Cengiz Özdemir

Başbakan Erdoğan ve 'bürokratik oligarşi'

13 Mart 2007
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan'ın "bürokratik oligarşi" yakınmalarını unutmadınız değil mi? İşte bu nedenle, hatırlatmamı özellikle kendisine iletmek istedim.

Bu yazı kamuoyu için de bir ikaz.

Özellikle de Türkiye Büyük Millet Meclisi için.

İkazım, Yunus Emre Vakfı'na ilişkin olacak.

Yasa tasarısı bugünlerde Meclis gündeminde.

Bu yasa, "jet hızıyla" geçenlerden olmamalı; enine boyuna tartışılmalı.

Nedir bu vakıf, diyenler için biraz açayım.

Almanların Goethe Enstitüsü var.

Tam 81 ülkede 142 kültür merkezi açmış.

Ya da İspanyolların Cervantes'i.

O çok daha yeni bir örnek.

Almanlar 1951'de kurmuşlar; İspanyollar 1991'de.

Cervantes'in de ülke dışında 60 kültür merkezi açtığını ekleyeyim.

Yunus Emre Vakfı da bunların bir benzeri olarak tasarlanmış.

Türk dilini, dolayısıyla kültürümüzü ve ülkemizi tanıtacak.

Kültür ve Turizm Bakanlığı, bu proje üzerinde 3.5 yıldır çalışıyor.

Konunun yurtdışında da yıllardır tartışıldığını biliyorum.

Avrupa baskılarımızın yayın yönetmeni Kerem Çalışkan'la uzun uzun konuştum.

Prof. Dr. İlber Ortaylı'yla da.

Önce, Yunus Emre adının olabilecek en doğru ad olduğunu kabul edelim.

Ancak bana göre, bizim organizasyonumuz da "enstitü" adını taşımalı.

Vakfın adı, "Yunus Emre Enstitüsü" olmalı.

Tüzel kişiliği vakıf olabilir.

Ancak isminde ve çalışmalarında bir enstitü olduğu öne çıkmalı.

Merkezi İstanbul olmalı; Ankara değil.

Yasa tasarısını okuyunca ciddi bir hayal kırıklığına uğradım.

Mütevelli heyeti, yönetim kurulu ve şubelerinin açılacağı şehirlerdeki koordinasyon kurulları ile buram buram devlet kokan, kamu kokan bir havaya büründürülmüş.

Bakanlık Müsteşarı Mustafa İsen’le konuştum.

Üç buçuk yıl çalıştıklarını, dünyadaki örnekleri incelediklerini, kurumun yarınlarda hayatını sürdürebilmesi için bu yöntemi bulduklarını söyledi.

Buldukları yöntemin, Türkiye şartlarının sonucu olduğunu da ekledi.

Bulunan yöntem şu: Mütevelli heyette 6 bakan ile Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı var.

Kısacası, imza ve para koyacak herkes taltif edilmiş!

Yönetim kurulunda ise kamudan bir müsteşar, üç genel müdür, bir de başkan var.

Konunun uzmanı olacak bir ismin de dışarıdan seçilmesini öngörmüşler.

Kısacası lütfetmişler!

Bu enstitünün misyonu, Ankara bürokrasisinin boş vakitlerini değerlendireceği bir "hobiye" indirgenmemeli!

Böyle bir kurum, bu yasayla Goethe'nin, Cervantes’in yaptıklarını yapamaz.

Bu proje, bu yasayla ölü doğar.


Üç buçuk yıl süren çalışmanın sonucunda ortaya "bürokratik bir yumak" çıkmış.

Bunu, bu safhadan sonra sadece Başbakan Recep Tayyip Erdoğan çözebilir.

Vakti olur mu, çözer mi bilmem...

Kendisine düşüncelerimi aktarmak üzere, bu konuda özel bir görüşme de talep ettim.

Yasa çıkmadan önce görüşürsem, bu konudaki düşüncelerimi ayrıntılı bir biçimde aktaracağım.

Bana göre, buradan çıkacak sonuç şimdiden bellidir.

En kısa biçimiyle özetlemek gerekirse...

