CHP Milletvekili Mehmet Bekaroğlu’nun TBMM yerleşkesinde bulunan 30 yıllık mimari ödülü almış Çinici Camisi’ne ilişkin soru önergesiydi. Bekaroğlu, TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın söz konusu caminin ihtiyacı karşılayamadığı için yıkılacağına dair sözlerini hatırlatarak, “Hem mimari hem de manevi açıdan önemli bir kültürel miras ve milli varlık haline gelen bir eserin yıkılma gerekçesi nedir?” sorusunu yöneltmişti.
Ben de soru önergesinden yola çıkarak şu soruları yöneltmiştim:
“ ‘Yetersiz kalması’ söz konusu değilse bir caminin, hem de tescil edilmiş, mimari ödülü almış güzel bir caminin yıkılması için başka ne gerekçe olabilir? Başbakan Binali Yıldırım’ın kamuya ‘israf’ uyarısı yaptığı bir dönemde TBMM Camisi’nin yıkılması ve yerine yeniden cami yapılması ‘israf’ olmayacak mı?”
Aynı gün, Başbakan Binali Yıldırım’a çok yakın bir yetkili aradı ve “yazını okudum, o cami yıkılmayacak” dedi. Ben, TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın ısrarcı olduğunu söyleyince de kurduğu cümlenin arkasında durdu ve Başbakan Yıldırım’ın TBMM Camisi’nin yıkılmasını istemediğini aktardı.
Sonuçta parayı veren hükümetti ve Başbakan razı gelmezse Kahraman’ın amacına ulaşması zordu. O nedenle nerede bu konunun konuşulduğuna denk gelsem, “Cami yıkılmayacak” demeye başladım.
“YIKMAYALIM TAŞIYALIM” FORMÜLÜ
Çok iddialı konuşmuş olmalıyım ki TBMM Başkanı İsmail Kahraman, tam 11 gün sonra TBMM Bütçe Komisyonu’nda bir muhalefet milletvekilinin “Camiyi yıkacak mısınız” sorusuna şu yanıtı verdi:
"Camiyi herkes soruyor. Giden de soruyor, gitmeyen de soruyor, içini görmeyen de soruyor, gören de soruyor. Cami yıkılmaz. Cami niye yıkılsın? Eğer ihtiyaca cevap vermiyorsa, bulunduğu arsa lüzumluysa taşınabilir, yıkılmaz. Cami hakkında spekülasyona lüzum yok, endişe etmeye mahal yok. Bizler cami yıkmayız, cami yaparız."
Van’a gitme nedenim, AK Parti Van Milletvekili Burhan Kayatürk’ün çabasıyla yapılan Helsinki Politika Forumu toplantısıydı.
İRANLILAR VAN’IN ÇEHRESİNİ DEĞİŞİYOR
Önce Van ile ilgili birkaç gözlememi paylaşmak isterim.
Hafta sonuna, dolayısıyla İranlı ziyaretçilerin yoğun olduğu bir güne denk gelmiştik. Hatay’da nasıl Suriyeliler varsa, Van’daki lokantalarda, alışveriş ortamlarında, otellerde de hissedilir bir İranlı nüfus vardı.
Kendi ülkelerinde kapalı kıyafetler giymek zorunda olan İranlı kadınların, Van’da son derece iddialı kıyafetlerle dolaşması, gözümden kaçmadı.
Alkol kullanımının yasak olduğu İran’dan gelen kadınlı erkekli genç nüfusun oluşturduğu talep, Van’da İstanbul, Ankara, İzmir ayarında barların ve eğlence mekanlarının açılmasına neden olmuş.
Sohbet ettiğim Vanlılar, İranlıların varlığından hem memnun, hem de rahatsız. Memnuniyetin nedeni, bir yılda Van’a gelen 500 bine yakın İranlının kentin ekonomisini ayağa kaldırması.
İstikametimiz Hatay. Gölbaşı’nı geçip Şereflikoçhisar üzerinden Aksaray’a varmıştık ki güneş doğudan yükselmeye başladı. Güneşin kızıllığı, Hasan Dağı’nın karla beyaza bürünmüş zirvesini, yükseltiler arasındaki ton farkını ve sis içinde belli belirsiz evleri de ortaya çıkarıyordu. Bu muhteşem manzarayı geride bırakıp bir süre daha alacakaranlıkta ilerledik ve Pozantı yakınlarındaki Şekerpınarı’nda mola verdik. Adana’ya, Mersin’e Hatay’a ne zaman karayoluyla geçsem orada dururum.
