Paylaş
Dolayısıyla, o eleştirinin geçerliliği yok ve üzerinde durulması da gerekmiyor.
Diğer, yani “Türkiye’nin ABD’nin taşeronu” olarak Suriye’deki rejime karşı tavır aldığı –CHP’nin de zaman zaman seslendirdiği- eleştirinin “temel sorunu” doğru olmaması. Zira, Türkiye, bırakın “ABD’nin taşeronu” gibi davranmayı, tam tersine “ABD’nin hareketsizliği”nden şikayetçi.
Kaldı ki, Türkiye, Suriye krizinin en başından beri, Suriye’de başını ABD’nin çekeceği bir “askeri müdahale”ye karşı olduğunu açıkça ilan etmişti. Dış askeri müdahale olmadan, Suriye’deki duruma müdahale etmek konusunda ise, ABD’nin (ve BM’nin) gerekeni yapmadığı ve “pasif davranıldığı”ndan sürekli şikayet etti.
Yani, söz konusu eleştiri bir gerçekliğe işaret etmiyor. Bu bakımdan, doğru ve haklı bir eleştiri değil.
Üzerinde durulmayı hak eden eleştiri, Türkiye’nin Başşar Esad rejiminin dayanma gücünü iyi hesap etmediği ve Başşar’ın kısa süre içinde yıkılacağını sandığı ve bu yüzden attığı adımlarda ve atılan adımların “zamanlaması”nda hata işlediğine dair olanı.
Bu eleştirinin mantık örgüsü içinde vurgulanan ve yine üzerinde durulması gereken husus ise, Türkiye’nin Suriye muhalefetine gereksiz ölçülerde destek olduğu, rejime muhalif silahlı grupların Türkiye topraklarını kullandığı, bu yüzden Hatay ilimizin “her türlü ajanın cirit attığı” bir yer haline gelmesi ve izlenen politikanın “mezhepçi” bir görüntü verdiği, bunun da başta Hatay, Türkiye’nin iç gerilimlerini beslediği yolunda.
En azından, bölgedeki Arap toplumlarında Türkiye’ye yönelik böyle bir “algı” oluştuğunun ve bunun Türkiye’nin “siyasi ağırlığı”na zarar verdiğinin altı çiziliyor.
Suriye muhalefetine mali ve silahlı destek vermek bakımından, Türkiye’nin yanısıra Katar ve Suudi Arabistan’ın öne çıktığı ve bunun da Türkiye’yi “mezhepçi” bir görüntü içine yerleştirdiği üzerinde durulması gereken bir olgu. Böyle bir “olgu” ve dolayısıyla böyle genel bir “algı” mevcut.
Zaten bu yüzden, Türkiye’nin bir “modern devlet” gibi davranması gerektiğini, Suriye’nin Alevi-Nusayri azınlığı ile Hristiyanlarını da kucaklayan bir görüntü sunmasının zorunluluğuna defalarca işaret ettik.
Ancak, Türkiye’deki karar vericinin Ortadoğu’da en duyarlı olduğu hususların başında bölgede bir “Şii-Sünni çatışması”nın önüne geçmek olduğu ve bunu asla istemediği de bir gerçek.
Suriye’de olayların patlak verdiği ilk günlerde, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Irak ziyaretinde Necef’e de gitmesi ve en önemli Şii dini otorite sayılan Ayetullah Sistani’yle görüşmesi, tam da bu kaygıdan ve bölgesel çapta bir “mezhep çatışması”nın önüne geçilmesi ihtiyacından kaynaklanmıştı.
Hatta, çok kişinin gözden kaçırdığı bir “sembolizm” de söz konusuydu. Necef’e gitmeden önce Bağdat’ta Başbakan, önce Dicle’nin batı yakasındaki Kazımiye semtinde Şii İmamı Musa Kazım’ın türbesini ziyaret etmiş, ardından nehrin üzerindeki köprüden geçerek doğu yakasına, Azamiye semtine geçmiş ve Sünni-Hanefi’ler için en saygın isim sayılan İmam-ı Azam Abu Hanife’nin türbesine uğramıştı. Bu sıralama, Necef’te Hz. Ali’nin türbesini ziyaret ve Ayetullah Sistani öncesinde, kendi başına çok önemli bir “sembolizm”i ifade ediyordu.
