Cüneyt Ülsever

Yargı herkese aynı mesafede olmak zorunda değil mi?

1 Kasım 2004
<B>TÜRKİYE’</B>nin <B>temizlik mücadelesi </B>devam ediyor! <B>Yargıtay</B>’da bazı hákimlerle <B>MİT-mafya </B>arasındaki bozuk ve tuhaf ilişkiler gündeme damgasını vurdu. Bunları temizlemeden ayakta durmak mümkün mü? Hakkındaki iddialar ayyuka çıkan kimi üyeler yüzünden Yargıtay’ın aynı anda hükümete, TBMM’ye ve medyaya verdiği muhtıra da, galiba geri tepti.

* * *

Bugün size yargıdaki tutarsızlıklara bir örnek vereceğim. Yargı, aynı konuda bir kişiye başka, diğer kişiye başka muamele yapabiliyor.

Üstelik, yargının gadre uğrattığı kişi, vereceğim örnekte, sade vatandaş değil, yargı erkinin bir parçası!

* * *

Yargıtay Genel Sekreter Yardımcısı Ercan Yalçınkaya’nın yeraltı dünyası ile içli dışlı olduğu iddiaları, somut gerekçeler ile ortaya çıkınca Yargıtay bu kişiyi soruşturma kapsamına aldı.

Soruşturma kapsamına alınan her kişi her meslekte açığa alınır ve soruşturma sonuna dek kendisine hiçbir yetki verilmeden açıkta bekletilir.

Ercan Yalçınkaya’ya ne yapıldı?

Yalçınkaya Kazan savcısı yapıldı!

Şimdi hakkında iddianame hazırladığı bir Kazanlı, ‘Sen önce kendin aklan gel!’ dese, bilmem ne der?

* * *

Öte yanda, eski Kayseri/Yeşilhisar Cumhuriyet Savcısı İsmet Tuncer için 23.05.2000 tarihinde arazi mafyasından, kendilerine 110 trilyonluk bir menfaat sağlama karşılığında, sadece 8 milyar TL rüşvet aldığı iddiası ile dava açıldı ve kişi tutuklandı, 8 ay hapiste yattı.

Kayseri’deki davasına bisikletle giderek protesto yaptığı için basında Bisikletli Savcı olarak tanınan İsmet Tuncer, davası sürerken açığa alındı mı?

Hayır, o meslekten atıldı!

Hem de dava açılmadan evvel!

* * *

Son dönemde Neşter-2 skandalı çerçevesinde, oğlunun da ilgilendiği bir davada, diğer hakimlerin iddiasına göre yönlendirme yapmaya çalışan Yargıtay üyesi Ergül Güryel’in başkan vekilliği yaptığı Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), savcı İsmet Tuncer’in davası henüz başlamadan 36 gün evvel, 17.04.2000 tarihinde aldığı karar ile Tuncer’e ‘meslekten çıkarma cezası’ vermiş!

Kararda aynen şöyle deniyor:

‘...isnat olunan soruşturma maddelerinin sübuta erdiği anlaşılmış olmakla mevcut deliller karşısında (delillerin isnat edilen suçu ispat etmiş olması nedeni ile)...’

HSKY’nin rüşvet suçunun ispat edildiğine kanaat getirdiği dava ise 5 yıldır sürüyor!

Hálá sonuçlanamadı!

İddianamede delil, diğer bir savcının sözlü iddiası!

Savcı’ya rüşvet verdiği iddia edilen Muharrem Kılıç ise Bursa’da tutuklu iken salıverilmiş, bu dava nedeniyle aranıyor ama bir türlü bulunamıyor!

Savcı Tuncer; HSYK tarafından meslekten men edildiği için ‘hakim, memur veya avukatlık’ da yapamıyor.

5 yıldır işsiz, HSYK kararına itiraz da edemiyor.

Karşısına Anayasa’nın 159. maddesi çıkıyor!

(Çarşamba günü ‘Anayasa 159’ hakkında yazacağım.)
Yazının Devamını Oku

Bush mu, Kerry mi?

