzeldir ama melez hiçbir zaman hiçbir şeye ait değildir" diyor Göçer: "Bunun sıkıntısını yüreğimde hep yaşadım. Biz de kültürel olarak melez bir toplumuz, bu klásik bir laftır; Doğu ile Batı arasında kalmışız diye..."
Şöyle söyleyeyim; mozaik dediğiniz şey sahneye çıkmaya karar verse, cisme bürünmek için Ferhat Göçer’in suretini ve bedenini seçerdi.
Banu’ya döndüm: "80 dakkada devri áleme çıkmış gibiyim. Ben galiba jet lag oldum."
"Niye öyle söylüyorsun? Sayemizde kırk yılın başında kör değneği bellemiş gibi gittiğin yerler haricinde bir yere düştü yolun. Ayrıca uçaktan inen benim, sana n’oluyor?.."
"Bak" dedim, "hayatımız boyunca ilk defa ben sana bir yerden kalkmayı öneriyorum. Bari bunun hatırına zıpla."
"Olmaz" diye kıkırdadı Banu; "Ameliyat yaptığını da görmeden şurdan şuraya kıpırdamam."
Bir süre daha kaldık. Ferhat Göçer ameliyat yapmadı. Kalktık.
Şimdi, bunları söylüyorum diye, sahne performansını beğenmediğimiz de düşünülmesin rica ederim. Repertuvar aştı, o kadar... Yoksa, inadım inat; kendilerini bir kez de konserde izlemeye kesin niyetliyim.
Haricinde, bir fikir olarak, Ferhat Güzel de aklımıza düştü çıkmaz, iyi mi! Bir yerlerde sahne alıyor mu acaba? Araştıracağım, bilahare gelişmelerden haberdar ederim.
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2006
Sanlı dün akşam; "Tam senlik malzeme var" dedi. Mahmut Tuncer, televizyonda bir program boyu, stüdyo konuklarına hınzır hınzır sırıtarak; "Küçük Mahmut’u görmek istiyor musunuz; ehehehe" şeklinde bir geyiğe sardırmış; stüdyo insanları bunun üzerine yine bir program boyu, sonsuz bir hevesle "Eveeeet, yeeeaaahhhh!" şeklinde alkışlamış da alkışlamış; sonra bunun tabii ki saçmasapan bir küçücük şakacık olduğu anlaşılmış.
Sormadım artık, adı Mahmut olan küçük bir çocuk mı çıkardı, kendisinin bir kuklasını filan mı çıkardı... Takatım yok maalesef.
Ne zamandır elimin değmediği kitap kolilerini açtığımda, özlediğim bir dostla karşılaştım: Neil Postman’ın "Televizyon: Öldüren Eğlence/Gösteri Çağında Kamusal Söylem" isimli kitabı.
Vaktiyle bahsini açtığım, çok çok sevdiğim bir kitaptır. Yine çok çok sevdiğim iki ayrı eseri mukayese ederek, "şov biz"e mercek tutan, telgrafın icadıyla Las Vegas’ın "icadı"ndan filan dem vuran, iletişim politikaları üzerine ilginç tespitleri olan, güzel bir eserdir. Hararetle tavsiye edilir.
Önsözünden bir parmak bal çalalım; meraklısı, kitabı kendisi arayıp bulacak, ilgisini esirgemeyecektir:
"Gözümüzü 1984’e dikmiştik. O yıl gelip de kehanet gerçekleşmeyince sağduyu sahibi Amerikalılar kendilerine usul usul övgüler düzdüler. Liberal demokrasinin kökleri sağlam çıkmıştı. Terör her yere sıçrasa da Orwellci kábuslar en azından bize uğramamıştı.
Oysa Orwell’ın uğursuz öngörüsünden başka bir öngörü daha bulunduğunu unutmuştuk: Bu değişik kehanet, Aldous Huxley’in biraz daha eski, biraz daha az bilinen, ancak aynı derecede ürkütücü olan Brave New World’üydü (Cesur Dünya). Okumuş insanlar arasında bile yaygın olan inancın tersine, Huxley ile Orwell’ın kehanetleri aynı şeye ilişkin değildi. Orwell’ın uyarısı, dıştan dayatılan bir baskının bize boyun eğdireceği yönündedir. Huxley’in görüşüne göre ise insanları özerklikleri, olgunlukları ve tarihlerinden yoksun bırakmak için Büyük Birader’e gerek yoktur. Huxley’e göre, insanlar süreç içinde üzerlerindeki baskından hoşlanmaya, düşünme yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır.
Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimse kalmayacağı şeklindeydi. Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak olanlardan, Huxley, pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlardan korkuyordu. Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Orwell tutsak bir kültür háline gelmemizden, Huxley duygu sömürüsüne dayanan içki álemleri ve tek başına iple asılı bir tenis topuyla oyalanmak gibi şeylerle ömür tüketen önemsiz bir kültüre dönüşmemizden korkuyordu. Huxley’in Brave New World Revisited’de belirttiği gibi, tiranlığa karşı direnmek üzere daima tetikte bekleyen kamusal özgürlükçüler ile rasyonalistler, "insanın neredeyse sonsuz olan eğlenme açlığı"nı hesaba katmamışlardı.