1. Dünya Savaşı öncesinde Berlin-Hicaz demiryolu projesi için yapılan taş köprü, dağı yarıp gün yüzüne çıkan o muhteşem su, masaları kuşatan yeşillikler ile sadece yemek değil “doğa molası” da vermiş olurum. Otoban (neredeyse üzerinden geçecek şekilde) inşa edildikten sonra eski havası kalmasa da hâlâ favori mola yerimdir.
BU SAYGI HİÇ BİTMEZ
Tam molayı bitirip yola çıkacaktık ki TIR’ların yol kenarında durması dikkatimizi çekti. Bazılarının şoförleri araçların yanında saygı duruşundaydı. Gayriihtiyari saate baktım. 9’u 5 geçiyordu. Günlerden 10 Kasım’dı. Ulu Önder Atatürk’ün 79’ncu ölüm yıldönümüydü. “Onları, bu ıssız yerde bunu yapmaya zorlayan mı var? Yapmasalar başlarına kötü bir şey mi gelir?” diye düşündüm. Elbette hayır...
Bir kez daha ülkedeki Atatürk sevgisinin büyüklüğünü ve samimiyetini hissettim.
Hatay’da ilk iş Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Hüseyin Yayman ile günlük planımızı yaptık. İlk ziyaret yerim Hatay Arkeoloji Müzesi oldu. İlk etabı açılmış. Hatay çevresindeki onlarca höyükte yapılan kazılardan getirilen arkeolojik buluntular başarılı bir kurgu ile sergilenmeye başlanmış.
Müzenin orta yerinde Şuppiluliuma heykeli duruyordu. Koca gözleriyle ziyaretçileri karşılıyordu. Aklıma Londra’da British Museum’da sergilenen İdrimi heykeli geldi. O da Hatay çevresindeki höyüklerde bulunup dünyanın en popüler müzesinde orta yerde sergileniyordu ve önünde kalabalık hiç eksik olmuyordu.
Bu yıl, anma törenleri öncesinde iki haber öne çıktı.
İlki, bazı AK Parti teşkilatlarının “10 Kasım’da Anıtkabir’deyiz” yazan pankartlarıydı.
Haber merkezlerine ülkenin değişik yerlerinden, özellikle de İstanbul’dan, vatandaşları 10 Kasım’da Anıtkabir’e davet eden AK Parti pankartlarının fotoğrafları düştü.
Konuyu CNN Türk’te ‘Parametre’ programında Ebru Baki ile konuşurken, Atatürk gibi bir ortak değerin muhafazakâr camia ve AK Parti tarafından da sahiplenilmesinden memnuniyet duyduğumu söyledim. Bu sözlerime sosyal medya üzerinden çok sayıda eleştiri geldi. Çoğu, AK Parti’ye muhalif olduğunu tahmin ettiğim izleyicilerden geliyordu. AK Parti’nin kamuoyunda artan Atatürk ilgisi ve sevgisini görüp, bu adımı attığını, samimi olmadığını savunuyorlardı. Bazı izleyiciler, AK Partililerin düne kadar ‘Atatürk’ sözcüğünü bile kullanmadığını hatırlatıp bu yıl gösterilen sevginin 2019 seçimleri öncesinde ihtiyaç duyulan geçici, konjonktürel bir sevgi olduğunu savunuyorlardı.
Twitter üzerinden gelen mesajlardan birini özellikle burada aktarmak istiyorum. Çünkü, son zamanlarda Atatürk’e, annesi Zübeyde Hanım’a yönelik hakarete varan açıklamaların muhafazakâr camiada yarattığı tepkiyi özetliyordu. Aynen şöyle diyordu ‘Parametre’ izleyicisi:
“Muhafazakâr düşünen, yaşamaya çalışan biri olarak, bu kadar hunharca eleştirilmesine canımız sıkılıyor. Artısıyla eksisiyle Atatürk bizim liderimiz.”
MUSK’IN ANITKABİR MESAJI
İkinci önemli haber, Amerikalı sansasyonel milyarder
Yaygın medyada çok ilgi görmeyen konuşmanın metni, dün elektronik mesajlarla yayıldı ama Milli Gazete ve bazı internet siteleri dışında yine ilgi görmedi. Baştan sona okudum. 19. yüzyıl sonlarından günümüze uzanan küresel gelişmelerin, savaşlarının ve diplomasinin dönüm noktalarını büyük bir ustalıkla özetleyen Gül, konuşmanın metnini akademik bir üslupla oluşturmuştu. Ancak bir gazeteci gözüyle bakınca güncel konularda doğrudan AK Parti hükümetine mesajlar verdiğini düşünmeden edemedim. Neden mi? Başlık başlık sıralamak isterim.