30 Ekim 2004
<B>SADECE </B>kendi ülkesinde -ülke dışında üretim yapan ABD kökenli ulusötesi şirketler hariç- dünyadaki üretimin <B>% 27</B>’sini sağlayan <B>ABD</B>’nin başkanının, aynı zamanda dünyanın da <B>ağa babası </B>olacağı bilinciyle, yerkürenin her köşesinde hemen herkes ABD seçimlerini kimin kazanacağını merak ediyor, çeşit çeşit fikirler üretiyor. Son ana dek kimin kazanacağı belli olmadığı için de ‘Bush mu, Kerry mi’ sorusu diğer seçimlerden daha fazla merak uyandırıyor.

Dünya halkları arasında Kerry’i tercih edenler muhakkak ki çoğunlukta. Zira şöyle bir kanı var:

Kerry, Bush’tan kötü olamaz; zira Bush’tan kötüsü yoktur!

* * *

Benim ise kafam karışık.

Ben şarap sınayan Bektaşi gibi düşünemiyorum.

Zira, Kerry’i ne biz, ne de Amerikan halkı doğru dürüst tanıyabildi. Kerry ortaya somut politikalar koyamadı.

Şu an itibarıyla seçimlerin hálá ortada olması, bana göre ne demek istediğimin açık göstergesi.

* * *

Bush
Irak Savaşı’nı yüzüne gözüne bulaştırdı.

ABD her gün yeni şehitler veriyor.

Ekonomideki durgunluk bir ara düzelir gibi oldu; ama ABD’de işsizlik sorunu çözülemedi. İstihdam artmıyor.

Petrol fiyatlarındaki tarihi artış, hayatları binek arabaları tarafından şekillenen ve dünyanın en ucuz benzinini kullanmaya alışmış ABD orta sınıfının belini fena büküyor.

Kısacası, ABD tarihinin en şanssız ve başarısız addedilen başkanlarından birisi Bush!

Herhangi bir rakibin Bush’a fark atması gerekirdi.

Ama olmadı; Kerry kim olduğunu, politikalarının ne olduğunu anlatamadı.

* * *

Bugün itibarıyla John Kerry’nin bizi en çok ilgilendiren yönü, Irak politikası.

Bu politikanın ne olduğunu bilen varsa beri gelsin.

Savaşa devam mı edecek?

Savaşa devam etmeyecekse; 2025 yılına dek ABD’nin enerji tüketimi içinde ithalatın payını nasıl % 55’ten % 70’e çıkaracak?

Bu pay artırımını sağlayamazsa nasıl ABD Başkanı olarak kalacak?

Hadi diyelim ki her şeyi göze aldı; ABD askerini Irak’tan çıkardı, Irak’ta iyice çığrından çıkacak kaosun Türkiye’ye etkisi ne olacak?

BM’den yardım isteyecekse, Almanya, Fransa, Rusya ve Çin’e petrol konusunda taviz vermeden BM yardımını nasıl alacak? Bu tavizleri verecek mi?

Zaten bu savaş bir paylaşım savaşı değil mi?

Ortadoğu’daki petrolü denetlemek, dev adımlarla büyüyen Çin’in çevresini sarmak, Irak ve Afganistan savaşlarının ana nedenlerinden değil midir?

İstisnasız her başkan döneminde ABD’nin savunma bütçesinin bütün Avrupa ülkelerinin savunma bütçesinden büyük olduğunu Kerry bilmez mi?

Kerry bu politikalardan vaz mı geçecek? Vazgeçer ise ABD nasıl emperyal devlet olarak kalacak?

* * *

Ben ‘Bush mu, Kerry mi daha hayırlı olur?’ sorusunun cevabını bilmiyorum!
Yazının Devamını Oku

Fransa ikna oldu mu?

28 Ekim 2004
<B>FRANSA Cumhurbaşkanı Jacques</B> <B>Chirac</B>’ın Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesi için artık itiraz etmeyeceği belli oldu. Ancak, ben 17 Aralık’ta Türkiye’ye düz ve berrak bir ‘evet’ deneceğini zannetmiyorum.

Galiba karar, ‘Türkiye’ye müzakere tarihi verilsin ‘ama’...’ diyen ibare ile başlayacak.

İleride sürekli ‘pazarlık’ konusu edilecek başlıklar ‘ama’ sözcüğünün ardından sıralanacak.

* * *

Avrupa’da Türkiye’nin AB içine alınmasını hazmetmeyen kesimler var. Bunlar kültürel farklılıkları, din ayrımını, Türkiye’nin nüfus yoğunluğunu, kamuoyu tepkilerini vb. nedenleri ileri sürüyorlar.

