Cengiz Çandar

Herşey için teşekkürler sana Çetin Abi...

23 Ekim 2015
Cami avlusunda önce Ahmet Altan’ı aradım.

Kendim de “büyük oğul” olduğum için, “başsağlığı hiyerarşisi”ne uymak istedim. Ahmet’i gördüğümde, ona sarılırken, ağzımdan “Artık bir gün hepimizin öleceğine gerçekten inandım” dedim, “Çetin Abi’nin öldüğünü duyduğum vakit...”
Biraz sonra, Mehmet’in boynuna sarılırken, ona da aynı şeyi söyledim. Gerçekten de içimden geçen duygu oydu.
Çetin Abi’nin ölümünü, İstiklâl Caddesi’nde yürürken, telefonuma düşen bir mesajla öğrendim. Haberi veren, böyle bir haberi kendisinden alacağım hiç aklıma gelmeyecek biri, M. Ali Bayar, benden bir de taziyede bulunmak için Mehmet Altan’ın telefon numarasını istemişti.
Daha sonra Mehmet’e söylemiş olduğunu bana da iletti: 
“Medeniyetimiz var ise, kayıp medeniyetimizin kaybıdır.”
Çetin Altan’ın ölümünün ardından yapılabilecek en mükemmel ve en anlamlı değerlendirmelerden biri...
Onun bana gönderdiği ve “başın sağolsun” diye biten mesajından mutlu oldum. Cami avlusunda, bana da “başsağlığı” dilenmesinden sevindim. Çetin Altan ile “büyük ve geniş aile”nin bir ferdi muamelesine muhatap olmak, değerini bilmem gereken bir “imtiyaz” gibi geldi bana.

Yazının Devamını Oku

Seçim öncesi anketler, seçim sonrası şifreler...

22 Ekim 2015
Seçime yaklaşık bir hafta kadar bir zaman kaldı.

Bu saatten sonra, seçmen davranışlarının değişmesi için havsalamızın ötesinde çok “olağanüstü” bir gelişme olması gerekiyor.

 

O olmazsa, seçimlerin nasıl bir sonuç üreteceğini aşağı yukarı görebileceğimiz ölçü, seçim anketleri. Bu kez, her seçimden sonra –bir-iki istisnası dışında- “en yakın tahmin yaptığını” iddia etmiş olan şirketlerin bulguları beş aşağı, beş yukarı birbirleriyle örtüşüyor.

 

YSK’nın seçim anketlerine ilişkin yasağı başlamış olduğu için, anket sonuçlarını rakam olarak yansıtamıyoruz ama sonuçların ne gösterdiğinden söz edebilir ve bunların ne anlama geldiğini tartışabiliriz.

 

2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi dışındaki isabetsiz tahmini dışında, genellikle, çok yakın oranlar bulmuş olan ve bu nedenle saygınlığı bulunan Konda’ya ait olduğu ileri sürülen son ankette,

AKP’de bir önceki ayın bulgularına oranla bir puan dolayında düşüş, buna karşılık CHP’de hatırı sayılır bir artış söz konusu.

Yazının Devamını Oku

“Üç milyar Euro’luk Operet”…

20 Ekim 2015
BERLİN- Bertolt Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera” adlı eseri, evinin yaklaşık bir kilometre ötesindeki tiyatrosu Berliner Ensemble’de sahnelenmeye devam ediyor.

Önünden geçerken zihnimi şu soru yaladı: Acaba, Brecht hayatta olsaydı Angela Merkel’in İstanbul ziyaretinden “Üç Milyar Euro’luk Operet” adıyla bir eser çıkartır mıydı?


Angela Merkel, İstanbul’da Ahmet Davutoğlu ve arkasından müthiş bir “Üçüncü Dünya görgüsüzlük” örneği olarak altın varaklı koltuklarda Tayyip Erdoğan ile görüşürken, AB adına yürüttüğü görüşmeleri, tam ters yönden, Almanya başkentinden izlemek ilginç oldu.

Merkel’in İstanbul’da bulunduğu gün ve ertesinde (pazartesi) tüm gazeteler ve ekleri, Türkiye ile ilgili yazılarla doluydu.

Alman basınının yanısıra, Avrupa ve Amerikan basını da işin içine katılırsa, Batı basını bugüne dek olmadığı biçimde Avrupa’nın en güçlü siyasi şahsiyeti olan Angela Merkel’e eleştiri oklarını yöneltmişti.

