6 Ekim 2013
Tuncel Kurtiz’in vefatının ardından defnedildiği Çamlıbel Köyü ve onu çok sevgiyle yâd eden Tahtakuşlar Köyü arasında hiçbir sorun yok.
Durduk yerde Alevi-Sünni tartışması çıkaran ‘rahatsız’ kim, onu merak ediyorlar...
Edremit’ten Kaz Dağları’na doğru yukarıya vurduğunuzda, karşınıza bir yol ayrımı çıkıyor. Direksiyonu sola kırdığınızda Tahtakuşlar Köyü’ne, sağdan devam ederseniz Çamlıbel Köyü’ne varıyorsunuz. Aralarındaki mesafe; laflaya laflaya şöyle bir sabah yürüyüşüne niyetlenseniz; konunun sonunu görmeden birinden diğerine varılacak kıvamda; öyle yakınlar…
Çamlıbel, Tuncel Kurtiz’in, babası Hamdi Vala Bey’in kaymakamlık görevi nedeniyle ilk kez 14 yaşındayken tanıdığı, bir ömür hayalini kurduktan sonra 10 yıl kadar önce yerleştiği, çalıştığı zamanlar haricinde tüm zamanını geçirdiği ve çok sevdiği butik oteli Zeytinbağı’nı açtığı yer.
Tahtakuşlar da sık sık ziyaret ettiği, kahvesinde oturup köylüleriyle muhabbet koyduğu, sakinleri tarafından büyük sevgi ve saygı gördüğü komşu köy.
Kurtiz’in vefatı, her iki köyün sakinlerini yeterince üzmemiş gibi, beklenmedik bir kaosa da vesile oldu. Önce Kurtiz’in Tahtakuşlar Köyü’ne defnedileceğine dair haberler boy gösterdi. Bunu, bir Alevi-Türkmen köyü olan Tahtakuşlar’ın bu talebi reddettiğine dair haberler takip etti.
Ve tahmin edileceği üzre, Kurtiz’in inanışlarından, alevi köyünün tutuculuğuna kadar türlü spekülasyonun da çeşniye dahil edildiği harlı tartışmalar, hadiseyi Sünni-Alevi çekişmesine bağlamaya kadar vardırıldı.
Kurtiz, neticede arzuladığı üzre, edebi istirahatine Kaz Dağları’nda çekildi. Ancak, Tahtakuşlar Köyü’ne de bir yanlış anlaşılmanın ağırlığı, çok sevdikleri, “Başımızın üzerinde yeri vardır” dedikleri Tuncel Kurtiz’i istememekle ve yobazlıkla yaftalanmanın yükü kaldı. Başlarına ne geldiğini anlamamış bir şekilde, bu imajı nasıl temizleyeceklerine dertleniyorlar bu aralar.
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2013
Ömrümde ben geldim de dize, yar olmadı bu kimse size!”
Kayıt cihazının döndüre döndüre bas play tuşuna: Tuncel Kurtiz yorumuyla Mazi Kalbimde Bir Yaradır...
Şu anda kulağımda, tabiri caizse, “Tuncel Kurtiz çalıyor.”
Melodiyi bir müddet sessizlik kovalıyor. Sonra; “Ben değişik söylüyorum; tangodan başka bir estetik hale getiriyorum bunları” diyor Kurtiz; o davudi sesiyle: Dım dım dam!..
“Hep sıkıntıdan; ben devamlı böyle bir şeylerin işte; ezgisini de değiştirir dururum” demişti. Akmıştı öyle: “Kalbimizin ortasında bir güvercin / güvercinin kursağında bir kurşun / kefenimiz arşın arşın / parasıyla peşin peşin” dizeleriyle, beşeri hayattan kıymetlisi Cahit Irgat’ın dizelerine bağlamıştı. Can Yücel’i, Oscar Wilde’ı, Shakespeare’i, Nâzım Hikmet’i... Tanıyanlarına yabancı gelmeyen âdeti: Dünya ne yaparsa yapsın, ne olursa olsun, Tuncel Kurtiz, mırıldana mırıldana, ‘şahsi favorilerinden’ çalıyor.