* * *

Ancak, işin başka bir boyutu da var!

Bence Fransa’nın elebaşı olduğu bir ekip ‘Türkiye meselesinde’ mümkün olduğunca pazarlık gücünü de kullanmak istiyor.

Avrupa bir sürü konuda ABD’den rahatsız.

Ancak, ABD’nin cüssesi de bir gerçek.

Örneğin, ABD’nin bu yılki savunma bütçesi -Kongre’den ilave 70 milyar dolar istenmeden önce bile- AB ülkelerinin tümünün ezelden beri savunmaya ayırdıkları bütçe payından yüksek.

ABD’nin sadece bu yıl yaşadığı bütçe açığı, AB ülkelerinin toplam bütçesinden mislisiyle büyük.

AB ülkeleri, bu gerçek karşısında ABD’yi tıpkı demirden bir leblebi gibi ne yutabiliyorlar, ne de tükürebiliyorlar.

Herkes ABD ile gücü ve geleneği oranında pazarlık yapıyor.

Ancak, ABD karşısında en dik duruşu Fransa sergiliyor!

ABD’ye her konuda mesafeli duruyor ve hemen her konuyu sıkı pazarlık konusu yapıyor.

Özünde bir ‘Petrol Savaşı’ olan Irak Savaşı da tüm Avrupa ülkeleri ve dahi Rusya, Çin, Hindistan açısından onların dünyadaki petrol payını azaltmaya ve haliyle ABD’nin payının büyümesine yönelik bir gayret.

Çoğunluğu BM’nin temel üyesi olan bu ülkeler, savaşa bu açıdan baktıkları için Irak konusunda BM’yi tıkıyorlar; ama aralarında en gözü kara yine Fransa!

* * *

Bu açılardan bakıldığında Fransa, Türkiye’nin AB üyeliğine, diğer değerlendirmeler yanında, ABD’nin içlerine sızdıracağı bir Truva atı olarak da bakıyor!

Bizim, nüfusumuz gereği, AB Parlamentosu’nda kazanacağımız büyük temsil oranıyla hep ABD’nin dümen suyunda gideceğimizi düşünüyor.

* * *

Chirac, ‘Benim kalbimden geçen tam üyelik şartlarını yerine getirdikten sonra Türkiye’nin AB’ye girmesidir. Bu hem AB’nin, hem de Türkiye’nin yararınadır’ diyor.

Fransa’nın Türkiye’yi tamamen AB dışına itip, Ortadoğu’da ABD’nin kucağına itmesi düşünülemez.

Ancak, Fransa’nın içeride Almanya ama özünde ABD önünde, Türkiye kartını sonuna dek ve daha uzun yıllar kullanacağından hiç şüphe etmemek gerekir.

* * *

17 Aralık’ta önümüze konacak ‘ama’ların Türkiye’yi epey karıştıracağını düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku

Azınlık raporu hakkında hükümet ne düşünüyor?

27 Ekim 2004
<B>HÜKÜMET </B>adına<B> </B>konuşan <B>Abdullah Gül</B>, <B>Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu</B>’nun yaptığı <B>şekil şartı yanlışlarını </B>sıraladı. Azınlık Raporu’nu yazanlara çok kızdığını anladık.

Gül; Kurul’un hukuki boşluğundan dem vurdu,rapor hazırlamak için yetki almadığını söyledi, raporun kendisine verilmeden basına açıklanmasını yadırgadığını belirtti, Kurul kendisine bağlı olduğu için ‘olur’ imzasının alınmadan açıklanmasını ise hoş karşılamadığını söyledi.

* * *

Şekil şartı açısından dile getirilen eleştirilere Kurul üyeleri de birer birer cevap verdiler.

Onlar da; ilgili kanun gereği kurulduklarını, tüm üyelerin Başbakanlık tarafından 2 yıl önce atandığını, yine ilgili kanun gereği Kurul’un kimseden izin almadan rapor hazırlama yetkisine sahip olduğunu, rapor ‘danışma’ görevi gördüğü için Bakan’dan onay alınmasına gerek olmadığını söylüyorlar.

* * *

Şekil şartları açısından tartışma sadece hükümet ile Kurul arasında değil, Kurul’un kendi içinde de devam ediyor.