"Bezir yağından pilav olur ama yenmez!"
Yazının Devamını Oku

Hak ettiğini alamayan il: Kocaeli

10 Mart 2007
HAK ettiğini alamayan illerin başında Kocaeli gelir.<br><br>Geçtiğimiz günlerde, ekonomi sayfalarında yer bulan bir haber, bunu açıkça anlatıyordu. Söz konusu haberde, Türkiye'nin kendine yeten illeri sıralanıyordu.

Türkiye'nin ancak dörtte biri kendine yetebiliyor.

Devletten aldığından fazlasını üreten 19 il var.

Ve bunların başında Kocaeli geliyor.

Devletin bu ile yaptığı her 1 YTL'lik harcama, 14,7 YTL olarak geri dönmüş.

Bu oranda elbette TÜPRAŞ'ın payı var.

Ama kim ne derse desin, Kocaeli farklı bir yer.

Şunu söyleyeyim.

Elbette tarafsız değilim.

Memleketimden, doğduğum yerden söz ediyorum.

O nedenle, bu sonucun benim için ayrı bir anlamı var.

Ama şurası kesin ki, Kocaeli hak ettiğini alamıyor.

* * *

İstanbul'a komşuluğu hem avantaj hem de dezavantaj.

Yeri geldiğinde alışveriş ya da maç seyretmek için bile yolunuzun günübirlik düştüğü bir komşu kapısı İstanbul.

Düşünüyorum da, lise hayatım bu iki şehirde geçti.

Kabataş Erkek Lisesi'nde başladım.

Körfez Lisesi'nde tamamladım.

Her zaman anlatırım.

O zamanların İzmit Körfezi başkaydı.

Nostaljik bir takıntı olarak almayın.

Daha çocuk yaşımızda başka ülkelerin insanlarını tanıyorduk.

Yelkende, kürekte dünya şampiyonaları dahil pek çok etkili organizasyona katılıyorduk.

Değinmeden geçemeyeceğim.

Okullarımızın "olağanüstü bir başarıyla" (!) bir türlü beceremediği İngilizce öğretimini sınama fırsatını bile buluyorduk...

* * *

Söylemeden geçemeyeceklerim de var.

Bir ülke, bir şehir bulunduğu yerden geriye gitmeyi becerebilir mi derseniz...

Biliyorum ki biz beceriyoruz!

Kendine yetebilmek, yeri geldiğinde bir avantaj olmaktan çıkıyor.

Yönetenlerde de, sizde de rehavete yol açabiliyor.

Bütün bunları Kandıra Kaymakamı dostum Mehmet Sarıcan'ın ebediyet yolculuğunda tekrar hatırladım.

Bunların fevkinde ülke meselelerine kafa patlattığımız, birlikte yaptığımız Körfez yürüyüşlerimizi de...

Evet; Kocaeli farklı bir şehir.

Size basit bir kıyaslama yapayım.

Kocaeli'nde yenileri saymazsak 3 ayrı günlük gazete var.

Hem de etkili ve köklü bir gelenekten geliyorlar.

Kırkpınar Ağası Adem Tüysüz de yeni bir televizyon kanalı satın almış.

Kendisinden dinliyorum ki, "Bizim patronumuza rakip olmak için ilk adımı atmış!"

O da Kelkitli.

Cumartesi akşamı Kocaeli TV'de Burhan Özbey'in konuğu olacağım.

Bu köşeye sığdıramadıklarımı orada konuşacağız.
Yazının Devamını Oku

Rezil rekorlardan ne zaman kurtulacağız?

6 Mart 2007
"ANKARA'nın en güzel tarafı, İstanbul'a dönüşüdür" diyenlerdenim.<br><br>Yahya Kemal, hem de milletvekiliyken söylemiş. Ankara dönüşlerinde bu söz aklıma gelir.

"Şair haklıymış" derim.

Benim gibi düşünmeyenler vardır.

Benim gibi düşünmeyenlere de saygım var.

Evet; bu bir Ankara dönüşü yazısı.

Ankara'nın nabzını tutacaksam, mutlaka 9. Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel ile görüşmek isterim.