Huxley, 1984’te insanları acı çekerek denetlendiğine dikkat çekerken; Brave New World’de insanlar hazza boğularak denetlenmektedirler. Kısacası Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu.
Bu kitap, Orwell’in değil, Huxley’in haklı olduğu düşüncesiyle yazılmıştır."
Okuyunuz, derim... Küçük Mahmut’a sonra bakarız. Görmediğimiz şey de değil zaten... Evet, tabi, ehehehe (!)...
*: Ayrıntı Yayınları / Çeviren: Osman Akınhay... Orijinali: Amusing Ourselves to Death / Public Discourse in the Age of Show Business; Penguin Books; 1985
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2006
Gülşen, pardon yeni adıyla Gulshen, ’Yurtta Aşk Cihanda Aşk’ şarkısının klibi için ’Milyon Dolarlık Bebek’ filminden ilham almış ve "aşk temasının ne kadar güçlü olduğunu" işleyen klipte, boksör rolüne soyunmuş. Tülay İbak’ın yönettiği klip için, Beşiktaş Akatlar Spor Kompleksi’nde, basketbol sahasının içine boks ringi kurulmuş veee: Gulshen, 20 dansçıyla birlikte üç ay boyunca koreografiye hazırlanmış.
Neye çalışıyorlar bu kadar, anlayan beri gelsin. Kaldı ki bu 20-30-40-150 dansçı ne işe yarar, o da ayrı bir muamma... Bir önceki klipte, 100 küsur, "Avrupa Şampiyonu" dansçı rol almıştı; klipte göre göre baygın bakışlarına zum yapılan Gulshen Hanım’ın suratını görmüştük... Bir de gölgede salınan birkaç tip işte... O klip için de Gülşen bilmem kaç ay dans dersi almıştı güya. Dans etmiş miydi? N’ayır... Daha doğrusu danstan ne anladığınıza bakar. Durduğun yerde kalça kıvırtmak için bilmem kaç ay ders almaya ne hacet? Şimdiki koreografiyi de merakla bekliyoruz. Aşkın gücünü yumruklarıyla ifade ederken, ne şekil figürler attıracak, göreceğiz. Aylarca koreografiye hazırlanmışlar!!! Bu ne bitmez lolodur, kimi kekliyorsunuz Doktor Erol Bey diye sormak ister deli gönül?
n Futbolu bıraktıktan sonra, memleketi İzmir, Narlıdere’ye yerleşen ve müteahhitlik yapmaya başlayan Ümit Davala, üç yıl sonra gerçekleşecek seçimlerde, Belediye Başkanlığı için AK Parti’den adaylığını koyacağını açıklamış. 2004 seçimlerinde de AK Parti için çalışmış ama o sırada maçları olduğu için orada bulunamadığından 4 bin oyla seçimi kaybetmişler. "Neden AKP" sorusuna, "En doğrusu AK Parti de ondan" diye cevap veriyor.
Neye göre? Kime göre? Ben olsam, bir daha düşünürdüm. Zira şiddetle umuyoruz ki Tayyip Erdoğan’ın "İzmir için ne derler bilirsiniz, fakat biz bu kanaati önümüzdeki seçimlerde değiştireceğiz" temennisi, ’gavur İzmir’de tutmayacaktır. İzmir, gavurdur, gavur kalacaktır. İzmir, Allah’ın izni ve seçmenin iradesiyle misyonunu yerine getirecektir.
n "Muz ortayı bulmuş, topu gole çevirmeden katiyen bırakmaz" demiştik; çok beklemek gerekmedi. Fuhuş Operasyonu’nun dumanı tüterken, álemlerin en püriten mankeni Tuğba Özay, tabii ki dile geldi: "Bu insanlar yüzünden mankenliğin ismine leke sürülüyor; bundan sonra bana manken demeyin, model deyin..."
Oldu... Biz onun yerine size ’Mafya babasının kadrolu elemanı" desek? Uyar mı?
n Sonuçlara itiraz etti gerçi ama bu satırların kaleme alındığı sırada, Berlusconi, İtalya seçimlerini, Romano Prodi liderliğindeki merkez sola karşı kaybetmiş görünüyor. Bizim sol partiler de çıkmaz ayın son seçiminde birleşmeyi başarırsa, darısı başımıza diyorum, başka bir şey demiyorum.
n Sanırım dün akşam, sağ kolumun üzerinde amuda kalkmış bir şekilde uyumuşum. Kolumu, omuz başından ısırarak koparmak istiyorum. Acı çekiyorum. Yüksek müsaadenizle, sessizce uzuyorum.
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2006
Çok merak ediyorum. Emniyet, bir operasyon düzenleyeceği zaman, kapsamına uygun ismi belirlemekten sorumlu ayrı bir birime filan başvuruyor mu? Yoksa, operasyonda görev alacak emniyet mensupları, bir masa etrafında toplaşıp, meselá antika kaçakçılığıyla ilgili bir görevse ve o sırada kapıdan simitçi geçiyorsa ondan ilham alıp "Halka Operasyonu olsun abi; kaçakçının cinsel tercihi de şaibeliymiş hem; bir isimle iki taş vurmuş oluruz" filan mı diyorlar?