Ancak, şu ana dek ne Abdullah Gül’den, ne de hükümetin diğer üyelerinden Azınlık Raporu’nun içeriği hakkkında detaylı hiçbir görüş alamadık.

* * *

İçerik ile ilgili sorulara ‘Rapor bize gelmedi ki, içinde ne olduğunu bilelim’ mealli cevaplar verildi.

Ben de bu tip cevapların futbol tabiri ile ‘topu taca atmak’ olduğunu düşündüm.

Hükümet iki arada bir derede!

Aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık!

Bana göre raporun tabuları yıkan yaklaşımından ürktüler, iç müşteri gereği rapora sahip çıkamadılar. Öte yanda, raporun özünün Kopenhag Kriterleri’ne uygun olduğunu biliyorlar, bunun için de dış müşteriyi ürkütmemek için raporun içeriğini de resmen reddedemiyorlar.

* * *

Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Abdullah Gül’e bağlı çalışıyormuş, Gül sadece bir toplantıya katılmış, randevu da vermemiş.

Rapor adı üzerinde ‘danışma’ raporu, hükümetin raporu onaylaması veya reddetmesi söz konusu değil.

Ama hükümetin, hele hele kendisine bağlı olduğu için Abdullah Gül’ün raporu inceletip, içindeki tespit ve önerileri teker teker eleştirmek en doğal hakkı.

Gül şu ana dek bunu yapmadı!

Hükümet iki arada bir derede kaldığı için; Gül içeriğe yönelik detaylı eleştiri yapmaktan kaçınıyor.

* * *

Sorulan bir soru üzerine Adalet Bakanı Cemil Çiçek rapordaki içeriğin özünü yadırgadığını, tasvip etmediğini söyledi.

Ancak, raporda yer alan azınlık tarifi, devletin sadece resmi dili olur savı, alt-kimlik üst-kimlik ayrımı, çok-kültürlülük yaklaşımı Cemil Çiçek’in hararetle savunduğu Kopenhag Kriterleri’nin de özünü oluşturuyor!

* * *

Hükümet Azınlık Raporu’nun içeriği hakkında ayrıntılı bir açıklama yapmadığı sürece, benim gibi anlayışı kıt insanların kafası karışmaya devam edecek!

Hükümet nereye payidar?
Yazının Devamını Oku

Yargıtay ve dokunulmazlıklar

25 Ekim 2004
<B>YARGITAY’</B>ın <B>TBMM,</B> <B>hükümet</B> ve <B>medyaya</B> verdiği <B>muhtırada</B> yer alan şu cümlenin hukuk adamları tarafından yazıldığına inanmak çok zor: ‘Bakan, milletvekili, TBMM Komisyon Başkanlığı gibi önemli devlet sorumluluğu olan kişilerin, yargı ve Yargıtay hakkındaki yakışıksız ve sorumsuz açıklamalara, bir kısım kurum ve kuruluşların, basın ve yayın organlarının da kişisel ikbal ve istikbal ya da ekonomik çıkar uğruna katıldıkları saptanmış, bu olumsuzluklar Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nca esefle karşılanmıştır.’

Yargıtay suç unsuru taşıyan bazı konuları ‘saptıyor’ ama ortaya delil koymuyor, ayrıca hiçbir işlem de yapmıyor!

Hukuk Fakültesi’nde ders veren hocalarımıza soruyorum:

Bu cümle bir sınav káğıdına delilsiz yazılsa idi, nasıl bir not verirdiniz?

* * *

Ayrıca insan sormadan edemiyor: Özkaya’nın sağ kolu Yargıtay Genel Sekreter Yardımcısı Ercan Yalçınkaya’nın yeraltı dünyası ile kurduğu söylenen ilişkiler şu anda soruşturma kapsamında değil mi? Kişi, ne hikmetse savcı yapılsa da, Yargıtay’daki görevinden ayrılmak zorunda kalmadı mı?

* * *

Ünlü Neşter-2 skandalı ile ilgili olarak hákimlerin verdikleri ifadelere göre, Yargıtay üyesi Ergül Güryel, avukat olan oğlunun da ilgilendiği bir davada hákime belli bir yönde oy kullanması karşılığında kendisini Yargıtay’a seçtirme vaadinde bulunmadı mı?

* * *

Yargıtay son dönemde ne kadar yıprandığının farkında değil mi?