Uygun olursa görüşürüm.

Bizi kabul ettiğinde, bir kısa söyleşisi vardı.

Gerçi sorulanlar son derece gereksizdi.

Sorular üzerine Kenan Evren'in sözlerini yorumladı.

Onun niyetinin, ancak Türkiye'nin nasıl daha iyi yönetileceğine ilişkin olduğunu söyledi.

Demirel'e düşen de, yakışan da buydu.

Ben, Kenan Evren'in sözlerini ciddiye almadım.

Eskilerin tabiriyle üzerinde "imal-i fikr" edilmiş bir düşünce olmadığını biliyorum.

Habertürk'te Özlem Gürses bana sorunca, Evren'in "yaşına, başına" verdiğimi açıkça söyledim.

Kısacası, tam da "Laf ola beri gele!" cinsinden sözlerdi...

***

Demirel, demokrasimizin içinde bulunduğu "çoraklığa" dikkat çekiyor.

Bakışı, "yüzeysel" değil.

Ondan, bugün artık bir siyasi parti ya da siyasetçi tercihi beklerseniz, yanılırsınız.

Onun derdi sistemin bütünüyle.

Yaşanılan "çoraklıkta", medyanın da, üniversitelerin de, meslek kuruluşlarının da günahı olduğunu söylüyor.

Haksız da değil.

Çoğu zaman altını çiziyorum.

İktidar olsun, muhalefet olsun bu siyaset duayeninden yararlanmıyor ya da yararlanamıyor.

***

Bu satırları yazarken, elim bir kaza haberi aldım.

Kandıra Kaymakamı Mehmet Sarıcan'ı trafik kazasında kaybetmişiz.

İyi bir arkadaşımdı.

Kendime sabır telkin etmeye çalışıyorum.

O, Kandıra'nın makus talihini değiştirmeye çalışıyordu.

Öte yandan da Türkiye için kafa patlatıyordu...

Okuyan, düşünen bir adamdı.

Kamu yönetimini biraz tanıyorsanız...

Bilin ki, o çok farklıydı.

Her buluştuğumuzda, Türkiye'yi, ülkemizin geleceğini konuştuğumuz, tartıştığımız bir dosttu.

Hatırasına hürmeten özellikle altını çiziyorum.

Bilinmeli ki, Türkiye bir kıymetini kaybetmiştir.

Bu ülkede kimlerin nerelerde kamu adına -güya- görev yaptığını görünce...

Onun çok daha fazlasını hak ettiğini bilerek yazıyorum.

Kaymakamlığının ilk gününde yanındaydım.

Son yolculuğunda da yanında olacağım.

Bugün bize düşen, "Allah rahmet etsin" demek.

Ancak...

İsyan etmemek de mümkün değil.

Ancak trafik kurbanlarıyla kırabildiğimiz rezil rekorlardan ne zaman kurtulacağız?
Yazının Devamını Oku

Başbakan'ın evindeki terlikler

3 Mart 2007
Kraliçe'nin taşıdığı toprak...<br><br>İKİ gün önceki haberlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın evi vardı. Hemen hemen bütün haberlerde bir biçimde "terlikler" gündeme getiriliyordu.

Bilerek ya da bilmeyerek vurgu yapılan evdeki terliklerdi.

Elbette elimizde bir istatistik yok.

Ama biliyorum ki, Türk insanının çok büyük bir çoğunluğu evine ayakkabıyla girmiyor.

Bunun sebeplerinin başında inancı geliyor.

Arada sırada, tek bir kişi ve tek bir vakit bile olsa, eğer bir evde namaz kılınıyorsa, o eve ayakkabıyla girilmiyor.

O haberleri bu vurguyla yapan meslektaşlarımız haklı.

Evet, burada bir yaşam biçiminin ipucu saklı.

Ama yanıldıkları çok önemli bir nokta var.

Bu, sadece Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın değil, bu ülke insanının kahir ekseriyetinin yaşam biçimine işaret ediyor.

Yazılanları okuyunca, "arogan" bir tavır seziyorsunuz.

