Cengiz Çandar

AB ya da Erdoğan; demokrasi ya da…

17 Aralık 2014
Türkiye, Tayyip Erdoğan’ın “tek eli”ne aldığı, “tek parti”nin parlamento çoğunluğuna dayalı rejiminde demokrasiden saptı, otokrasiye adım adım gidiyor. Faşizm güzergâhındayız.

Demokratik değerleri savunan AB’ye, bundan ötürü “posta koyması”, tehlikeli sonuçlar vermeye aday.

Zaten, Ekrem Dumanlı’nın gözaltına alınmasının, Zaman gazetesi ve Samanyolu’na yönelik operasyonun AB’ye verdiği “işaret” de buydu. AB (ve hatta ABD) de, polis operasyonuna bu nedenle hızla tepki verdiler.

Tam bir yıldır, Erdoğan iktidarı, “paralel yapı” adlı bir “günah keçisi”nin üzerine kendisinkiler de dahil, tüm günahları yıkıyor; ve Türkiye’yi taşımak istediği yolun üzerine “anti-demokratik taşları” döşüyordu.

Bunu yaparken, bugün birinci yıldönümünde bulunduğumuz 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasının hafızalardan silinmesi, soruşturmayla ilgilenen kim varsa ezilmesi, bastırılması ve susturulmasını esas almıştı.

Oysa, dünyanın herhangi demokratik bir ülkesinde 17 Aralık benzeri bir yolsuzluk soruşturması başlasa, o ülkenin hükümetinin tek yapacağı şey, aklanmak için soruşturmanın önünü açmak olurdu.

Türkiye’de tersi oldu. Tayyip Erdoğan, 17 Aralık’ı iki birbirine zıt biçimiyle algıladı:

1. Yarım yıl önceki ülke çapındaki büyük Gezi kalkışmasının travmasını atlatamadığı sırada iktidarına yönelik çok ciddi bir tehdit olarak gördü;

Yazının Devamını Oku

“Yeni Türkiye” ya da “Ortadoğu’nun yalnız Sünni’si”…

13 Aralık 2014
Eski arkadaşlarla Beyrut’ta falezin tepesindeki kafeden Akdeniz’in üzerinde oturuyor gibiyiz.

Sağımızda solumuzda genç çiftler. Herbirinin ağzında nargile marpuçları. Arap dünyasında kadınların, genç kızların da nargile tüttürmesi adettendir. Benim yönüm güneye dönük. Güney Lübnan’a doğru, dolayısıyla İsrail, Filistin toprakları yönünde…

Bulutlar koyu, denize doğru değecekmiş gibi alçalıyor. Denizin rengini de sürekli değiştiriyorlar. Önümde Ramlet Bayda’dan Jnah’a, Ouzai’ye, havaalanı doğrultusunda güney yönünde uzanan geniş kumsala yaklaşırken patlayan dalgaların uğultusundan birbirimizi duymakta zorlanır bir sohbeti sürdürüyoruz.

Manzara pek hoş. Ama sohbetimiz “romantik” değil; “realist” siyaset üzerinde cereyan ediyor. Biri, “Körfez Zirvesi’nin bildirisine dikkat ettin mi? diye soruyor; “Çok önemli bir unsur var orada. Mısır’a tam destek vurgusu.”

Körfez oldum olası, Beyrut hayatında mevcuttur. Orada yaprak kımıldasa, Beyrut’tan “monitor edilir”. Türkiye’de konulara geniş pencereden “jepolitik parametreler”le bakma yaklaşımının pek yerleşmemiş olmasının da etkisiyle, aslında Türkiye için de anlam taşıyan gelişmeler, Türkiye’de pek dikkatle izlenmez.

Bizim Beyrut sohbetinde, “Körfez Zirvesi”nin sonuç bildirisindeki “Mısır’a tam destek”te, bizi de “ilzam eden” bir yanı olduğu sohbet ilerlediğinde ortaya çıkıyor.