Dün bile değil sanki; halbuki sekiz ay geçmiş üzerinden; insan inanmakta zorlanıyor. Son sinema filmi ‘Mutlu Aile Defteri’ vesilesiyle GQ Türkiye için bir röportaj ve fotoğraf çekimi yapmıştık. Çekim boyunca, müsaadesiyle, kayıt cihazını açık tutup, kendine mırıldanırcasına verdiği temsili ağzım beş karış açık izlemiştim. Suratına suratına, pişkin pişkin, zevzek zevzek; “Üremeyeceğim için torunlara diyemeyeceğim ama ben bu kaydı yeğenlerin çocuklarına bırakırım Tuncel Bey. Böyle sebil gibi saçıyorsunuz ya tangoları, şiirleri; sizin sesinizle, o Picasso eskizleri gibi bişi” demiştim. Gülmüştü. Güleriz diye demiştim zaten ama hiç de gülesim yok şimdi.
HAYAT HİKÂYESİNİN SIĞMAZLIĞI
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2013
Sosyal medyanın sunduğu imkânlar sağ olsun; memlekette görülmemiş bir resmi kurum-vatandaş muhabbeti açmayı başaran Kadıköy Belediyesi de ilçe sakinlerine karşı boş değil
Hani ‘fosforlu kedi gözlü artist’ cümlesi kurmuş gibi olmak istemem ama galiba Kadıköy Belediyesi’ne nazarım değdi!
Şöyle ki: Kadıköy Belediyesi’nin sosyal medyadan sorumlu genç ekibiyle hafta başında röportaj için randevulaştığımızda, ortalık henüz sütlimandı (Bkz. Milk Port). Belediyenin tüzelkişiliği gibi hizmet veren, esprili, yardımsever, sıcakkanlı, son derece kültürlü, haza İstanbul beyefendisi ve karizmatik mi karizmatik Twitter hesabının, başta Kadıköylüler olmak üzere, ülkenin her yerinden, ‘belediyeyle ciddi düşünen’ kızlı erkekli bir hayran kitlesi edinmiş olması, dikkatimizi çekmişti.
Öyle bir resmi belediye hesabı düşünün ki, kendilerine iletilen, ilçeyle ilgili her türlü şikâyet ve soruya 7/24 anında cevap verip çözüm üretmeye çalışmakla kalmıyor; kendisine sevgilerini ileten, hatta ilan-ı aşk eden, kahve içmek üzere ziyarette bulunup sarılmak isteyen takipçilerini “Biz de size karşı boş değiliz” şeklinde yanıtlıyor!
Velhasıl, yola çıkarken aklımızda bambaşka bir söyleşi vardı. Ne güzel, kahvemizi höpürdetip iki satır geyiğin belini kırarız derken, Kadıköy’ü birbirine katan olaylar yaşandı. Mecburi revir hizmeti sunan Süreyya Opera Binası’nın, polis tarafından basılıp, gözaltıları müteakip karakola dönüştürüldüğü gecenin sabahı, sosyal medyadan sorumlu ekibi temsilen görüştüğümüz Ulaş, 48 saattir uyumamıştı. Haliyle lafa geçmiş olsun diyerek ve geçtiğimiz iki geceyi nasıl yaşadıklarını sorarak girmek durumunda kaldık.
“Kadıköylüler’de şaşkınlık var. ‘Hizmet eve geldi’ esprisi yapılıyor!” yanıtını aldık: “Biz kriz merkezi gibi çalışıyoruz; kimse zarar görmesin, acil bir duruma müdahale edebilelim diye. Bahariye Caddesi’nde her taraf kapalı olduğu için yaralanma gibi durumlarda ambulans giremiyordu; bu yüzden Süreyya Opera Salonu ilk yardım merkezine döndü. Ambulanslar oradan yaralıları alıp hastaneye taşıyorlardı. Gazın yoğun kullanımı çok ciddi sağlık sorunlarına yol açabiliyor. Moda semti yaşlı nüfusun yoğun yaşadığı bir yer. Devamlı uyarıda bulunup neler yapmaları gerektiğini söylüyoruz. Ayrıca sokak hayvanları için de kaygılandık. Sokaklara yer yer girilemediği için Kadıköylüler’den yardım istedik. Zaten dayanışmacı bir yapı olduğu için herkes seferber oldu. Bu tür durumlarda bilgi kirliliğini engellemek için de ‘kesin bilgi’ler paylaşıyoruz. Hiçbir Kadıköylünün zarar görmesini istemeyiz.”