Başbakan'ın evine de terlikle girilir mi canım sorusu, satır aralarında sırıtıyor.

Evet girilir.

Başbakan Erdoğan'ı o göreve taşıyan da, gücünü koruyup artırmasını sağlayan da koruduğu bu hayat biçimi.

* * *

Perşembe akşamı Çırağan Sarayı'ndayız.

Sarayın konuğu Hollanda Kraliçesi Beatrix.

Türkiye - Hollanda ilişkilerinin 400 yıllık bir tarihçesi var.

Hollanda'da 400 bin Türk yaşıyor.

İstanbul'da yaşayan Hollandalı sayısı ise sadece 400.

Çifte vatandaşlığı, Hollanda'da geçen onca yılın bir armağanı olarak görürüm.

Kısacası, bu nedenle biz de o 400 kişi arasındaydık.

Söz dönüp dolaşıp mutlaka Prenses Maxima'ya geliyordu.

Sekiz aylık hamile olmasına karşın, önceden belirlenen konuklarla sohbet ediyor, programda etkin bir rol üstleniyordu.

Salondaki herkesle konuşmasa bile, herkes onu konuşuyordu.

Konuşulanlar arasında mutlaka "Hollanda'dan getirilen toprak" vardı.

Kraliyet ailesinin beklediği bebek, bu ziyarette doğarsa, ayağını basacağı toprak...

Hollanda toprağı.

Hollandalıların bilinen bir atasözleri vardır. "Tanrı dünyayı yaratmış, Hollandalılar ise Hollanda'yı" derler.

Denizden karış karış kazandıkları toprakları görünce, ister istemez haklılar dersiniz.

Toprağa verdikleri değer, hiç de haksız sayılmaz.

Şimdi...

Düşünüyorum da, Kraliçe Beatrix değil de bizden bir devlet adamı, herhangi bir ülkeye toprak götürseydi...

Şöyle biraz kafanızın konforunu bozun bakalım.

Bu, sizce nasıl yorumlanırdı?

* * *

Sadece bu hafta çeşitli vesilelerle dinlediklerimi hatırlıyorum.

Birbirinden girift analizler; yüksek siyaset senaryoları...

İktidara nasıl yürüdüklerini anlatanları, dudaklarımı ısırarak dinlemeye çalışmam...

Oysa seçmen tercihini yaparken, bunların hiçbirine kulak bile vermiyor.

Onun yöntemi basit, kendine yakın olanı seçiyor.

Haberlerdeki "arogan" satırlara gelince...

İşte onlar, AKP'nin "ekmeğine yağ" sürüyor.
Yazının Devamını Oku

’Biraz demokrasi’ olur mu?

27 Şubat 2007
"BİRAZ demokrasi" olmaz. Diyebilirsiniz ki, "bizimkinde" var ama.

Baktığınız yere göre, aksayan, yürümeyen tarafları var demokrasimizin.

Bunlar, bizi yıldırmamalı.

"O ayıplı hale" alıştırmamalı.

Elbirliğiyle o taraflarını törpüleyip Türkiye’yi çağdaş demokrasiye taşımalıyız.

Bunun için kabul etmemiz gereken bir gerçek var.

"Birazı" olmayacakların başında demokrasi gelir.

"Biraz" hamilelik olmayacağı gibi, "biraz" demokrasi de olmaz!

* * *


O ayıpların en büyüklerinden biri, yurtdışındaki Türklerin seçme ve seçilme hakkıdır.

Kırk beş yıllık bir rüya bu.

Ve ilk defa gerçekleşmeye bu kadar yakın görünüyor.

Avrupa Birliği ülkelerinde 4.2 milyonluk bir Türk nüfusu var.

Balkanlar’daki azınlıkları da eklediğimizde, bu sayı 5.2 milyona ulaşıyor.

Bu rakam, pek çok Avrupa Birliği ülkesinin nüfusundan bile büyük!

O insanlar, Türkiye’ye karşı sorumluluklarının tamamını yerine getiriyorlar.

Ama seçme ve seçilme hakkına sahip değiller.

Demokrasilerde, bu, lütfen verilecek bir lütuf değildir!