Bu konuda bir ‘kamuoyu araştırması’ yaptırmayı düşünürler mi?

* * *

Bana öyle geliyor ki, hukuk alanında aklı selimi yitirdiğimiz bir dönem yaşıyoruz.

Allah razı olsun, birileri son dönemde hukuka da bulaşmış cerahatın ortalık yerlere dökülmesine vesile oluyor, bu durum da bazılarının paniklemesine neden oluyor.

Hadi hükümete küstüler, medyaya sinirlendiler ama en üst hukuk kurumunun TBMM’yi açıkça zan altında bıraktığı, hatta aba altından sopa göstererek tehdit ettiği fazla örnek var mıdır?

* * *

Bu köşeden Adalet Bakanı Cemil Çiçek’e açıkça sesleniyorum:

Siz, hem adı geçen kurumun siyasi sorumlusu, hem de bu kurumun suçladığı TBMM ve de hükümetin bir üyesisiniz.

Göreve geldiğiniz günden beri dokunulmazlıkların siyasi alan dışında bürokrasi ve hukuk içinde de bir sürü alanı kapsadığını, bunun için de topyekûn kaldırılması gerektiğini söylüyorsunuz.

Bu görüşünüzle çoğunluğun desteğini de aldınız.

Ancak, bu konuda şu ana dek hükümet olarak harekete geçmediniz!

Zaman bu zamandır!

Topyekûn dokunulmazlıkların kaldırılması için şu yaşadıklarımızdan daha iyi bir fırsat olamaz!

* * *

Lütfen harekete geçiniz, yoksa topyekûn yıpranıyoruz!
Yazının Devamını Oku

‘Türkiyelilik!’ palyatif bir kavram

23 Ekim 2004
<B>NEREDEYSE ‘vatan haini’</B> ilan edilen <B>Azınlık Raporu</B>’na sahip çıkıyorum. Raporun özü doğru ve ülkenin temel tabularından birkaçını birden sarsıyor.

Bana göre, eleştiriler bile, seviyesiz olsalar dahi, esasında ülke sağlığı açısından olumlu gelişmeler.

Artık cerahat ortalık yerlere saçılıyor!

Ancak, ruhuna sahip çıktığım raporda bir kavram var ki; ben de sahiplenemiyorum. Bu konuda önceleri de yazmıştım. Görüşlerimi tekrarlamak mecburiyeti doğdu.

* * *

Deniyor ki; Türk kavramı hem alt, hem üst kimliği tarif edemez.

Türkiyelilik kavramı üst kimlik olarak öneriliyor.

Ben bu öneriye katılmıyorum.

* * *

Kabul; bazıları yıllarca Türklüğü tek kimlik olarak ve ırkçı bir söylemle dayattı.

Bu dayatma, Kürtlüğün inkárı uğruna yapıldı ve Kürt insanımızı rencide etti.

Ancak, yerine Türkiyelilik önerilince ne değişiyor, ben anlamıyorum.

Türkiyelilik de bu toprakların Türkiye olduğunu ve Türklere ait olduğunu söylemiyor mu?

Üstelik, kavram palyatif/uyduruk olduğu için tutmuyor da!

Savunanlar bile söylerken zorlanıyorlar.

Zira kelimenin içinde her kelimeye kültür tarihinin yüklediği ve ortak kabul edilen sembolik anlam yok.

Nasıl ki; İngilizce’de ‘flag’ kelimesi ile Türkçe’de ‘bayrak’ kelimesinin anlamı aynı olsa dahi iki kelimenin taşıdığı sembolik anlam Türkler için Amerikalılara göre çok farklıdır; ortak duyguları ifade eden kelimeler aynı sembolik anlamı taşımak zorundalar.

Türkiyelilik yıllardır teklif edilmesine rağmen ortak sembolik anlam kazanamadığı için bir türlü tutmuyor.

Uyduruk kalıyor! Zira öyle!

* * *

‘Türk’ kavramı, birileri ona ırki anlam yüklemeye çalışsa dahi; Türkiye’ye gönül bağı ile bağlı olan herkesi ama herkesi kavrıyor.

İsrail’e yerleşmiş ve çifte vatandaş statüsüyle İsrail vatandaşı da olmuş Yahudi-Türklerin ‘biz Türküz’ derken gözlerinin nasıl dolduğunu gördüğünüz zaman, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.