Geçtiğimiz hafta gündemin tepesine kurulan Barbie Operasyonu, Asayiş Şube Müdürlüğü ekiplerinin, yurtdışından getirttiği yabancı uyruklu kadınları tanınmış işadamlarına pazarladığı iddia edilen Ejder Toprak ve adamlarını yakaladığı Kedi Operasyonu’nun devamı niteliğindeymiş meselá.
Kedi’den Barbie’ye geçerken nasıl bir fikir bağı kurdular acaba? Sosyeteye hizmet söz konusu olduğu için operasyonun adı Barbie olsun diye düşünmüş olabilirler mi? Zira yine ayın 6’sında yayınlanan bir habere göre, köylere bir kısmı yabancı uyruklu kadın servisi yapan bir şebeke daha çökertildi. Bilin bakalım bu operasyonun adı neydi?: Süpürge Operasyonu efen’im! SÜ-PÜR-GE!!!
İNİSİYALLERİ MOZAYİKLECEKLER
Bütün bunlar bir yana, basın-yayın organlarının ve emniyetin hál ve tavrına bir operasyon düzenlemek istiyor deli gönül: Çiftestandartınızı Yesinler Operasyonu koyacağım ismini de...
Operasyon çerçevesinde ifadesi alınan kadınların çarşaf çarşaf fotoğrafları yayınlanırken, iddia edilen "hizmet"ten faydalanan futbolcu ve işadamlarının isimleri inisiyallerle belirtilir "gibi yapıldı" bildiğiniz üzre. Hani mümkün olsa, o inisiyalleri de mozaikleyecekler ki hiç okunamasın... Böyle bir sakınma, kollama özeni...
Biz Işın’la (Eliçin) konu üzerine dişimizi gıcırdatırken, "Biliyorsun değil mi; ülkede fuhuş yapmak, kanunen ne suç ne de yasak" dedi. Cehaletimden duyduğum utançtan dolayı köküne kadar kızarmış ensemle; "Buyur?" diye sormuşum.
Sıkı feminist bir kankamızdır kendisi; Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirirken verdiği "A feminst inquiry into the first four novels of Jean Rhys / Jean Rhys’ın ilk dört romanı üzerine feminist bir araştırma" başlıklı tez, hálá kitaplığımda, feminist yayınların arasındadır yani; vaktiyle el koymuştum, ayıptır söylemesi...
Arslan parçası, TCK kitapçığı gibi dile geldi: "Bildiğin üzre insanlar suç işlediklerinden şüphelenildiği için gözaltına alınır. (CMK madde 91) Bunun yanında fuhuşun suç olduğuna dair bir madde yok. Fuhuşa zorlamak ve teşvik etmek, fuhuşa aracılık ve fuhuşa yer temin etmek suç. (TCK madde 227)"
Işın’ın fikrine göre, haberlerin bu ayrıma dikkat edilmeden verilmiş olmasının nedeni, fuhuşun kelime anlamı: "Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre fuhuş; ’İçinde bulunulan toplum kurallarına uymayan bir biçimde bir veya birkaç kişiyle para karşılığında cinsel ilişkide bulunmak’ demek. Herhálde bizim polisimiz de ceza hukukundaki suç fiilleri dışında, meselá İran’daki ahlák polisi gibi, toplum kurallarına, ahláka aykırı davranışların da takipçisi oldu."
"Hak’katen" dedim "ayrıca bir pazardan bahsediyoruz. Arz mı talepten çıkar, talep mi arzdan di mi?"
İSVEÇ’TE ALICI SUÇLU
Onun üzerine İsveç modelinden dem vurduk. İsveç’te 1999’dan beri, bir yasa hüküm sürüyor. Bu yasaya göre cinsel hizmetin satıcısı değil, alıcısı suçlu ve söz konusu suçu işleyenlerin 6 aya kadar hapsi istenebiliyor.
Bu operasyon çerçevesinde gözaltına alınan kadınların tümü, geçtiğimiz gün, Avukat Ufuk Erkunt’un tavsiye ettiği üzre, tazminat davası açmalı. Mağduriteyinin bedelini fitil fitil ödetmeli.
Ne diyordu Erkunt: "Fuhuş konusunda Türkiye’yi bağlayan, imza atılmış uluslararası anlaşmalar var. Tüm bu anlaşmalara ve Yeni TCK’nın 227. maddesine göre ’Kadın suçun mağduru’dur. Yasaya göre cezalandırılması değil, tedavi ve terapi görmesi gerekir. Kadınların TV’de teşhir edilmeleri, olayın basına yansıyış şekli ise, anayasal güvence altındaki kişilik haklarını ihlal etmiştir. Her biri, kişisel haklarının ihlalinden dolayı tazminat davası açabilir."
Ne o? "Memleketin bunca meselesi varken, birkaç kevaşenin hukuki haklarıyla mı uğraşacağız?" mı diyorsunuz?