Bir temel haktır!

* * *


2002 seçimlerinde, sandığı gümrük kapılarına kadar taşıyabildik.

Ve ancak 155 bin seçmen bu haktan yararlanabildi.

Bu satırları, yerinden, sıcağı sıcağına yazıyorum.

Hürriyet’in düzenlediği üç ayrı forumda yüzlerce vatandaşımızla buluştum.

Onların beklentilerine vekil oldum.

O ülkelerin yetkililerinin nabzını tuttum.

Mesele, öyle şimdiye kadar baştan savıldığı gibi falan değil.

Hani bizim siyasilerimizin sesine gizemli bir hava katarak sloganlaştırdığı tespitler vardır.

Duyunca, "Vay be" dersiniz!

Sorduğumda, kendisi yapmaya üşenen bir bakan, kulağıma fısıldamıştı:

"Almanlar istemiyor!"

Sandık güvenliği için Kongo’ya asker yollayan Almanya, Berlin’de bunu istemeyecek öyle mi?

* * *


Kasım 2006’daki Hollanda seçimlerinde, internette bile oy kullanıldı.

Bu alanda, Dışişleri Bakanlığı’nın "www.e-konsolosluk.net" çalışması da, örnek, çağdaş ve başarılı bir proje.

Görüyorum ki, bu proje konsolosluklarımıza zaten rahat bir nefes aldıracak.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın seçme ve seçilme hakkına taraftar olduğunu biliyorum.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da farklı düşünmüyor.

O zaman, Anayasa değişikliği ya da yasal düzenlemeyle bu ayıp ortadan kaldırılmalı.

Sandığı konsolosluklara taşıyarak, yükü azaltacak internet ya da mektupla oy kullanma gibi yöntemleri de ekleyerek...

Artık bu ayıbı ortadan kaldırmanın zamanıdır.
Yazının Devamını Oku

’Bir gün bütün Fenerbahçeliler...’

24 Şubat 2007
RÜZGÁRIN önündeki yaprak gibiyiz.<br><br>Devletimiz de, diğer kurumlarımız da hiç farklı değil. Dışımızdaki gelişmeler sürüklüyor bizi.

Bir yandan sürüklenirken, öte yandan kara kara düşünüyoruz ki, ne yapabiliriz?

Oysa başarının yolunu bulmak kolay olmasa da, başarısızlığın yolunun bu olduğu belli.

Bu gidişin küçük bir istisnasını gördüğümde heyecanlanıyorum.

Nerede olursa olsun.

Birkaç gündür Avrupalı Türklerle birlikteyim. Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı’nın davetlisi olarak buradayım.

Vakfın Direktörü Prof. Dr. Faruk Şen’den dinlediğim proje karşısında heyecanlanmamak imkánsız.

Münster Üniversitesi ile birlikte İstanbul’da tasarladıkları, öğretim görevlilerinin tamamının buradan getirileceği bir vakıf üniversitesi bu.

Gerçek anlamda Almanca öğrenim verilecek bu üniversitede, bu ülkenin öğrenim kalitesi de ülkemize taşınacak..

Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı’nın bugüne kadar yaptıklarını bilince, bunun bir hayal olmadığını da görüyorsunuz.

* * *

Onların şevkini kıran aksaklıklar da yaşanmıyor değil.

Örneğin Essen Turizm Fuarı’na katılan sekiz firma, Türkiye’den hiçbir yetkilinin burada olmamasının ezikliği içindeydiler.

Günümüz dünyası böylesi ihmalleri affetmiyor.

Oyunu kuralına göre oynamak zorundasınız.

Anadolu Sağlık Merkezi’nin, Oruçoğlu Termal Tesisleri’nin ülkemizi temsil etmeye çalıştığı bir yerde, işi ülkeyi temsil etmek olanlar mutlaka olmalıydılar.

Sağlık turizmi konulu panelde, Türkiye için yeni ufuklar açıldı.

Kısacası, Almanya’dan ülkemize gelen 4 milyonu aşkın turistin yarısından fazlasının bu bölgeden geldiğini biliyorsanız...