Sosyal medya ilişkilerini yürüten, dört kişilik, ‘okumuş etmiş çocuklardan’ mürekkep bir ekip ve anonim şahsiyetler olarak kalmaya niyetliler. Bu hesabın sanal, tek bir kişi olarak var olmasını istiyorlar. Ayrıca, fotoğraf vermeye de yanaşmıyorlar; maazallah; “Sarılma talepleri bıçak gibi kesilebilir”miş!
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2007
Bu aralar, işe gelirken düzenli aralıklarla rastladığım bir reklam billboard’ı var. İyi ki ehliyetim yok; otomobili ben kullanıyor olsaydım, ilk gördüğümde, "Ne kadar enteresan" diye incelemekten dolayı direksiyon hakimiyetimi yitirip kazaya sebebiyet verebilirdim.
Billboardda, türbanlı, melül bakışlı bir mankenin fotoğrafının altında, şöyle yazıyor: Giyinmek güzeldir...
Öyle şırımşık bir iş ki, türbanların desenlerine ayrı, sloganın ’yaratıcılığına’ ayrı kopar insan...
Tabii ürüne yönelik reklam sloganı olarak düşününce; ’Örtünmek güzeldir’ daha direkt bir mesaj olabilir ama böyle ’ılımlı’ ve ’kapalı’ bir dili tercih etmemişler; takdir meselesi...
Son zamanlarda, afiş ve billboard’lar konusunda güdülen politikalar gündeme afiş oldu, biliyorsunuz. Ulusal gündem kesmediyse hadise Reuters’in diline bile düştü: "Bu uygulamaları daha ziyade İran’da görürüz" diyorlar özetle...
Afişe olduk, tabiri caizse...
Yaz sezonu açıldı, yine kadın bedeni üzerinden bir abuk tartışmadır başladı: Türbancılar, mayoculara karşı!
Yok hac sezonunda yolcular rahatsız olabilir diye Atatürk Havaalanı dış hatlarında asılı olan Adriana Karembeu’nun poz verdiği posterler ’giydirilir’, yok sürücülerin dikkati dağılmasın diye mayo reklamlarına ya tamamen yasak ya da sansür getirilir...
Hadisenin bini bir paraya, gırla gidiyor iki-üç senedir...
Arka sayfa güzellerinden tutun, en kriminal haberde bile sıyrılan etekten iki dirhem et göstermek için didinilmesine, magazin haberciliği yapıyoruz diye sadece plajlarda tangasını poposunun arasına sıkıştıran kadınların sergilenmesine kimse benden fazla gıcık olmasın...
Hele ki bu konuda sadece kadın bedenini kullanan; kadınlarınki gözden, erkeklerinki bedenden saymayan; yanisi güzele bakmanın sevabı sadece erkeklerin boynunaymış gibi davranan zihniyete, duble gıcığım...
Fakat, türban reklamını ’edepli’ bulup icazet veren, mayo reklamına "Türk toplumunun genel ahlák yapısına uygun olmadığı için" geçit vermeyen idari zihniyete, triple gıcığım...
Kendine Müslüman tadında, kendine demokratlara yani, en gıcığım...
Neticede, burada mayo üreten markaların reklamları söz konusu. Bu şirketler palto-pardösü pazarlamıyor ve hükümet ve belediye ister inansın ister inanmasın, bu ülkenin kıyılarında denize girerken sadece haşema giyilmiyor.
Kaldı ki Türk toplumunun genel ahlák yapısına ne uyar, ne uymaz, onu belirlemek, ne münasebet, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne düşmüyor.
Ona bakacak olursanız, şahsi kanaatimce, bu şehrin her köşesine nakşolmuş, hükümetin ve belediyenin "Biz var ya biz, şunu da yaptık bunu da yapacaz" afişleri, bunların topundan daha dikkat dağıtıcı, daha sinir bozucu ve evet, edebe aykırı mánásında daha müstehcendir; o da ayrı...