Ne de olsa, Pınar Altuğ kocasından askerdeyken ayrıldı diye bir recmetmediği kalan, oysa o sıralarda otel odasında çekilmiş, zina üzerindeyken kaydedilmiş "kaseti çıkan" Tamer Karadağlı’nın (O hadisede kendisi de şantaj mağduruydu; işin orasını tartışmıyoruz.) şimdilerde, bir erkek olarak "Aliye’nin durumuna" destek vermesini pek olgun, anlayışlı, hatta erdemli bulan bir toplumda yaşıyoruz.
Ne denir? "Bir sonraki hayatınızda kadın olursunuz inşallah diyeceğim" ama bedduadan ziyade, güzel temenniye girecek. Zira bu sakil izana rağmen, kadın olmak, doğanın bir lütfu.
Bu errrkeksi çiftestandardın, kadına reva görülen bu aşağılamaların, tamamen hasetten kaynaklandığını sanıyoruz. Bu da yüksek müsaadenizle, bu maço dünyada bizim züğürt avuntumuz.
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2006
Hayat ne acayip... Bir hayal kurmaya gelmiyor. En ayağı yere basan hayal -ki bu da başlı başına bir oksimoron sayılır zaten- ışık hızıyla son durağa, yani hayalkırıklığına varıyor.
Filmi biraz başa saralım hadi. İrem Yağcı ile ilgili hayalin doğduğu yere yani:
"Bir röportaj okudum, havam değişti. Salı günü Kelebek’e manşet olan Mevlüt Tezel röportajını okudunuz mu? Şahaneydi. Bir süredir internette şehir efsanesi gibi dolanan Hayalet Sevgilim şarkısının sahibi, Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi İrem Yağcı’yı bulup konuşmuş Mevlüt.
Şarkının esas isminin ’Hayal Et Sevgilim’ olduğunu ve şarkıyla ilgili o melodramatik hikáyelerin hiçbirinin doğru olmadığını, bilákis şarkıyı iki saatte kaşına kaşına yazdığını anlatan İrem Yağcı, kendini anlatıyor:
’Aşk acısı çekip ağlayan birisi değilim. Gayet mutluyum. Yaşamayı seviyorum, yurtta kalıyorum. Bilirsiniz öğrenci hayatını, işte ona takılıp gidiyorum.’
Üç sene klásik gitar eğitimi almış, yedi senedir de çalıyormuş. Ama yapımcıların tüm ısrarlarına rağmen, albüm yapmak filan istemiyormuş: ’Hem ben hukukçu olacağım canım, herkes ünlü olmak zorunda mı? Şu anda müziğe dair hiçbir planım yok. Belki çok ileride İlhan Şeşen gibi avukatlığımı yapıp zevk için müzisyen olabilirim.’
Güzel kardeşim, seni öpebilir miyim?
Kim ne derse desin, canın ne istiyorsa onu yap e mi? Yeter ki şimdiki aklına ve sindirim sistemine mukayyet ol. Ortalık içgörü yoksunu, şuursuz hazımsızdan geçilmiyor zira ve onların hazımsızlığı bizde gaz yapıyor.
Şimdiden bir müvekkilin ve bir dinleyicin var; katil olur da mahkemelere düşersem, kendimi sana emanet edeceğim, ilerde albüm yaparsan da ilk alan ben olacağım, haberin olsun..."
BU NE SÜRAT!
Fi tarihinde değil, 10 Kasım 2005 tarihinde yazmışım bunları; beş ay yani hepi topu...
Bu arada, İrem Yağcı, albümünü hazırladı, albümünün çıkış şarkısında rol aldı ve albüm promosyonu çerçevesinde çeşitli basın-yayın organlarında boy göstermeye başladı.
Diyecek bir şey yok. Kutsal kelám değil bu da neticede... Sırf bir laf etti, büyük konuştu diye, kapısına dayanan prodüktörleri, pencereden tepelerine kızgın yağ dökerek püskürtmesi gerekmiyor. Gençtir, heves etmiştir; önüne cazip ötesi teklifler serilmiştir, reddedememiştir...
Gelin görün ki, albümünü ilk edinenlerden biri olmak konusunda kendine verdiği sözü tutmuş ve klibini de defalarca izlemiş biri olarak; "Hani olur da bu kadar mı olur!?!" şeklinde bir hayalkırıklığına uğradığımı da söylemeliyim. Destur bismillah, tez elden bu kadar da taviz verilmez ki be kardeşim?..
Yazılırken Hayal Et Sevgilim ismiyle hayal edilerek yaratılan şarkı, yapımcıların "işbilir" önerileriyle, yatağın akışına uymuş, yine Hayalet Sevgilim’e dönmüş. Albümün ardından verdiği bir röportajda, durumu şöyle açıklıyor İrem:
Şarkının ismi Hayal Et Sevgilim demişsiniz?
- İşin gerçeği şarkının ismi Hayal Et’ti. Telefonlar arasında yayılırken Hayalet diye yayıldı. Böyle kabul gördüğü için de şarkının ismini Hayalet’e çevirdik.