Batı kamuoyunun nabzına ve Merkel’in İstanbul’da ne elde ettiği ve etmediğine bakıldığında, Türkiye ile AB arasında Avrupa kapılarına yığılan “Suriyeli mülteci sorunu”nun harekete geçirdiği “yapay yakınlaşma”nın yakın vâdede elle tutulur, olumlu sonuçlar verebilmesi pek kolay gözükmüyor.

Soli Özel’in pazartesi günü T24’te yer alan söyleşisinde “İkiyüzlülük, yalan, riya ve samimiyetsizlik Türkiye ile AB’nin mütemmim cüzüdür zaten” diye karakterize ettiği Türkiye-AB ilişkilerinin bu “temel özelliği” Merkel’in İstanbul temaslarıyla değişmiş değil.

Batılılar ve Türkiye’deki demokrat çevreler, Merkel’in ani İstanbul ziyaretine ve bagajında cuma günü Brüksel’deki alelacele AB Zirvesi’nde kabul edilen “Eylem Planı”nı 1 Kasım seçimlerinden iki hafta önce getirmesine karşı çıkarken, bunun Tayyip Erdoğan’a “gereksiz bir hediye” olduğundan ve demokrasi ve insan hakları sicili berbat bir hal alan Türkiye Cumhurbaşkanı’nın durumu seçimler için “istismar edeceği”nden dem vuruyorlar.

Yazının Devamını Oku

'Ankara katliamı'ndan 1 Kasım seçimine doğru...

17 Ekim 2015

Seçime tam iki hafta kaldı. Türkiye’nin yakın tarihinin en büyük kitle katliamının üzerinden bir hafta geçti.

Can kaybı sayısı 102’ye yükseldi. Hükümet yerli yerinde duruyor. Herhangi demokratik bir ülkede bu çapta bir olayın ardından adeta “otomatik refleks” olarak ortaya konulacak olan “istifa müessesesi”, yer Türkiye, iktidar AKP damgalı olunca, söz konusu olmadı.

İstifa, sadece makamın taşıdığı bir “sorumluluk” gereği yerine getirilmez. Aynı zamanda “onur” kavramıyla da ilgilidir. Görevin ve sıfatın “onuru”yla ilgilidir. Sahip olduğunuz konum gereği yapılması gerekeni yapamamış olduğunuz için büyük bir zarara -102 insanın öldürülmesi gibi- yol açılmasında payınız olmuşsa, gerek mesleğinizin, gerek taşıdığınız sıfatın onuru ve gerekse kişisel onurunuz “istifa”yı zorunlu ve hatta anlamlı kılar.

Ama tüm hesaplarınız, iki hafta sonra yapılacak seçimlere göre kurulmuşsa ve kendinize “her ne pahasına olursa olsun iktidar”dan başka yol bırakmamışsanız, “çıkar” kavramı “onur”un üzerine çıkar.

Yaşanmış olan olayın boyutları “istifa etmeme”yi imkansız kılacak nitelikteyse, istifa etmesi gerekenlerin olayı sıradanlaştırma, konuyu sulandırma ve saptırma, giderek örtbas etme ve üzerini kapatma, olmazsa baskıya ve yasaklamalara yönelme, yeni gündem yaratma gibi yollara başvurmaktan başka çareleri yoktur.

Tüm “kötü” özellikler, bu gibi olağandışı durumlarda, kendiliğinden ortaya serilmeye başlarlar: Yalancılık, savrukluk, duyarsızlık, yasakçılık, zalimlik…

Ankara katliamı ile birlikte, AKP hükümeti, bunların tümünü birden bir hafta boyunca ardarda sıralayıverdi. Ankara katliamının “IŞİD işi” olduğu belli olunca ve gerçek gizlenemez hale gelince, başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan, IŞİD’i doğrudan doğruya hedef almamaya, hatta PKK’yi, dahası Suriye’deki PYD’yi öne çıkartmak için ellerinden geleni yapmaya koyuldular.

Başbakan Ahmet Davutoğlu, toplam akademik ve siyaset hayatında kırmadığı potu, yapmadığı gafı bir haftaya sığdırdı. Özellikle, “IŞİD’in İslam anlayışıyla, bizimki arasında 180 derece değil, 360 derece fark vardır” şeklindeki talihsiz “geometrik” açıklaması, bugüne dek iddialı olduğu “stratejik” konulara ilişkin olarak hakkında şüpheler uyandıracak nitelikteydi.