Son gelen haberler, aldıkları tepkilerden dolayı Büyükşehir Belediyesi’nin daha önceki yıllarda karşılaştıkları tavır yüzünden bu sene başvuruda bile bulunmayan mayo şirketlerini arayıp, "Buyrun gelin, başvurunuzu yapın, izin vereceğiz" dedikleri yönündeydi.
Ben yine de Zeki Triko’nun sahibi Zeki Başeskioğlu’nun yerinde olsam, "20 ülkede astığı afişleri kendi ülkesinde asamadığı için" protesto adına sipariş ettiği patlıcan, hıyar, domates ve kabaklı ’mayo’ afişlerini kullanmaktan vazgeçmezdim.
Yahu şu hayatta en dalga geçtiğim figürlerden biriydi; AKP yüzünden Zeki Başeskioğlu’na helál olsun demek durumunda kaldım ya, bu da bana ka..., pardon, afiş olsun...
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2007
Gözüm saatte, şafak sayıyorum. Zira bunlar ve bunlara benzemez milyonlarca konu bir yana, benim aklım mütemadiyen karnında dönen ’musluklu’ elemanda. Anneler günün kutlu olsun Banu’m... Seni çelikten bir imanla seviyorum.
Canım;
Bugünün Anneler Günü olması hasebiyle aklıma bir düşüş düştün ki o burnuna değen karnınla seni ordan çıkarmaya vinç gerekir.
40’ında, 13 yılın ardından ikinci bebişi yumurtlamanın arifesindesin. Ve kendimi bildim bileli idolümdün ama 35 yaşımın üremeyi paçası sıkmayan olamamış olgunluğuyla seni her düşündüğümde slogan atma kıvamına gelmiş vaziyetteyim: Bu şişko seninle gurur duyuyor!
Buraları bıraktığınız gibi... Her Allah’ın günü, meselá bir İskandinav ülkesinin bir yılda yaşadığı oranda ’enteresan’ hadise yaşıyoruz.
Annem bir yandan sizin emanetiniz Elif’le uğraşıyor (Elif’in de annemle uğraştığı iddia edilebilir pekálá; ayrı...), bir yandan da yeni toruna hazırlık yapıyor. Hayatında ilk defa oğlan çocuğuyla müşerref olacağı için ’musluklu alt’ nasıl değiştirilir filan, telaşlarda...
İZMİR MAHŞER YERİ GİBİ
Memleket desen, yanıyor dönüyor. Bugün İzmir, mahşer yeri gibi. Üçüncü Cumhuriyet Mitingi, bizim ’gávur’ İzmir’de yapılıyor ve İzmir’in gávurluğuna yakışır bir şekilde, şimdiye kadarki en kalabalık miting olması bekleniyor. Şehir baştan aşağı kırmızıya kesmiş durumda. Düşün yani, Ayfer’i eve bayrak asmak falan kesmemiş, otomobilde de bayrakla dolaşıyor.
İzmir’den e-posta yağıyor. Kafkaflılar, Alsancak’a gitmeden önce Zübeyde Hanım’ın Karşıyaka’daki mezarını ziyaret edeceklermiş. Pankartlar hazırlamışlar: Üzerinde Zübeyde Hanım’ın gülen bir fotoğrafı var, yanında "Anamızı da aldık geldik!" yazıyor.
Bu haftasonu İzmir’e gitmek gibi bir niyetim vardı (Hani hamile kadına nispet yapmak hıyanete girer ama ben bu sene Çeşme’de deniz sezonunu 21 Nisan’da açtım şekerim. Ehe... Şantiye plajı şerbet gibiydi üzerine afiyet. Ehehe...) ama vazife başındayım. E birilerinin de o mitingin haberini yapması gerekiyor.
ŞAFAK SAYIYORUM
Seçim için düğmeye basıldı. Milletvekilliğine aday olacaklar, istifalarını verip görevlerini devretti. İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun içgörü kapasitesi malum: "Dönemimiz, uyuşturucu, insan ve silah kaçakçılığı, organize suçlarla mücadele açısından cumhuriyet tarihimizin en başarılı yılları olmuştur. İşkence ve kötü muamele, sıfır tolerans ilkesiyle, ülkemiz gündeminden çıkarılmıştır." Buyurmuş... Yazısız karikatür gibi adam valla. Bando eşliğinde uğurlanmış... İzmir Marşı’yla döndüğünü görmeyiz inşallah...