EVİN İÇİ DÜZENLİYSE GÜÇLÜ DIŞ POLİTİKA OLUR
Türkiye son zamanlarda dış politikada özellikle de ABD ve Avrupa Birliği ile ciddi sorunlar yaşıyor ve sorunlarının kaynağını söz konusu ülkelerde görüyor. Gül’ün bu konudaki tespitleri biraz farklı:
"Eğer bir ülkede güçlü demokrasi, güçlü ekonomi ve sağlam bir dış politika söz konusu değilse o ülkede karışıklıklar olur, bir ileri gidersiniz bir geri gelirsiniz...
“Dış politikasının güçlü olabilmesi için bir ülkenin önce evinin içinin düzenli olması lazım... ‘Evin içi’ dediğimde sağlam bir siyasi yapı, kuvvetler ayrılığına bağlı demokratik bir sistem, hukukun evrensel şekilde eşit uygulandığı bir hukuk düzeni, güven veren, ayrım yapmadan sadece haklı ve haksız ayrımı yapan temel hak ve özgürlüklerin evrensel anlamda garanti altına alındığı bir ülke kastediyorum.”
“Temel insan hakları, bütün bunların garanti altına alınması bir ülkedeki huzurun birinci şartıdır.”
ETKİ ALANI YUMUŞAK GÜÇLE SÜRDÜRÜLEBİLİR
Türkiye, son dönemde dış politikada hep askeri söylemlerle gündeme geliyor. Cumhurbaşkanı’nın bazen Suriye, bazen Irak’la ilgili konularda kullandığı “Bir gece ansızın gelebiliriz” sözü, Batı’da Türk dış politikasının yeni mottosu olarak görülüyor. Konuşma metnindeki bazı ifadeler, Gül’ün bu yaklaşımı doğru bulmadığını gösteriyor:
Nitekim, dün öğleden sonra ABD’nin Ankara Büyükelçiliği, daha önce konsolosluklarına göçmen olmayan vize başvurusu yapmış Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına mesaj gönderip, başvuruları yenilemelerini istedi. Türkiye’deki konsolosluklara “her kategoride vize başvurusu alabilirsiniz” talimatı verilirken, günlük randevulara sayı kısıtlaması getirildi. Kriz öncesinde 8 saat çalışan ABD Konsoloslukları bir süre sadece 2 saat hizmet verecek.
CİDDİ ENDİŞELERİ GİDERME KOMİTESİ
Türk ve ABD’li diplomatlarla dün yayınlanan yazıyı yazmadan önce yaptığım görüşmelerde, şu bilgilere ulaşmıştım:
18 Ekim 2017’de Türkiye’den ve ABD’den heyetler bir araya gelmişti. Heyetlerde Dışişleri, İçişleri ve Adalet Bakanlıklarının temsilcileri yer alıyordu. Görüşmelerde taraflar karşılıklı olarak dosyaları masaya koyarak kendi tutumlarını savundu. ABD tarafı başta papaz Andrew Grieg olmak üzere tutuklu ABD vatandaşları ile üç konsolosluk çalışanı hakkındaki davalarındaki gidişata dair “ciddi endişelerini” dile getirdi. ABD’li temsilciler ayrıca Türkiye’deki temsilciliklerinin güvenliği konusunda kaygılı olduklarını anlattılar. Türk tarafı ise ABD’deki İran asıllı Türk işadamı Rıza Zarrab soruşturması ile “korumalar davası” için duyulan “ciddi endişeleri” ortaya koydu.
VİZE KRİZİ ZİYARETİ GÖLGELEMESİN
Türk tarafı, komite kurup tarafların endişe duyduğu adli/hukuki dosyalar ile ABD temsilciliklerinin güvenlik sorununu masaya yatırmayı teklif etti. ABD heyeti bu teklifi kabul etti. Ankara, Washington’a ayrıca “Komite çalışırken vize kısıtlamasını sonlandıralım, Sayın Başbakan’ın ABD ziyareti vize sorununun gölgesinde kalmasın” teklifinde bulundu.
Bu teklif ABD tarafından kabul edildi.
“MISINTERPRETATION” MU SAPTIRMA MI?