Albüm yapmayacağım demiştiniz ama sonunda bir albüm çıktı...
- Avrupa Müzik’ten teklif geldi. Profesyonel olarak müzik yapmayı hiç düşünmüyorum. Çekiniyordum. Koç Üniversitesi’nde hukuk okuyorum. Aynı zamanda okulumu etkilemesinden korkuyordum. Ancak firma bana çok iyi olanaklar sundu. En iyi müzisyenlerle çalışma imkánım oldu. İşlerimi okuluma göre ayarladılar. Bu da beni memnun etti.
Dedik ya, diyecek bir şey yok. Ne güzel... De... Tekrar etmeden edemeyeceğim: Tez elden bu kadar mı taviz verilir be kardeşim???
Diyelim ki İstanbul Ağlardı adlı şarkısının, Cem Yılmaz’ın şu aralar pek popüler olan reklamının gazıyla Asfalt Ağladı’ya; Hayat Beni Çözer Misin’in, şu aralar yine pek popüler olan oyunun gazıyla Benle Sudoku Çözer Misin’e devşirilmesi istendi ve çok ısrar edildi. Bunlara da eyvallah diyecek miydi?
BİR ŞOK DAHA
Tamam, biliyorum, abartının cılkını çıkardık da... Bana sorarsanız, orijinal háliyle Hayal Et Sevgilim’in bindiği Hayalet dolmuşunun yukarıdaki örneklerden çok da farkı yok; sömürü açısından yani...
Albümle ilgili ilk şoku, kartonetini görünce yaşadık. Kapak resmini ne siz sorun ne ben söyleyeyim: Ön yüzde İrem’in yüzüne buğu-sis-pus efekti basmışlar; hayaletimsi bir efekt yaratmışlar. Arka kapak daha beter, fena ötesi: İrem arkası yarım dönük bir şekilde poz vermiş ki oooy oy: Sırtından beyaz kanatlar çıkıyor!!!
E n’oldu bizim kurduğumuz hayallere? Bir kötü piyasa cini, pardon hayaleti, hayalin içine etmiş bir nev’i...
İkinci afallama, klip sayesinde gerçekleşti... Klip, Kubilay Kasap yönetmenliğinde, Beyoğlu’ndaki Suriye Pasajı’nda çekilmiş. Bir yanıyla fena hálde, yine şarkılarının internet marifetiyle yayılması üzerine şöhrete ulaşmış Grup Seksendört’ün klibini andırıyor. (Pasaj atmosferi açısından yani...) Ortamda yaratılan hava sağolsun, izlerken gözleriniz bir yandan da köşeden başını uzatacak Harry Potter’ı arıyor.
Seksendört’ten farklı olarak, İrem’in klibinde, aşk gel-gitleri yaşayan konu mankenleri yerine sadece İrem’ler ve bir takım beyaz güvercinler var.
Pasajda dolanarak kaybettiği sevgilisine şarkı söyleyen İrem’in tepesinde devasa bir kesik baş olarak beliren ayrı bir Hayalet İrem olsun, yine sırtı kanatlı bir başka Hayalet İrem olsun; hormonal niyetine hayalet efekti basılmış muhtelif İrem suretleri...
İrem Yağcı’nın eğitiminin ve mesleki kariyerinin nasıl gelişeceğini bilemiyoruz. Fakat artık en azından bu konuda tahminde bulunmaktan imtina etmemiz gerektiğini, gayet iyi biliyoruz. Hukuktan ziyade, müzik yolunda ilerlemeye karar verecek olursa, şan derslerini ihmal etmeyeceğini -hafif (!) detonasyon söz konusu- şiddetle umuyoruz.
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2006
Sabah kuşağı televizyonuna ne kadar hakimsiniz bilemiyorum. Saçmalığın sınırları zorlana zorlana, algının kapılarını zorlamaya kadar vardırdılar işi. Kuşum Aydın’ın programı meselá, akıllara seza bir hál almış ben görmeyeli.
Bir kere kadrolu konuk olarak Ahu Tuğba ve acil şifalar dilediğimiz Gökhan Bey diye bir tip var. Bir tür milli mitoman Banu Alkan ve onu mütemadiyen aşağılamaktan televizyon şöhreti edinmiş olan eski sevgilisi Murat Taşdemir’in hokkabazlık şovunun, birbirini tanımayan insanlardan mürekkep ekipli versiyonu gibi.
Bu Gökhan Bey, Ahu Tuğba’ya ölümüne aşık delikanlı triplerinde.
Her gün salaksaçma şekillerde ona ilan-ı aşk ediyor, Tuğba da bunu aşağılıyor filan...
Yok pencereden kafasına kovayla su döküyor, yok ona verdiği gülü denize atıyor...
Tariflere sığmaz bir salaklık silsilesi...
Ve tabii ki bütün bu olanlar bitenler, stüdyo kadınları-erkekleri tarafından "tartışılıyor."
Bu arada, Kuşum Aydın, hayvan skalasını genişletmiş, sadece "kuşum" takılmıyor. Arada bir kameraya bakıp, telefon bağlantısıyla programa katılan insanlara "Bilmemn’anımcığım, size tavşan olayım mı?" diye soruyor.