Adalet Bakanı Cemil Çiçek daha da komik: Görevini törenle müsteşarı Fahri Kasırga’ya teslim ederken birbirlerine çiçek sunmuşlar. Çiçek de; "Benim soyadım Çiçek ama bu çiçek benden daha canlı" şeklinde bir espri şey ettirmiş... Onun içgörüsüne laf edemeyeceğim. "Benim soyadım da Kasırga ama siz görev yaptığınız süre boyunca benden daha iyi üfürdünüz" şeklinde yanıt gelmemiş fakat. Gelsin isterdi deli gönül.
Gözüm saatte, şafak sayıyorum. Zira bunlar ve bunlara benzemez milyonlarca konu bir yana, benim aklım mütemadiyen senin karnında dönen ’musluklu’ elemanda; suratımdaki salak sırıtıştan kurtulamıyorum.
Anneler günün kutlu olsun Banu’m... Seni çelikten bir imanla seviyorum.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2007
Fena hálde yaşlandım. Bunalımlarındayım. Saçma da bir durum esasında. Zira hayatım boyunca, bu yaşlarıma gelmeyi özledim. Hatta niyeyse, mánásı kendinden menkul bir hasretle ve telaşla 40’lı yaşlarıma ermeyi de bekliyorum. Yine de karşısına çıkan her 10 kişiden dokuzu; "Neden saçların beyazlanmış arkadaş?" diye sorunca, insan, hafif tertip uyuzlanıyor háliyle...
Bir gayret saçları uzatmaya çalışıyorum. (Zor iş... 80’li yıllar ilkokul öğretmeni ya da ne bileyim, Semra Özal’ın el-ayak öpen Papatya’larının kıvamına geldi; bir milim uzamayagörsün, kıvrılıyor da adiler... Yakında laik ilkokul öğretmeni fazından çıkıp bonus kafaya dönüşecekler... Kendimi kuaföre "Kazı şunları abi" diyerek dar atmamak için zor tutuyorum.) E, uzayınca, beyazlar iyiden iyiye kendilerini belli eder oldu. Boyatmaya da ne niyetim ne de cesaretim var. Fikr-i takip ve de kuaför arkadaşlar alınmasın, zırt fırt kuaföre gidip bilmem kaç saat alüminyum káğıda sarılmış mal gibi durmaya tahammül yok bendenizde. Hafakanlar basıyor kuaförde.
Dolayısıyla n’apalım artık, beyazlar da bizimdir hesabına, hayatım boyunca boyatmamaya karar verdim bir kez. Fakat 35 yaşa bu kadar kır da nedir, anlayabilmiş değilim. Hızlı koştuk tez yıprandık herhálde. Rüştünü ispat ettiğin günden beri, profesyonel serseri gibi yaşarsan, eh, olacağı budur. Müstahaktır...
Neyse ya... Dertliymişim; çene bir düşüş düştü; konuyu toplamaya süpürge lázım...
TOPLAMA KLİP DVD’Sİ
Geçen gün DMC’den bir paket geldi. Açtım ki ne göreyim: Dream Türk 19 Klip adı altında bir DVD hazırlamışlar. DMC’nin muhtelif sanatçılarının kliplerini bir araya getirmiş, CD fiyatına (12.50 YTL’ymiş.) piyasaya vermişler.