Bana göre Türklüğü en iyi tarif eden söz ‘Ne mutlu Türküm diyene’ -dikkat edin ‘Türk olana’ değil- sözüdür.

Türk olmak için bunu demek/söylemek, sadece ve sadece gönül bağı kurmak yeterlidir.

* * *

Alt ve üst kimliği bir arada yaşatmanın en doğru yöntemini sanırım Anglosakson gelenek bulmuş.

Ait olunan ülkenin önüne alt kimlik tarifini koyuyorlar.

Buna göre bizler kendimizi Yahudi-Türk, Ermeni-Türk, Rum-Türk, Kürt-Türk, Laz-Türk, Türk-Türk (yani sadece Türk), Göçmen-Türk (ben kendimi bu gruba sokuyorum) vb. olarak tarif edebiliriz.

* * *

Herkes bir yerde mutlaka azınlıktır; ama gönül bağı kuran herkes Türk’tür!

Yazının Devamını Oku

Azınlık raporu turnusol káğıdı

21 Ekim 2004
<B>BAŞBAKANLIĞA </B>bağlı oluşturulan <B>‘Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu’</B>nun yayınladığı rapor ülkede büyük tartışma yaratacak ve önemli bir işlem görecek. Bu rapora verilen tepkiler ‘kimin kim olduğunu’ ayan beyan ortaya koyacak.

Rapora şimdiden verilen tepkiler, rapora turnusol káğıdı özelliği kazandırdı.

Ülkede, geriledikçe faşizan bir eğilime süreklenen statükocular ile ülkenin artık değişmesi gerektiğini düşünenlerin ayrımının çok net yapılabileceği bir metin bu.

* * *

Prof. Dr. Baskın Oran
’ın şu ifadesiyle raporun özü oluşuyor:

‘Azınlık, çoğunluktan kendini farklı hisseden ve bunu kimliğinin vazgeçilmez unsuru sayan kişidir. Varsa vardır, yoksa yoktur. Devlet, sadece, hak verecek mi vermeyecek mi ona karar verir.’

Raporun bölücülük yaptığını, ülkenin birlik ve beraberliğini bozduğunu, Türkçe’yi reddettiğini iddia edenler var.

Oylamanın yanlış yapıldığını, raporun devlet parası yenerek hazırlandığını, Başbakanlığın görüşlerini ifade etmediğini söyleyenler de var.

Hatta, mahkemeye gideceklerini iddia edenlere dahi rastlamak mümkün.

* * *

Ben bu görüşlerin veya saptamaların doğru veya yanlış olduğunu tartışmayacağım.

Ancak, raporu akıl ceplerindeki tek şablon gereği ‘vatan haini’ ilan etmeye niyetlenen statükoculara iki sözüm var:

* * *

Eğer, ülkenin bağımsızlığını ve yapısını 21. yüzyılda da, haklı olarak özünde bir pazarlık ve karşılıklı taviz metni olan Lozan Antlaşması ile tarif etmekte ısrarlı iseniz:

a) Azınlıkların sadece dini azınlıklar olduğunu, dolayısıyla asli unsurun sadece Müslümanlardan oluştuğunu kabul edip ülkenin laik cumhuriyet olduğunu reddetmek zorundasınız.

Tek hukukluluğu inkár ediyorsunuz.

b) Herkesin bir yerde ve şekilde azınlık olduğu dünyamızda, AB raporunun kastettiği şekilde Kürtlerin sosyolojik azınlık olduğunu kabul etmez ve karşılık olarak Lozan Antlaşması’nı öne sürerseniz, Kürtlerin çoğunlukla Müslüman olması gerçeğinden hareketle, onları Lozan mantığıyla asli unsur saymak ve buna göre Kürtçe’yi de, talep geldiğinde resmi dil olarak kabul etmek mecburiyetindesiniz.

* * *

Buna göre; ben de statükocuların Müslümanlığı asli unsur sayan -şeriatçı demesem de- laiklik karşıtları olduğunu, ayrıca Kürtçe’nin resmi dil olmasının önünü açarak bölücülük yaptıklarını söylersem, yanlış mı yapmış olurum?

Raporun azınlık tarifi, sadece AB’nin değil, hedeflediğimiz muasır medeniyetin 21. yüzyılda ulaştığı tariftir.

Ya kabul edersiniz, ya da etmezsiniz!