Ben, “nedenini, nasılını” sormadan, Körfez Zirvesi’nin Mısır vurgusunu anlatmaya koyuluyorlar. “Körfez’in parası var, Mısır’ın adelesi. Koca bir ordusu. İran’a karşı Körfez ülkeleri kendilerini güvenliksiz hissediyorlar. Güvenlikleri açısından, ABD’ye pek güvenmiyorlar açıkçası. İran, Şii nüfuzu için her yönde faal. Bağdat, Şam, Tahran, hatta Babülmendep Boğazı’nı tutacak şekilde şimdi Yemen’in başkenti Sana… “ Dolayısıyla, Körfez ülkeleri Mısır’la çok yakın ilişkiyi zorunlu bir ‘Sünni güvenlik ekseni’ olarak arzuluyorlar.”

Körfez ülkeleri arasına Katar da dahil mi? Zira, S. Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Bahreyn ve Mısır arasında bir “zımni eksen”den söz edilecekse, buna karşı bir de “Türkiye-Katar ekseni”nden söz edilebiliyordu yakın geçmişe kadar.

Artık değil. Katar, tümüyle değilse bile büyük ölçüde sağındaki solundaki Körfez ülkelerinin ağır baskısıyla, ibresini onlara daha yakın tutmaya mecbur bırakılıyor. Eski ölçekte bir “Türkiye-Katar ekseni”nden söz edemeyiz.

Yazının Devamını Oku

Peki, önce Halep…

11 Aralık 2014
BEYRUT- On gün önce “tarihinin yok edildiği”nden –tıpkı İstanbul’da da olduğu gibi- şikayetçi olduğum Beyrut’ta, bu kez bir başka “tarihi şehir”in peşine düşmüş, onun kederini paylaşmış hissediyorum kendimi.

Halep…

Beyrut’ta gün boyu Suriye konuşuyoruz. Belgelerle, rakamlarla, sunumlarla. Aramızda bu toplantı için Şam’dan kalkmış gelen Birleşmiş Milletler görevlileri, Şam’lı sivil toplum aktivistleri, Beyrut’ta yaşamakta olan bazıları yine BM’nin çeşitli birimlerinde görev yapan Suriyeliler, ayrıca Lübnanlılar ve Suriye ile ilgili uluslararası uzmanlar ve diplomatlar...

Suriye, büyük bir felâketin içinde ve önlenemezse tarihte az raslanır cinsten, daha da büyüğüne doğru gidiyor.

Ne yapıp edip, bu “insanlık trajedisi”nin “dondurulması” şu an için elde edilebilecek en “insanca” davranış gibi geliyor, anlatılanları dinledikçe ve rakamlara tanık oldukça.
Şu sırada Suriye için “tek anlamlı” ve çok zayıf bile olsa, “gerçekleşme şansı” bulunan girişim, Birleşmiş Milletler ve Arap Birliği’nin Suriye Özel Temsilcisi sıfatını taşıyan tecrübeli diplomat Staffan De Mistura’nın Halep için elde etmeye çalıştığı “savaşın donması” girişimi; İngilizce ifadesiyle “freeze in the fighting”.

Beyrut’taki toplantımızda ilk sunumu yapmak üzere ismi yazılı olan De Mistura’nın yardımcısı Mısırlı Remzi İzzeddin Remzi’nin, kendisiyle birlikte Gaziantep’te bulunduğunu toplantının başında öğrendik. Toplantıdan çıkarken de, hafta sonunda Gaziantep sonuçlarını Suriye rejimi ile müzakere etmek için Şam’a gideceğini.

Babası İtalyan-annesi İsveçli Staffan De Mistura, bütün ömrünü silahlı çatışmaların barışçı çözümü girişimlerine harcamış, bu alanda dünyanın en deneyimli ve saygın isimlerinden biri. Onun damgasını taşıyan “savaşın donması”, sadece Halep’i kapsıyor.

Niçin sadece Halep?

Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin “Avrupa’sız” yolculuğu…

10 Aralık 2014
BEYRUT – Öyle bir otel odası vermişler ki, deniz yönündeki odamın yüksek ve geniş penceresi, doğrudan Refik Hariri’nin 2005 yılında konvoyunun havaya uçarak öldürüldüğü noktayı görüyor.

Pencereden dışarı baktığınız anda, gördüğünüz ilk nokta orası. Refik Hariri ile birlikte 21 kişinin canını alan Ortadoğu’nun dengelerini sarsan –Suriye’nin Lübnan’ı terketmesine yol açan- müthiş suikastının cereyan ettiği nokta.

Gözümü pencereden alıp, televizyona çevirdiğimde, TRT Türk’te “Ak Saray”da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile konuk Litvanya Cumhurbaşkanı Bayan Dalia Grybauskite’nin ortak basın toplantısını izliyorum.

Aynı günün sabahı, AB’nin yeni Dış Politika ve Güvenlik Baştemsilcisi, yani bir nevi AB’nin “yetkileri güçlendirilmiş Dışişleri Bakanı” olan bir başka bayan Federica Mogherini’nin Erdoğan ile görüşmesine tanık olunmuştu.

Sabah en üst düzeydeki bir AB yetkilisi, öğleden sonra bir AB üyesi ülkenin cumhurbaşkanı Ankara’da. Türkiye’nin AB yoluna yeniden mi koyuluyor acaba sorusu akla geliyor.

Yaklaşık bir hafta önce yine Beyrut’ta Türkiye ile ilgili bir gerekçeyle bulunmuştum. Bu kez, Suriye konulu bir toplantı için geldim. Türkiye’nin Suriye politikası üzerinde konuşmak üzere. Aradaki bir hafta içinde, AB’nin merkezinde, Brüksel’deydim. Mogherini’nin Erdoğan ile görüşmesinden sonraki açıklamaları ve Cumhurbaşkanı’nın Litvanyalı meslektaşıyla ortak basın toplantısında Suriye konusunda söylediklerine, doğal olarak dikkat kesiliyorum.

Erdoğan, Suriye konusunda IŞİD’e karşı Koalisyon güçleriyle işbirliği konusunda, “Henüz uçuşa yasak bölge ve güvenli bölge konusunda taahhüt edilen bir durum yok…” diyor. Suriyeli muhalif güçlerin “eğitilmesi ve donatılması” konusunda bir mutabakat bulunduğunu ama “uçuşa yasak bölge ve güvenli bölge”ye ilişkin olarak bulunmadığını vurguluyor. Arkasından, “Tabii bu mutabakat olmadığı sürece burada sağlıklı bir adım atılması da mümkün değil.”

Bu sözlerini “IŞİD’e karşı Batı’nın istediği ölçüde işbirliğini, benim Şam rejimine karşı onlardan istediğim işbirliği yerine getirilmedikçe, yapmayacağız” şeklinde anlamak, bu şekilde tercüme etmek, elbette ki, yanlış değil.

Bu sözleri, Batılı, AB üyesi bir ülkenin cumhurbaşkanının yanında rahatlıkla söylemesinin de bir anlamı olmalı.

Yazının Devamını Oku

Özlemlerin şehri...

30 Kasım 2014
Ben Beyrut'u hiç terk etmedim. 2014 yılının son günlerinde şehirle tutkulu ve duygulu bir beraberliği yine yaşarken, Beyrut için ben kitap yazsam, acaba adını ne koyardım: "Beyrut: Özlem Şehri" ya da "Beyrut: Özlemlerin Şehri" olabilirdi.

BEYRUT- İki yıl önce bu vakitlerde Beyrut Kitap Fuarı’nın geniş alanında dolaşırken, Dar el-Arabiyye el-Ûlûm adlı saygın yayınevinin sahipleri, aralarında Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik”inin de bulunduğu Türkçe’den çevirterek bastıkları kitapları gururla gösterirlerken, “İnşallah, bir sonraki fuarda sizin kitabınız için bir imza günü yaparız” demişlerdi.