Yanıt tabii ki büyük bir hevesle "Ay eveeeet" şeklinde geliyor.
Aydın, bunun üzerine, porselen dişlerinin yarattığı efektin desteği de sağolsun, gidip kafasına tavşan kulakları takıyor.
Sinan Çetin, geçenlerde gelinlerin durumdan habersiz damat adaylarına evlilik teklif ettiği yeni TV programı Sürpriz Teklif’te çok sinirlenmiş.
Zira efen’im, durumdan habersiz olan ve esasta Kenan Işık’ın programına çıkacağını zanneden Serhat isimli genç beyefendi, stüdyoya girip sevgilisinin gelinlikle beklediğini görünce hadise çıkarmış.
Bu sürprizden hiç hoşlanmamış ve "Bu tür boş programlara aşkımla malzeme olmam! Bu programların kimseye faydası yok. Sinan Bey de sinema filmleri çekmeye devam etsin bence!" diyerek, programda evlenmeyi reddetmiş.
Sinan Çetin de bunun üzerine "Hayat zaten ağır, daha da ağırlaştırmanın gereği yok. Bu genç arkadaş, RTÜK gibi davranacağına daha esnek olmalı" diye karakter atmış.
Valla bunun RTÜK’le ne alákası var, anlamış değilim. Evlenmekten bahsediyoruz yahu.
Adam o özel anı, o malum klişeyle (!) "70 milyonun gözünün önünde" hebele gübele yaşamak zorunda mı?
Sinan Çetin’i sürpriz bir şekilde stüdyoya sokup eşinden boşamaya kalksalar, eh, eğlence programıdır, olacak o kadar deyip, bu konuda çok mu eğlenecek yani?
Ben Serhat isimli o adamın yerinde olsam, programı terk etmekle kalmaz, direkt, kadını da terk ederdim.
Böyle hissediyoruz diye RTÜK gibi mi davranıyor oluyoruz yani şimdi?
Serhat Bey’i akıl, izan ve haysiyet sahibi bir insan olduğu için tebrik ediyor, artık kiminle olur bilemiyoruz ama sağlam temellere dayandıracağını tahmin ettiğimiz izdivaç hayatında mutluluklar diliyoruz.
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2006
Ben bu muhabbetten hakikaten sıkıldım. O kadar sıkıldım ki, bu özrü kabahatinden büyük geyiğe sardıran bütün "sanatçı"ları, Kaan Ertem’in hiper kahramanı, güzel insan, gönül adamı Erkut Abi’ye havale etmek istiyorum. Artık onlara memleketin gelmiş geçmiş bütün gazetelerinin arşivlerini mi yedirir, yoksa onları tarihin yazdığı en tahammül edilebilinemez anchorman’lerinden birine, meselá Reha Muhtar’a filan asistan olmakla mı cezalandırır, bilemiyorum...
En son, Vataniki’den Neslihan Akdaş’a verdiği röportajda Sertab Erener buyurmuş: "Televizyon seyretmiyorum, gazete okumuyorum. Dünyada hiçbir şey değişmiyor zaten. Amerika Irak’a girdi, ekonomiyi IMF yönetiyor. Ben yalnızca şarkı söylemek istiyorum. ’Miş’ gibi yapıp başka bir dünyada yaşıyormuş gibi yapıyorum. ’Dünyadan bihaber olmanın’ toplumsal ve entelektüel anlamda nasıl feci bir şey olduğu kavramını da reddediyorum. Beni mutlu etmeyen, dünyamı karartan hiçbir şeyi hayatımın içine almak istemiyorum. Bu haberleri de bu yüzden reddediyorum."
Aferin. Bravo. Ne işimiz var di mi dünya ve memleket meseleleriyle? Gideriz salsa filan öğreniriz; yoga yaparız, Feng Shui’ye takılırız, bol bol suşi yeriz; yaparız işte bir şeyler... "Every way that we can..." Budalar kutsasın o mübarek sanatsal "duyarlılığı..."
Bravo. Aferin: Dünyadan bihaber ve bu konuda son kertede mesut "dünya vatandaşı..."
Neslihan Akdaş; "Hiç mi gündem takip etmiyorsunuz?" diye soruyor; Erener, devam ediyor:
"Yalnızca başlıkları alıyorum. Kültür-sanat olaylarını ve sinemayı takip ediyorum. Syriana’yı seyrettim ve pişman oldum. Sinemadan çıktığımda kirlendiğimi hissettim. Çok cesur bir yapım. Ama Hollywood bunu hep yapıyor; ’Bakın size pisliğimizi döküyoruz ama biz ona rağmen Amerika’yız’ diye. Biz şu an konuşurken, silah için çocuklar öldürülüyor. Bu insanoğlunun çirkefliği."
"Peki bunlar bir gün bizim ülkemizde olursa, bizim başımıza gelirse?" diye soruyor yine Akdaş.
El cevap: "Benim başıma gelmeyecek. Ben bunların hepsini reddediyorum. Ben sonra bir adada, bir teknede yaşıyor olacağım."