Böylece ne olduğunuz ortaya çıkar!

* * *

Not:
Başbakanlık Azınlık Grubu Raporu’nda yer alan ‘Türkiyelilik’ kavramına eskiden beri karşıyım. Görüşlerimi cumartesi günü yeniden açıklayacağım.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs’ta ne oluyor?

20 Ekim 2004
<B>STATÜKO; </B>Türklerin olduğu her<B> </B>ortamda irtifa kaybetmeye devam ediyor.<br><br>Onlar, <B>6 Ekim 2004 </B>günü tedavülden kalktılar! Dikkat edin; statükocu üç beş yazar, topyekûn kaybettiklerini bildikleri için, artık işi alenen faşizim propagandasına çevirdiler, ‘adı bizde gizli emekli paşalar’a zahmet edip fikir soran kalmadı, bizzat darbeciler darbelerden şikáyet eder vaziyete geldiler, zamanında yediği postal darbesi sonucu her derde çare olarak postalı gören profösörü artık kaale alan yok, dünyada yıkacağı devletin himayesinde yaşayan ilk sosyalist liderin; değil fikirlerini, sağ olup olmadığını dahi merak etmiyorlar.

Statükonun içine düştüğü yalnızlığın şahikasına ise; KKTC’de Rauf Denktaş’ın torununun, dedesini yok sayıp, Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu alması ile ulaşıldı.

Hem de ne için? Beleş okumak için!

* * *

Statükonun sığındığı son gerekçelerden birisi de referandumda ‘evet’ çıkmasına rağmen, AB’nin halen KKTC için somut adımlar atmamış olmasıdır.

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye alınmasından önce Helsinki’ye gitmeyerek antlaşmaya engel olan, KKTC’de sadece kendi borusu ötsün diye Klerides’e, kendi ifadesi ile, ‘hayatının hediyesini’ veren statüko şimdi utanmadan ve sıkılmadan Rumların ortaya koyduğu engellerden şikáyet ediyor.

* * *

Ancak, bu beylerin gözlerden uzak tutmaya çalıştıkları noktalar var:

1) Refarandumda ‘evet’ çıkmasa idi, öldüm Allah AB’nin 6 Ekim Türkiye raporu ‘olumlu’ olmazdı. Türkiye, katiyen AB’den müzakere tarihi alamazdı.

2) AB’nin KKTC’de somut adım atabilmesi için önce KKTC’yi tanımayan ve dahi amborgo koyan BM’nin Güvenlik Konseyi Kararı’nın değişmesi/yumuşaması lazım. AB tek başına adım atamaz. Bunun için de BM Genel Sekreteri’nin hazırladığı raporun Güvenlik Konseyi’nde onaylanması gerekli. Belli ki bu konuda da 17 Aralık bekleniyor.

3) Sadece 1 Mayıs sonrası Yeşil Hat Tüzüğü’nün hayata geçmesi ile AB vatandaşlarının Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinden KKTC’ye serbestçe geçebilmesi sayesinde hem turizm, hem de ona bağlı olarak inşaat sektöründe başlayan kıpırdanma KKTC’ye kişi başına 2.000 dolar ilave gelir sağlamış. 5.000 dolarlık kişi başna milli gelir 7.000 dolara çıkmış. (Kaynak: KKTC Başbakanı Mehmet Ali Talat: Hürriyet: 19.10.2004)

* * *

Ambargo bir yana; yine de KKTC’nin en başarısız olduğu konunun ekonomi olduğunu bizzat Rauf Denktaş da kabul ediyordu.

Gerçekten; son yıllarda KKTC’nin eğitim seviyesi çok yüksek vatandaşlarının gözlerinin feri solmuştu.

Statüko; KKTC’ye bir şeyler vermek istiyor olsa idi, Ada’nın dünyaya entegrasyonu için çalışırdı. Tersine, Ada ve TC’deki gericiler ayaklarına gelen nimeti Helsinki’de teptiler. Sadece kendi yandaşlarının çıkarlarına çalıştılar. KKTC’nin bugün ulaştığı merhale ‘onlara rağmen’ ulaşılmış bir merhaledir.

* * *

KKTC’nin önü 17 Aralık sonrası daha da açılacaktır.

Kimse merak etmesin, KKTC doğru yoldadır.
Yazının Devamını Oku