Başta Sayın Bakan olmak üzere, turizmin sorumluları burada olmayıp da nerede olacaklardı?

* * *

Bu satırları trende yazıyorum.

Essen’den Rotherdam’a gidiyorum.

Hürriyet’in geleneksel forumu çerçevesinde, oradaki Avrupalı Türklerle buluşacağım.

Onların dertlerini Ankara’ya iletmek üzere dinlerken, bizden haberleri de aktaracağım.

Bu arada müjdelemeliyim.

Hürriyet, Almanya’da da heyecanlandıran yeniliklere imza atıyor.

İşsizliğin gerek dünyada gerekse Türkiye’de en büyük sorun olduğu bir dönemde, 1000 genç gazeteci yetiştiriyor.

Bu kampanyaya duydukları ilgiyi gençlerden kendim dinledim.

Bir başkası, kısa zaman sonra onların elinde olacak bir yeni ek.

Hürriyet, Almanya’daki okurları için bundan böyle Almanca bir gençlik eki verecek.

Değişen ve gelişen bir dünyadayız.

Ayak uydurursanız varsınız. Yazımı, üzülerek de olsa sporla bağlayayım.

İyi bir Fenerli olarak diyorum ki, ayak uyduramazsanız yoksunuz.

Siz, "Bir gün herkes Fenerbahçeli olacak!" diye bağırırken...

Bir bakmışsınız...

Bir gün bütün Fenerbahçeliler sinir hastası olmuş bile...
Yazının Devamını Oku

’Siyaset, iddia işidir’

20 Şubat 2007
YIL 1980.Türkiye askeri darbeyle tanışmış.<br><br>Süleyman Demirel, Zincirbozan yolcusu. Bu bir sürgündür.

Demirel, elinde karayolları haritası, yolculuk güzergáhını incelemektedir.

Çevresindekiler, "Oldukça uzak" dediğini duyarlar.

O devam eder:

"İktidara geldiğimde ilk işim Çanakkale’ye havaalanı yapmak olacak!"

Oradaki herkes şaşırır.

Zincirbozan’a sürgüne gönderilen Demirel için, esasen bu belirsizliktir.

Bir meçhuldür.

Ancak o çok yakınındaki bu belirsizlikleri hiç umursamaz bile.

Geleceği düşünmektedir.

Uzak da olsa geleceği...

Çevresindekilerin şaşkınlığı arasında konuşmasını sürdürür.

"Siyaset, iddia işidir.

İddianız olacak, inancınız olacak.

Sürgünden döneceğim, mücadele edeceğim ve yeniden başbakan olacağım.

Çanakkale’ye de havaalanı yapacağım."


* * *

Sonrasını biliyoruz.

Bu bir kuru inat değil.

Ayrıntıları hesaplanmış bir kararlılık.

Günümüz siyasileri, bu örneği, kuru inatlarına gerekçe görmemeli.

Elbette iddianız, inancınız ve kararlılığınız olacak.

Ancak bu, aklın önüne geçen bir hırsa hiçbir zaman dönüşmeyecek.

Yoksa bırakın iktidara ulaşmayı, evin yolunu bulamazsınız!

* * *

Bu yazdıklarımı bana hatırlatan kim oldu biliyor musunuz?

Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül.

Daha doğrusu Yargıtay’ın onun hakkında verdiği karar.

Biliyorsunuz, geçtiğimiz günlerde Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, Sarıgül’ün CHP’den ihracına zemin hazırlayacak bir karar verdi.

Hukuki süreç devam ediyor.

Ortada CHP’nin "çok tartışılan" ve "daha çok tartışılacak" bir kararı var.

Ondan sonra ise Ankara 24. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin bir başka kararı.

Yargıtay’ın bu kararından sonra, yerel mahkeme davayı bir kez daha görüşecek.

Kararında ısrar ederse, sonrasında konu Yargıtay Genel Kurulu’na gelecek.

Ben işin hukuki tarafından bakmıyorum.

Yargıtay’ın bu kararı verdiği gün, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, Koç Üniversitesi’nde gençlerle buluşacaktı.