Yazının Devamını Oku

“Katliam”ın faturasını kim, nasıl ödeyecek?

11 Ekim 2015
Ankara’daki hain saldırıyı duyduğum anda, vicdan ve iz’an sahibi her insanın içinde ne gibi duygular uyandıysa, benim içimde de onlar uyandı.

Dehşet ve üzüntü. İçiçe geçmiş ilk iki duygu. Ülkemizin ve halkımızın geleceğine ilişkin derin kaygı...

Ardından hemen aklıma gelen, 7 Kasım seçimlerinden 48 saat önce Diyarbakır’daki HDP mitingini kana bulayan saldırı ve 19 Temmuz’da Suruç’ta 33 gencecik insanın bedenlerini paramparça eden katliam oldu. Onların HDP’li ya da HDP sempatizanı oldukları da bir sır değildi.

Türkiye’deki gidişatı ortamın değişmesinde ve 7 Haziran sonuçlarının iptal edilerek olayların 1 Kasım’a doğru yol almasında Suruç belirleyici bir kilometre taşıydı.

İktidar, Suruç katliamını boğuntuyu getirmişti. 24 Temmuz ile başlayan ve bambaşka yönde yol alan gelişmeler ile Suruç ve katliam unutturulmuştu.

Ankara Garı’nın önünde, dün, “Barış Yürüyüşü” için KESK, DİSK, TMMOB ve Türk Tabipler Birliği’nin çağrısı üzerine biraraya gelen insanlar HDP’lilerin toplanma yerinde halay çekmeye başlamışken tarihimizin en büyük “terör eylemi” ve en büyük katliamı meydana geldi. Gecenin geç bir saatinde 95 kişinin can verdiği 200 civarında kişinin yaralandığı belirlenmişti. Yaralı sayısının 400’e tırmandığından, ölü sayısının daha da artmasından korkulduğundan söz eden de vardı.

Bu alçak katliam, 5 Haziran Diyarbakır, 19 Temmuz Suruç saldırılarının 10 Ekim’deki üçüncü halkasıdır. Bunun tartışılacak bir yeri yok.

Yakın tarihimizin en büyük katliamının üçüncü halkasını teşkil ettiği, büyük can kayıplarına yol açan saldırılar zincirinin ortak paydası ise HDP’dir. Bunun da tartışılacak bir tarafı olamaz.

Nitekim, HDP’nin Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın olay üzerine verdiği ilk tepki, “Saldırı, Diyarbakır ve Suruç’un tıpatıp benzeri ve devamı. Bilanço çok ağır” oldu.

Yazının Devamını Oku

3 Temmuz’dan 9 Ekim’e Fenerbahçelilik…

10 Ekim 2015
Bu dava, haksızlığa karşı direnişle şekillenen yepyeni bir Fenerbahçelilik kimliğinin oluşmasını sağladı.

9 Ekim 2015 tarihinde Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım, asbaşkanlardan Şekip Mosturoğlu, İlhan Ekşioğlu, kulübün muhasebecisi Tamer Yelkovan ve bir dönemlerin simge ismi Cemil Turan, ‘şike davası’ adıyla adliye ve siyaset tarihine geçecek yargılama sonucunda
beraat ettiler.
3 Temmuz’daki ‘sarı-lacivert’ kimliğimize düzmece bir şekilde ‘leke sürme’ye kalkışıldığından beri direnen ve Fenerbahçe’mize, Başkan Aziz Yıldırım’a ve yöneticilerine muazzam bir haksızlık yapıldığına hep inanmış ve dolayısıyla adaletin bir gün tecelli edeceği umudunu hiçbir vakit terk etmemiş biz Fenerbahçeliler için 9 Ekim’in mutlu bir gün olduğuna
kuşku yok.
İstanbul’da 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği karar ‘tarihi’ nitelikte sayılıyor mu?
Birçok insan açısından, evet. Ama Fenerbahçe Camiası’nın ezici çoğunluğu bakımından 9 Ekim 2015 tarihi ileride belki hatırlanmayacak. Oysa 3 Temmuz 2011 tarihi hiçbir zaman unutulmayacak.