Önce program hakkında biraz bilgi vereyim:
Yıldırım, 7 Kasım 2017 akşamı Washington’a varacak. O gece dinlenecek ve 8 Kasım 2017 günü ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence ile görüşecek.
PENCE, HEM VEKİL HEM YALNIZ
Yıldırım’ın ABD ziyaretinin en önemli ve tek siyasi randevusu Pence ile. Başkan Yardımcısı, Yıldırım ile Başkan Trump’ın vekili olarak görüşecek, çünkü Yıldırım Washington’dayken Trump ABD dışında olacak.
Yıldırım’ın gitmişken dosyasındaki konuları görüşmek isteyebileceği ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson da Başkan Trump’a eşlik edeceği için Washington dışında. Bir diğer önemli isim, ABD Savunma Bakanı James Mattis ise NATO toplantısı için Brüksel’e gidecek.
Yıldırım, Washington’da ayrıca Türk ve akraba topluluklar ile ABD’deki Müslüman toplumunun liderleriyle buluşacak.
Washington’dan ayrılmadan önce basın toplantısı yapacak olan Yıldırım, toplantıya Washington’ın en önemli gazetecilerinin davet edilmesi için talimat vermiş.
YAHUDİ LOBİSİNE VARLIK FONU TANITIMI
İlanı okuduğumda ilk anda Peter Blatty’nin “The Exorcist–Şeytan” romanındaki başkahraman Peder Joseph Dyer gibi birini aradıklarını düşündüm. Peder Dyer’in 12 yaşındaki Regan adlı kızın içindeki şeytanı çıkarmaya çalıştığı sahne aklıma gelince de tüylerim diken diken oldu.
Haberlerde, çağrışımı nedeniyle ürkütücü de bulduğum ilanın “Kur’an ve Sünnet ışığında Şeytanla mücadele edecek insan eğitimi” başlıklı doktora tezini yazan akademisyen için adrese teslim verildiği iddia edilmişti.
Akademik makalelerin toplandığı internet siteleri ile YÖK’ün internetten erişilebilen “tez merkezi”ne baktım. Gerçekten de bu başlıkta çok fazla akademik çalışma bulamadım. “Hadislere göre şeytan”, “Ayet ve hadislerde şeytan” gibi makaleler çoktu ama ilandaki başlığa uyan tek bir doktora tezi vardı.
137 sayfalık tezi açıp okudum. Özetle söylemek gerekirse şeytanın, insanı doğru yoldan çıkaracak, harama, günaha sevk edecek, ibadetini engelleyecek faaliyetlerine dikkat çekiyor ve insanın şeytanla en iyi mücadele şeklinin “dini ve ahlaki açıdan doğru yerde (haramdan ve günahtan uzakta) durmak” olduğunu anlatıyordu.
SARAÇ: KUL HAKKI BOYUTU VAR
Bazı akademisyenler, üniversite yönetimlerinin kendi istedikleri kadrolarla çalışma arzusunu “özerk üniversite” açısından bir hak olarak niteleyebiliyor. Ancak, bu şekilde adrese teslim kadrolar da bir eşitsizlik ve haksızlık yaratıyor.
Dün sabah, ilk iş YÖK Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç’ı aradım ve “Hocam, kim haklı? ‘Birlikte çalıştığımız kadroları alma hakkımız var’ diyenler mi? Bunun bir adaletsizlik olduğunu düşünenler mi” sorusunu yönelttim. Yanıtını aynen aktarıyorum:
“Yönetim ve idari işler söz konusu olduğunda üst yöneticiler kriterleri yerine getirmeleri şartıyla kendi ekipleriyle çalışmak isteyebilir. Ancak burada ‘akademik liyakat’ söz konusu ve daha nesnel davranılması gerekiyor. Alt uzmanlık arayabilirsiniz ama burada kamuoyunu yaralayan şey, Türkiye’de, hatta tez başlığı verilmek suretiyle yeryüzünde sadece bir kişiye uyan ilanlar verilmesidir. Bu tür ilanlar akademiye zarar vermektedir. Olayın başka bir boyutu da var. O da ‘kul hakkı’dır. Burada devletin bir kadrosu, yani eve götürülecek ekmek, rızık söz konusudur. Hak eden biri dururken hak etmeyen biri o kadroyu alırsa kul hakkı yenmiş olmuyor mu? O nedenle basına yansıdığında, öğrendiğimizde bu tür ilanları hemen iptal ediyoruz.”