Sezen Aksu’nun Yanmışım Sönmüşüm Ben’i ve Perişanım Şimdi’si... MFÖ’nün Vurgun Yedim’i... Yüksek Sadakat’in Belki Üstümüzden Bir Kuş Geçer’i... Kenan Doğulu’nun Çakkıdı’sı ve Tutamıyorum Zamanı’sı... Ajda Pekkan’ın Vitrin’i... Ferhat Göçer’in Dön Diyemedim ve Aşkların En Güzeli’si... Zeynep Casalini’nin Dokunma Bana’sı... Mirkelam’ın Unutulmaz’ı ve Asuman Pansuman’ı... Emre Altuğ’un Sensiz Olmuyor’u... İlhan Şeşen’in Neler Oluyor Bize’si ve Sarılınca Sana’sı... Sefarad’ın Ne Fark Eder’i... Ahmet Koç’un Mission Impossible’ı... Gökhan Özen’in Kader Utansın’ı ve Birtanesisin’i (Ki kendileriyle ilgili "Almayayım, alana da mani olmayayım" diyesim var müsaadenizle.)...
Ben bunu görünce, bir acayip oldum; gözlerim mözlerim doldu, yok böyle saçma bir durum.
Şöyle ki, bendeniz çocuk-ergen kırması bir garçon boy iken, Yunan Ulusal kanalı EPT’de Müzikorama diye bir müzik programı vardı; klipler yayınlayan. O zamanlar bizim memlekette klipten anlanan rüküş TRT stüdyolarında ya da bir parkta, gül ağaçlarının falan arkasında, sanatçılarımızın ellerini kollarını sallayarak şarkılarını icra ettiği performanslardan ibaret...
TAPTIĞIMIZ PROGRAM
Programa tapardık. David Bowie’nin Let’s Dance’ini, Wham’in Wake Me Up Before You Go Go’sunu, Last Christmas’ını falan, sanat sineması gibi algılıyoruz. Sakalet diz boyu...
İşte bunları peş peşe videoya kaydettiğimiz klip kasetleri oluşturup, arkadaşlarla değiş tokuş falan yapıyorduk.
O günlerden geriye, bir tek o betamax video kaldı. Niye kaldı sormayın... Ben de anneme bin kere sordum; "Bin yıldır bozuk. Dijital saati haricinde çalışmıyor etmiyor. Ayrıca video diye bir şey kalmadı dünya yüzünde. Allah aşkına bu kaput gibi niye burda durup duruyor?" diye...
Hatta, "Bak hiçbir şeyini atmayıp yaşlanınca evini çöp eve dönüştüren kadınlardan oldu benim annem diye dedikodunu çıkartırım" şeklinde tehdit bile ettim. Ki o tip bir insan değildir... Ayrıca tehditlerimi de genelde ciddiye alır, zira alsa iyi olacağını bilir...
Buna rağmen hiiiç iplemedi. Saatini seviyormuş!!!
Bence kesin, valide de o video sayesinde kendini genç hissetmeye çalışıyor.
Oysa nedir? Şimdiki gençlere "Betamax" ya da "VHS" deseniz, "Buyur?" diye cevap gelir...
Bak şimdi yine bir fena oldum. Ulan, bir dahaki İzmir’e gidişimde, bari bir gayret, varsa hálá video tamircisi diye bir insan türü, videoyu tamir mi ettirsem? Geçenlerde gözüme çarptı. Dolapta birtakım kasetler de duruyor.
Kimbilir, belki benim klip ve Moonlighting toplamaları hálá hayattadır. İzler izler zırlarım artık.
Bu ne biçim klip yazısı diye düşünüyor olabilirsiniz. Bilemeyeceğim valla, bana hiç bakmayınız... Suçu, "Senin ne kadar beyaz telin varmış be?" diye soran, hain tanışlarımda arayınız.
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2007
Memleket havalarına hakim olan siyasi pustan ruhum darlanmış olacak... Bir yandan yakında tai-box ve küfürleşme konusunda Tayvan’ın meclisine nal toplatmak gibi bir başarıya imza atacağına inandığım TBMM’nin ahvaline bakıyorum.
Bir yandan da meselá 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı kutlamalarının provasında birbirine jiletle girişen E.İ. ve G.A. inisiyalli lise 1 öğrencisi genç kızların haberini; annesinin altı aylık kızkardeşi Ezel’i kucağına tutuşturup, "Size dondurma almaya gidiyorum" deyip sırra kadem bastığı üç yaşındaki Aykut’un haberini okuyup baygınlıklardan baygınlıklara gark oluyorum.
E ne yapalım? Bir yerlere tutunmak lázım. Beton tedavi babında, jiletlik şarkılardan medet umuyorum.