Yazının Devamını Oku

Türkiye’yi “Suriye ile birlikte” düşünmek zamanı…

9 Ekim 2015

Bundan iki hafta önce, Politico’da Philip Gordon imzalı “It’s Time to Rethink Syria” (Suriye’yi Tekrar Düşünmenin Zamanı) başlıklı çok önemli ve Washington’a “Suriye politikası”nı yeniden gözden geçirmeyi öneren bir yazı yayımlandı.

Yazarı dikkate değer bir isim. Philip Gordon’u, yıllar öncesinden şahsen gayet yakından tanıyoruz. Brookings Institution’da görev yaptı. Ömer Taşpınar ile birlikte “Winning Turkey”(Türkiye’yi Kazanmak) adlı 2008’de yayımlanmış olan bir kitap yazdı. Türkiye’nin iktidar sahipleri onu 2009-2013 yılları arasında Obama yönetiminin ilk döneminde Türkiye’den de sorumlu bulunduğu Dışişleri Bakan Yardımcılığı görevinden tanırlar.

Şu sırada ABD’nin en önde gelen dış politika düşünce kuruluşlarından birinde, Council on Foreign Relations’da uzman sıfatıyla çalışan Philip Gordon, 2013 yılından bu yılın Nisan ayına dek, Ulusal Güvenlik Konseyi üyesi ve Beyaz Saray’ın Ortadoğu ve Körfez Özel Koordinatörü olarak, Suriye konusunda Obama’nın en yakın danışmanı konumundaydı. Zaten, “Suriye’yi Yeniden Tekrar Gerekir” derken, o tecrübesinden yola çıkıyor.

Washington’un Suriye politikasının tepeden tırnağa yeniden değerlendirilmesi ve dolayısıyla değiştirilmesi gerektiğini anlatmak için “Suriye’deki çatışmanın trajik gidişatı yeterince açık değilmiş gibi, son haftalarda çeşitli dramatik gelişmeler (Suriye’yi tekrar düşünmemeyi) imkânsız hale getirdi” diyor ve bunları şöyle sıralıyor:

Yazının Devamını Oku

Suriye’de iflâs ve Kürtlerin yeri…

8 Ekim 2015

Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu ikilisinin temsil ettiği, dış dünyada Türkiye’nin Suriye politikası olarak algılanan politika niçin iflâs etti?

Başşar Esad rejimine karşı çıktığı, Esad’ın kısa süre içinde devrileceğine bel bağladığı, bu konuda yanlış yaptığı için mi?

Hayır. Ondan değil.

Kürtlere yönelik düşmanca tavrından ötürü. Suriye politikasını, esas olarak, Kürtlerin kazanımlarını yok etmek üzerine inşa ettiği ve bunu yerine göre IŞİD’e, yerine göre Nusra’ya, kimi zaman diğer Selefi-Cihadi İslamcı gruplara (Ahrar eş-Şam gibi) kimi zaman ÖSO’ya (Özgür Suriye Ordusu) bağlı güçlere, Suriye’deki Kürtlere karşı destek vermiş olmasından ötürü.

Türkiye, tam bu noktada, hem Washington ve hem de Moskova ile “çatışmalı” bir pozisyona kendisini yerleştirmiş durumda ve tam da bu yüzden Suriye politikası “sürdürülemez” halde, bir “iflas” halinde.

Zira, birbirleriyle rekabet ve çekişme içinde bulunan ABD’den Rusya’ya tüm uluslararası çevrelerin aralarındaki “ortak payda”; neredeyse tümünün IŞİD’e karşı olmaları, IŞİD’in temsil ettiği oluşumu “uluslararası alanda bir numaralı tehdit” olarak görmeleri ve aynı şekilde, Kürtleri, Ortadoğu coğrafyasında yani “sahada” IŞİD olgusuna karşı en azimli ve etkili direniş gücü olarak görüyor olmaları.

Yani, “yanlış”, Suriye’deki Esad rejimini bir “zulüm rejimi” olarak görmekten, ona karşı çıkmaktan, hatta onun yıkılacağını ummuş olmaktan kaynaklanmıyor.

Suriye politikasının belkemiğini, “Kürtlere düşmanlık” üzerine yerleştirmiş olmaktan kaynaklanıyor.

Yazının Devamını Oku