Sonra da ne?!. Hanımefendi, zaten bir adada yaşıyor olsa gerek. Zira bunlar zaten bizim ülkemizde oluyor, bizim başımıza geliyor. Kaldı ki Irak’ta olunca, hiç mi bir yerine dokunmuyor? İnsansınız siz değil mi? Sizin tekne, Jüpiter sularında filan mı seyrediyor?
Bu nasıl bir izandır Allah aşkına? İnsan cehaletiyle ve nasırlı duyargalarıyla gururlanır mı ya? Nedir bu; ortaokulda inek "damgası" yememek için matematiğinin kötü olmasıyla böbürlenmek gibi bir şey mi? Matematikten çakmamanın hayatın tümünü ıskalamak olduğunun farkında bile olmayarak... Bunu marifet sayarak...
Şimdi diyeceğim ki; Diyarbakır felan (!) karışık biliyor musunuz Sertab Hanım?.. Sonracığıma, AB bize uzaktan nanik yapıyor. Ha, bir de bu aralar şiddetin yaş ortalaması, işte, ilkokul çağlarında filan geziniyor. Ha, yine pardon, bir de töre cinayetleri minayetleri var. Bir de işte, bildiğiniz, yoksulluk, terör, şu, bu...
Ama korkuyorum. Gerçi malum reklamda, "Kirlenmek güzeldir" felan (!) da diyorlar ama, işte, ya Sertab Erener’in beyazlardan beyaz ruhçuğu kirlenirse diye korkuyorum.
Ama endişeye mahal yok di mi; zira kendileri zaten gazete felan (!) okumuyor.
Aferin. Bravo. Türkiye sizin cehaletinizle ve bundan duyduğunuz gururla gurur duyuyor.
Siz remikslerde partilemeye devam ediniz, bu arada, olsun varsın, bizim utançtan yüzümüz kızarıyor.
Var ya, gidiniz, ötede, bir adada madada, Phuket’lerde bayılınız... Ama, aman yani, dikkat; bizden duymuş olmayın, arada bir oralarda da tsunami felan (!) vuku buluyor.
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2006
Hayata, sıfırdan başlayıp, ticarete evinin bahçesindeki barakada kalem, saat, Noel kartı satmak gibi hayli mütevazı amellerle atılan, daha sonra yarattığı IKEA markası sayesinde dünyanın en zengin dördüncü insanı olmayı başaran Ingvar Kamprad, geçtiğimiz perşembe 80. doğumgünü vesilesiyle "zenginlik tüyoları" vermiş. Tutumluluğuyla dillere destan rahmetli Vehbi Koç’u hatırlatan bir hayat tarzı var Kamprad’ın. "Yeni sayılır" diye andığı 15 yıllık bir Volvo kullanıyor, meyve ve sebzeyi daha ucuza satıldığı için öğleden sonra satın alıyor, seyahat ederken business class uçmuyor, taksiye binmiyor, kendi otomobilini kullanmıyorsa toplu taşımacılık hizmetlerinden faydalanıyor, emekli kartıyla indirimlerden yararlanıyor, káğıtların her iki yüzünü de kullanıyor, berbere gitmeyip saçlarını eşi Margaretha’ya kestiriyor.
BU KADAR DA KASMA BE AMCACIĞIMHoş, bunlara "zenginlik tüyoları" demek ne derece doğrudur bilemiyorum. Zira Kamprad gibi yaşayan milyarlarca insan var olmasına var ama üç kuruş kazanınca, yani yoklukta, tutumluluk zaten bir zaruret. Business class uçmamakla Kamprad olunsaydı, şimdilerde uçak bileti fiyatlarının 9 YTL’lere kadar düşmesi söz konusu, her mahallede de ne, az gelişmiş ülkelerin her sokağından bile bir "milyoner" çıkması lázımdı.
Tamam biliyoruz, önemli olan, parlak bir fikir üretip, yolunu bulup, buna rağmen tutumlu olmak... Yine de bu gibi hayat hikáyelerini, Allah biliyor ya, pek de öyle takdirle karşılamıyor benim bünye. Tamam, israf günahtır, sokağa atılan her lokmada Etiyopya’daki çocukları düşünmek lázımdır ama bu kadar da kasma be amcacığım; di mi ama? Gelmişsin 80 yaşına, arada bir hayatın anasını satıp hovardalığa çıkıver yani.
Neyse ya, benim takıldığım şey başka... Geçtiğimiz ay, annemle babam buradayken, evin darmaduman hállerini toplamaya giriştik biraz. Pederin altında araba var, bir pazar sabahı bastık, IKEA’ya gittik. Zira 16 sene içinde değiştirdiğim 11 evde, kitapların kolileri hiç açılmadan beş-altı ev dolaşmışlığı filan vardır. Bilmem kaç senelik kitap rafı mevzuunu hálledeceğiz. Bunun için de İsveç aklından ve Kamprad tutumluluğundan feyz alacağız güya...