Bir yıl değil ama iki yıl sonra, benim “Mezopotamya Ekspresi”ni, Beyrut’ta basılmış Arapça haliyle, Beyrut’ta görmek, ne yalan söyleyeyim, hoş bir duygu. Hele Libraire Internationale’in vitrininde “Mezopotamya Ekspresi”yle karşılaşmak…

Libraire Internationale, bana sorarsanız Beyrut’un en iyi kitapçısıdır. Her Beyrut’a geldiğimde uğramadan edemediğim ve dünyanın hiçbir yerinde bulamayacağım Ortadoğu ile ilgili birçok kitabı edinmiş olduğum yerdir.

Her içeri adımımı attığımda, 60 yıldır bu işi yapan Baron Anto, akıcı bir Türkçe’ye beni selamlamayı ve mutlaka Türk kahvesi ikram etmeyi ihmal etmemiştir. Vitrinine koyduğu ve “çok istek gördüğünü” söylediği, satışından memnun göründüğü kitabın yazarının ben olduğumu, bu kez uğradığımda şaşkınlıkla öğrendi. Belli ki yüzümü ezberlemişti ama adım ile çok ilgilenmemişti. Tanışıklığımızı “Mezopotamya Ekspresi” üzerinden pekiştirmiş olduk.

Beyrut’un “anıt” sayılabilecek kurumlarından “Filistin Çalışmaları Merkezi”nin Genel Müdürü Mahmud Suveyd’e, Merkez’in kaç yıldır o binada yerleşik olduğunu sordum. “1965’ten beri” dedi. Şaşkınlık, bu kez, bana aitti; “Yani, Filistin Kurtuluş Örgütü’nden daha bile önce!”
Beyrut, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün 1971’den İsrail’in Beyrut kuşatması ve işgali sonucunda söküldüğü 1982 yılına kadar “fiili başkenti” idi. İsrail, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü, Yasir Arafat’la birlikte Beyrut’tan uzaklaştırmıştı ama “Filistin halkının arşivi” denilebilecek ve hedefine aldığı Filistin Araştırmaları Merkezi’ni Beyrut’tan uzaklaştıramamıştı.

O saygın kurumda, “Erdoğan Türkiye’si ve Arap Komşuları: Sıfır Sorundan Sıfır Komşuya” başlıklı bir konuşma yapmak, benim için yeterince onur vericiydi. Ayrıa, bana söylendiğine göre, Merkez’de bugüne dek görülen en kalabalık dinleyici topluluklarından birinin yer aldığı toplantının açılışının, “Mezopotamya Ekspresi”nin uzun tanıtımıyla yapılmasını da, içim mutlulukla kıpırdayarak dinledim.

Çok özel duygularla bağlı bulunduğum “şehrim”, bunca yılın ortak yaşamının ve çilesine tanıklığımın karşılığını, beni ödüllendirerek bağrına basıyor gibi geldi bana.

Yazının Devamını Oku

Ankara-Washington: Mutsuz Evlilik...

27 Kasım 2014
General (Em.) John Allen’ın dinlemek için kahvaltı salonunda kendime yer aranırken, ömrü Dubai ile Kabil arasında geçen Afganlı bir medya patronu dostumla burun buruna geldim.

“Dün gece akşam yemeğinde General Allen ile birlikteydim. Petraeus’tan sonra Afganistan’daki komutan oydu. Dinleyince göreceksin, özel bir insandır; Amerikalı birçok yetkiliden çok farklıdır” dedi.

Bir gece önce “Halifax Güvenlik Forumu”na katılan 300 dolayındaki kişi, 10’ar-15’er kişilik gruplara ayrılarak Halifax’ın lokantalarına dağılmışlardı. Halifax toplantısının “ritüel”e dönüşmüş olan gelenekleri var. İlk gece (cuma), tüm katılımcılar birarada, Kanada’ya özgürlük arayan ilk göçmenlerin ayak bastığı rıhtımdaki antrepoda, Nova Scotia’nın pek övündüğü ıstakozlu akşam yemeğinde bulunurlar. İkinci gece (cumartesi) ise 15-20 kişilik gruplar, küçük kentin 15-20 lokantasını kapatır, uluslararası gündemin konu başlıklarını tartışırlar.