Bütün bunlara rağmen, Türkiye’nin bölge politikasının “Sünni-mezhepçi” bir görüntü vermemesi gerektiği her vesilede hatırlanmalı ve hatırlatılmalıdır ama Türkiye’nin bölge politikasının temelinde “mezhepçi” bir yaklaşım olduğu haklı bir eleştiri değildir.
Türkiye’nin Başşar Esad’ın dayanıklılığını hesaba katmadığı ve erken devrileceğini sandığı eleştirisine gelince; bunun da haklı ve doğru bir eleştiri olduğunu kanıtlayacak, elle tutulur somut hiçbir veri yok.
Hiç kimsenin, Başşar’ın Tunus ve Mısır misali “erkenden koltuğunu terkedeceği” hesabını yapmış olması, söz konusu değil. Tam tersine, Suriye’nin birçok bölgesel ve uluslararası “fay hatları”nın üzerine oturduğu, Suriye’deki rejimin yıkılmasının ne Tunus, ne Mısır ve ne de Libya gibi olmayacağı görülmüştü.
Bu nedenle, ileri sürülen ama geçerli olmayan “yanlış hesap” üzerine, Suriye muhalefetine destek olunduğu eleştirisi de kendiliğinden düşüyor.
Türkiye, Suriye muhalefetine “yanlış hesap”tan yola çıkarak destek olmadı; aksine, Irak’ta geçmişte yaptığı hatayı tekrarlamamak için, doğru bir gerekçeden yola çıkarak destek olmaya karar verdi.
Türkiye, Irak muhalefetiyle yıllarca ilişki kurmayı reddederek, Bağdat’taki merkezi Saddam diktatörlüğü ile muhafaza etmiş olduğu ilişkiler yüzünden yıllarını kaybetti. Türkiye, Irak (başta Kürt) muhalefetiyle yıllarca ilişki kurmaması, bugün Irak’ta iktidarı paylaşmakta olan muhalefetin Tahran, Londra, Paris ve Washington ile sıkı ilişkiler kurmasını engellemedi.
Engellenen Türkiye’nin bölgedeki “siyasi manevra alanı” oldu. Bu yanlışı görmüş olan Türkiye’nin Suriye muhalefetine “ev sahipliği” yapmasında ve destek olmasında bir yanlışlık yok.
Peki, Türkiye’nin Suriye muhalefetinin silahlanması ve ona askeri eğitim vermekten kaçınması mümkün olamaz mıydı?
Suriye’de değişimden yana olan Arap kamuoyu ve bizzat Suriye muhalefeti açısından bakıldığında, Türkiye, tam da bu konuda “yeterli destek vermediği” iddiasıyla eleştiriliyor. Belli hayal kırıklıklarına yol açıyor.
Suriye’de dışarıdan askeri müdahaleye karşı çıkacaksınız; kendiniz de “askeri müdahale seçeneği”ne uzak duracaksınız, “tampon bölge” oluşturulmasına yanaşmayacaksınız ve bir yandan da rejimin yıkılmasını isteyecek ve zaten içerden “silahlı direniş”e geçmiş durumdaki muhalefete sırt çevirip, rejimin ömrünü uzatmasına, yaptığı katliamlarla onbinlerce mültecinin sınırlarınıza yığılmasının “pasif” bir izleyicisi olup, sert açıklamalarla durumu idare etmeye bakacaksınız.
Böyle bir politika mümkün mü?
Bu, sürdürülebilir bir politika mı?
Türkiye’nin Suriye politikası elbette eleştirilebilir ve eleştirilmelidir ama hangi eleştiriyi yaparsanız yapın; bunu yapanların, tutarlı olmaları gereklidir.
Yoksa, eleştiriler havada kalır.
Suriye, zor bir konu ve neyin nasıl olacağına dair, “hazır formüller” yok.
Paylaş