Önceden duyurulmuş bir konferansı vardı.

Böylesi bir karar, programını hiç etkilemedi.

O gün Sarıgül, hiçbir şey olmamışçasına gitti ve konuştu.

İddiasından, inancından hiç ama hiç uzaklaşmamıştı.

Özellikle vurguladı ki, "Bir sonraki seçimde yüzde 70’in altına düşersem, siyasetten çekilirim!"

Bunlar Türkiye’de, siyaset dünyamızda kolay duyulacak sözler değil.

Sözünü ettiğim dizi konferansların sadece adı bile aslında o kadar çok şey anlatıyor ki...

Örneğin, konferansın adının, "Geleceğin Liderleri" olduğunu söylesem...

Başka söze gerek kalır mı?
Yazının Devamını Oku

Ali Taran, İmar Bankası mağduru olmaktan kurtarıldı mı?

17 Şubat 2007
AKP, Cem Uzan’a çok şey borçlu.Bu borç giderek artıyor.<br><br>2002 seçimlerinde DYP ile MHP’yi barajın altına iten Uzan’dır. Aynı Uzan, son anketlerin gösterdiği yüzde altılık oy oranıyla, bu seçimlerde DYP ile MHP’yi yine uğraştıracak.

Son genel seçimlerde Genç Parti’nin siyasal iletişimini yürüten Ali Taran da artık AKP’ye hizmet verecek.

Orada kazandığı siyasal iletişim deneyimini, bu kez iktidar partisi için kullanacak.

Kısacası, AKP ile Uzan arasında eşine ender rastlanacak bir ilişki söz konusu.

* * *

Star Medya Grubu’
na ilk gidişim yıllar önceydi.

Ziyaretimin sebebi, Doğan Yayın Holding ile aralarında yaşanan gazete ve dergi dağıtım sorunuydu.

Sorumluluğum, bir anlamda İstanbul Büyükşehir Belediyesi adına "hakem"likti.

O gün, o sorun çözüldü.

Yıllar sonra toplantı yaptığım o odada, yönetici olarak çalışmaya başladım.

Star TV’nin satışı sonrasında ise Doğan Yayın Holding’e geçtim.

Kısacası, Uzan Grubu’nun dolaylı olarak benim hayatıma da dokunan tarafları oldu.

AKP’ye gelince, bu grubun kendisine yaptığı katkıyı inkár edemez.

Tartışılamaz bir başka gerçek daha var.

O da Uzan Grubu’na AKP’nin açtığı zararı, başka hiç kimsenin açmadığı ya da açamadığıdır.

* * *

Bütün bunları, AKP ile Ali Taran’ın el sıkışması üzerine tekrar hatırladım.

Geçen salı günü, Taran’ın Ankara’ya uçtuğu uçakta ben de vardım.

Tesadüf aynı sıradaydık.

Havaalanında görevlilerce karşılandı.

Ve AKP’nin yolunu tuttu.

* * *

Önümüzdeki seçimler, siyasal iletişim açısından da oldukça ilginç geçecek.

AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın açıklamalarında, bana göre Taran’ın tasarladığı kampanyanın ipuçları gizli.

Anlaşılan o ki, kampanya, seçmene sunulacak "devam et" ya da "sil baştan" seçenekleri üzerine bina edilecek.

Bu yeni işbirliğinde "kazan kazan ilişkisi" belirgin bir biçimde okunuyor.

Taran, AKP kampanyasıyla Genç Parti kampanyasının kendi imajında bıraktığı izleri silecek.

AKP ise Taran’ın siyasal iletişimde kazandığı becerileri kendi safına taşıyacak.

"Kazan kazan ilişkisi" sadece bu kadarla sınırlı değil elbette.

Taran, oldukça "iyi" paralarla çalışan bir reklamcı.

Yaptıklarıyla bunu fazlasıyla hak ediyor. Ancak bir başka iddia daha var ki...

Epeyce baş ağrıtacak.

O iddia, Taran’ın İmar Bankası mağduru olmaktan kurtarıldığıdır.

Umarım bu iddia doğru çıkmaz.
Yazının Devamını Oku