Bilenler bilmeyenlere anlatsın: IKEA’da müşteriler, alışveriş yaparken ne kadar kendi göbeklerini kendileri kesebiliyorlarsa, o kadar tasarruf edebiliyorlar.
Mobilyaların modüllerini elinizdeki sipariş broşürümsüsüne kaydediyor, gidiyor raflardan çıkarıp bir alışveriş arabasına yığıyor, hatta becerebilirseniz, çok büyük parçalar söz konusu değilse, nakil işini kendi aracınızla kotarıyor ve becerikli biriyseniz montajı da kendiniz hállediyorsunuz.
Bizim kitaplık, dört kişi de gitmiş olduğumuzdan otomobile sığacak gibi değildi. Dolayısıyla haddimizi bildik ve nakliyat-montaj işini IKEA’nın elemanlarına bıraktık. İyi halt ettik...
Üç günün sonunda, ortalıkta; "Ben anladım abi, askerliği bilemeyeceğim ama IKEA’da mantık yokmuş" diye söylenerek dolanmaya başladım.
BURUN DELİKLERİM BASKET TOPU GİBİBeni bilenler bilir; bizim peder benden de tahammülsüz, öfkesi burnunda bir telaşe müdürüdür. Pazar gününü IKEA’da, o beni azdırmasın diye ayrı bir köşede, ben onu azdırmayayım diye ayrı bir köşede, birbirimize görünmemeye çalışarak, dert anlatabileceğimiz bir yetkili arayarak, bulamayarak, dolayısıyla etrafa çemkirerek geçirdik. Hatırlamak bile beynime kan sıçramasına neden oluyor. Dolayısıyla bütün hikáyeyi anlatmayayım, küçük bir örnek vereyim, siz pay biçin:
Kitaplığın montaj günü, perşembe akşamüstü dörde doğru, IKEA’nın elemanının güya kontrol ederek teker teker bilgisayara kaydettiği parçalardan birinin kutularda olmadığı ortaya çıktı. Zira parçaları bilgisayara girerken, bilgisayarlarda sorun olduğu iddiasıyla silbaştan 30 ayrı kayıt yapan, her seferinde "Bakın bir hata olmasın, iyice kontrol ettiniz değil mi?" diye sorduğumuz eleman, tabii ki "küçük" bir detayı atlamış!
Rafların sağlam durmasını sağlayan, arkadan monte edilen, yedi adet ince çubuk... Beher adedi 2 YTL. Toplamı 14 YTL. Gelin görün ki, onların olmaması, yok nakliyat, yok montaj ekibi derken, zaten gelene kadar bin dereden su getiren ünitenin kurulmasını imkánsız kılıyor.
Ben bu arada, suratım pembeden koyu mora doğru degradeli bir renge kesmiş, burun deliklerim basket topu çapına ulaşmış, müşteri hizmetleriyle "konuşuyorum."
Diyorlar ki "Politikamıza göre, göndermemiz imkánsız... Bugün parayı yatırın, daha sonra kargoya veririz. Yarın marın, bir şeyler ayarlamaya çalışırız."
"Yahu bu sizin hatanız," diyorum; "bir daha, gebertseniz, montaj ekibi filan bekleyemem. Ne gerekiyorsa, yapmak boynunuzun borcudur. Bu arkadaşlar bu kitaplığı dikmeden bu evden çıkmayacak. Gerekirse kapıya barikat kurarım."
ASABIN YIPRANMA BEDELİ NE OLACAKYarım saatlik tartışmanın sonunda iş şuna bağlandı: 15 YTL’lik meblağı saat 3.30’u geçtiği için telefon havalesiyle yatırmak mümkün olmadı. Ben bankaların kapanmasına beş kala kendimi hesap numarası verdikleri bankanın ayrı bir şubesine attım. Söz konusu şubeye gitmeye vakit olmadığı için, 15 YTL’lik ödemeye 18 YTL de havale parası bayıldım. Sonra onlar, o kıçıkırık yedi çubuğu, moto-kuryeyle, ödemeli olarak yolladılar. Ona da ayrıca 35 YTL çıktık.
Onların hatası yüzünden, 15 YTL ödemem gereken yüzün astarı, 68 papele patladı. Hadi o bir yana; asabın yıpranma bedelinin ederi yok.
Bu olayları müteakip birkaç gün boyunca ayaklı hezeyan abidesi gibi dolanıp söylenirken, birçok IKEA mağdurundan ayrı hikáyeler dinledim. Biz yine iyiymişiz; birçok evde, oturup sinirinden ağlayanlar olmuş.
Diyeceğim o ki, Kamprad’ın zenginlik tüyolarını yiyeyim; onun tasarrufu şiar edinmiş markası sağolsun, biz iflas edeceğiz. Hani tamam, bir kurye parası insanın ocağına incir dikmeyebilir de sinirlerimiz iflas etti.
Fakat yemin etseler başları da ağrımaz bir yandan; yan sektörleri de besleyen, pek paylaşımcı bir kuruluş. Nakliyatı ayrı, havale parasından nemalanan bankası ayrı, kuryesi ayrı... Yok yere şahane istihdam yaratıyorlar.
Yazının Devamını Oku