Son bir haftada Elvis Costello klásiği I Want You’yu kaç milyon kez dinledim bilmiyorum. Sahibinin sesinden olsun, Fiona Apple’ın vokaline Elvis Costello’nun gitarıyla eşlik ettiği versiyon olsun... Muhtelif yorumcuların sesinden habire, habire, habire I Want You’yu dinliyorum.
Odaya girip çıkanlara fenalık geldi. Yakında toplaşıp beni linç ederlerse şaşırmam. İnsanın son nefesinde şaşıramaması da pek parlak bir durum değil, takdir edersiniz.
I Want You, benim, ruh hálinin lacivert tonlarında seyrettiğinde medet umduğum şarkılardan biridir. Bunun bir gömlek üzeri, Ahmet Kaya’ya filan tekabül eder; onu da söyleyeyim, ordan hesap edin.
"Ha girdim, ha girecem" makamında, depresyon falezlerinin kenarında, aportta beklediğim nokta...
Tam o anda, içinden lacivert geçen bir haber gördüm, bırakın ruh hálini, dünyam değişti.
Lacivert Yapım isminde bir yapım şirketi, Vekilstar olarak tanımlanan Türkiye Vekilini Seçiyor isminde bir yarışma projelendiriyormuş efen’im!!!
Görmüş olmalısınız; Çarşamba günü Kelebek’in manşetiydi.
Bu yarışma ’sayesinde’ halk milletvekili adaylarını tanıyacak ve kendi adayını gönderdiği oyla belirleyecekmiş.
Adaylar, milyonların karşısında planlarını anlatacakmış.
Projenin sahibi Çiğdem Savaşçıoğlu; "Yedi aday, yarışma başlamadan önce bir hafta eğitim alacakr. İlk programda adayların iki dakikalık kampanya filmleri yayınlanacak" şeklinde özetlemiş hadiseyi.
Şu sıralar, jüriyi belirliyor ve kendilerine kanal arıyorlarmış. Ama jüri konusunda, aşağı yukarı, bir fikirleri varmış.
’Fikir’lerden biri olan Semra Özal, bu konuda; "Teklif geldi, kanal arıyorlarmış. Eğer iş ciddiye binerse düşünürüz. Çünkü bu ciddi bir yarışma gibi duruyor. Faydalı olacağına inanıyorum" buyurmuş...
Diğer ’fikir’ler de şu şekilde: Esat Kıratlıoğlu (Saç modeli enteresanlığı açısından Şarkı Söylemek Lázım’ın Erol Büyükburç’una bulunmaz alternatif.), Kamer Genç, İsmet Sezgin, Hüsamettin Cindoruk ve reklamcı Bora Egemen...
Naçizane katkımız olsun: Kendine aşk şiirleri yazdığı RTE’nin resminin basılı olduğu tişörtler yaptıran Nil Demirkazık, Bakan Düşüren Kadın Aynur Aydan (Siyasetçi denen türü o tanımayacak da kim tanıyacak?), Kürşad Tüzmen’in kardeşi popçu Tüzmen (Arada şarkı felan da attırır; hem Kürşad abisi kendisine kovboy temalı klibi olan şarkısında vokal desteği atmıştı; o da bu sayede kont-jest şey ettirmiş olur.), Ajdar (Açmaya gerek yok. O, her bi’şeyden anlar...) gibi ’fikir’ler de var bu hayatta.
Değerlendirilsin isteriz. Seçime yaklaştığımız şu dönemde, seçimin ciddiyetine ’ciddi’ bir katkıları olabilir. Önermesi bizden; lacivertin en lacivertinden tonlarda sunduğumuz saygılarımızla birlikte...
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2007
Ya da o gıcık tabirle; "Why high one why?" mı deseydik? Geçtiğimiz haftasonu, Moviemax’de "The Queen" (Kraliçe)yi izledim.
Şansına nail oldum mu demeli, talihsizliğine düştüm mü demeli, bilemedim... Yok, bilebildim: B seçeneği... Talihsiz bir durumdu yani.
Filmin lansman paketçiklerinden birinde, bu filmde üstlendiği II. Elizabeth rolüyle, bu sene Altın Küre’ydi, Oscar’dı, şuydu buydu, ne kadar ödül varsa, hepsini silip süpüren ve afiyetle işkembeye gömen ve Allah için hakikaten de olağanüstü bir aktris olan Helen Miller, rolünü nasıl algılayıp çalıştığını şöyle anlatıyordu: "Çoook geriye çekilip ordan baktım."
Efen’im, içinin en kapalı kapılar ardındaki odalarında durup, dışarıya doğru, mesafeli mesafeli bakmış. Çünkü, Kraliçe’nin de hadiselere öyle baktığına dair kanaate varmış. Dersine çalışırken...
Şöyle söyleyeyim: Ben de filme, lahana gevişi getirme kraliçesi gibi hissetmecesine, öyle baktım.
Eeen içimdeki odadan, burnu havada bir zap kraliçesi (Konunun içinden kraliçe geçiyor ya, monarşinin dalağını yaralım) edasıyla...
Halk, pardon, kamarası kısmış avamların kraliçesi edasıyla...
Halk arasındaki tabirle kanepe denilen tahtına kurulmuş kraliçe edasıyla: Kurulmuş, en içinden bir yeri, esnemek şöyle dursun, içiiin içiiin, horuuul horuuul uyurken...
Hayatımda bu kadar bayık kaç film izlemişimdir, inanın bilemiyorum.
Bilenler bilmeyenlere anlatsın: The Queen, Prenses Diana’nın ölümünün haftasında Kraliçe II. Elizabeth’in takındığı tutum ve Blair’in bunda oynadığı rol üzerine kurulu. Ona herhangi bir şekilde "kurulu" denirse tabii...
Zaten monarşiye kılım, Bush yaltakçısı Blair’e ziyadesiyle kılım, High Fidelity, My Beautiful Laundrett gibi filmlerinin hastası olmama rağmen, filmin yönetmeni Stephen Frears’a da kıl oldum.
Sonra, Bush Kraliçe’yi gerçek hayatta bir öptü. Öpünce geçti... Benim kıl olma durumum yani...
En baş kılın kim olduğunu hatırlayınca...
Bildiğiniz üzre, George W. Bush, II. Elizabeth’i, geçtiğimiz hafta Beyaz Saray’da ağırladı. Kendini bilen bir dingil olduğunu zannetmiyorum, muhtemelen Beyaz Saray’daki danışmanlar akıl etmiştir: Kraliçe’nin karşısında herhangi bir protokol saçmalığı sergilemesin diye herif önceden, hızlandırılmış nezaket kursu aldı.
Ve ezberi fena olmasa gerek, protokol kurallarında çuvallamamayı becerdi.
Ve fakat, Kraliçe’yle birlikte huzuruna çıktıkları 7 bin kişilik kalabalığı, Kraliçe’ye; "Hanımefendi, benden önce 10 başkanla daha yemek yedi. Kendileri ABD’nin 200. kuruluş yıldönümünün kutlandığı 1776’da da buradaydı" demek suretiyle kahkahadan kırdı geçirdi!!!
Yazıyı bir başka filmi, The Manchurian Candidate’i anarak bağlamak isterim müsaadenizle. O filmde, ABD’nin büyük şirketlerinin, beynine çip yerleştirmek suretiyle, ABD Başkanı olmak üzere nasıl bir kukla yarattığı anlatılır.
Benim elimden Bush’un bu şekil, insan taklidi yapan bir maymun olduğuna inanmaktan başka bir şey gelmiyor. E, ismini taşıdığı babasının da bir zamanlar CIA Başkanı, ABD Başkanı gibi titrler şey ettirdiğini düşününce...
Eskilerde ABD bir halt yerdi, sonra onun filmi çekilirdi biliyorsunuz. Dikkatli nazarlarınızdan kaçmamış olsa gerek; bir süredir, önden filmi çekiliyor, sonra hadise gerçekleşiyor.
Vallahi neredeyse eminim. Bush insan taklidi yapan bir android filan...
Evet, hurray for the conspiracy theory! Yaşasın komplo teorisi!!! (Filmler bizi andı, sormayın!)
Yazının Devamını Oku