AKP’nin eski Çankırı Milletvekili Suat Kınıklıoğlu ile birbirimizden habersiz olarak, “ilk tercih” olarak “Siyasi İslam?” başlıklı grubu işaretlemişiz. İkimiz “Siyasi İslam?” konulu tartışma grubunda yer aldık.

Suat Kınıklıoğlu, Türkiye’de gerçek anlamda “düşünce kuruluşu” deneyimi en fazla olan kişilerin başında gelir. Bir dönem, German Marshall Fund isimli önemli düşünce kuruluşun Türkiye temsilcisiydi. Şimdi Stratim’in (Stratejik İletişim Merkezi) direktörü. O kurdu, başkanlığını eski dışişleri bakanı Yaşar Yakış yapıyor. Suat, bir süredir de Washington’da “Obama’nın düşünce kuruluşu” diye ün yapan Center for American Progress’te.

Halifax’ta “Siyasi İslam?” başlıklı toplantıya katılacak grubumuzu bulmak için, sohbeti kesip davrandığımızda, Abdullah Gül’e “Gelmiyor musunuz?” diye sorduk. O, “Enerji” konulu olan tartışma grubu ile yemeğe gidiyordu. “Siyasi İslam?” başlıklı olanı niçin işaretlemediğini, gülerek, kinayeli biçimde söyledi bize.

Libyalı ve Suriyeli genç kadın ve erkeklerden, Amerikalı yaşlı akademisyenlere, BBC’nin dış politikada bir numaralı muhabiri unvanını taşıyan, ömrü Pakistan, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Afrika’da geçmiş Kanadalı Lyse Doucet’e uzanan renkli ve canlı bir tartışma topluluğuydu bizimki. Ama bence Halifax’ın hiçbir toplantısı, Pazar sabahı General John Allen’ın sunumu kadar ilginç olamazdı.

John Allen, Obama’nın yani ABD’nin IŞİD’e karşı Koalisyon’dan sorumlu şahsiyeti. Görevi, 60 ülkeyi biraraya getirmek, eşgüdüm sağlamak, IŞİD’e karşı askeri harekâtı yönetmek. Kısacası, görevi “IŞİD’i yenmek.”

John Allen’ın verdiği izlenim, böyle bir iş için

Yazının Devamını Oku

Kanada'daki 'onur konuğu': Abdullah Gül...

23 Kasım 2014
Abdullah Gül'ün Halifax'ta bulunuyor olmasının, uluslararası güvenlik gündemini oluşturan tüm konuların konuşulduğu bir foruma katılması, Türkiye'nin yakın gelecekteki siyasi profili bakımından üzerinde durmaya değer olabilir.

HALİFAX- Demokrat Virginia Senatörü Tim Kaine, o kadar çok nükteli ve uzun bir konuşma yaptı ki, sözü, yanı başında duran Cumhuriyetçi Arizona Senatörü John McCain aldığında, onun neler diyeceği merakla bekleniyordu.

John McCain, “kendimi Zsa Zsa Gabor’un beşinci kocası gibi hissediyorum” diye başladı. Böyle bir girişten nereye varacağı, haliyle daha da merak uyandırdı. Devam etti:

“Evliliklerinin ilk gecesinde, ne yapacağımı biliyorum ama nasıl ilginç olacağımı bilemiyorum.”

Dünyanın 60 ülkesinden devlet ve siyaset adamları, politikacılar, üst rütbeli komutanlar, akademisyenler, uzmanlar ve kanaat önderlerinden oluşan yüzlerce kişi kahkahayı koyuverdi.

McCain, konuşmasının sonunu Halifax belediye başkanını selamlayarak bağlarken, bir anekdot aktardı. Arizona Senatörü seçildiği 28 yıl önce, seçildiği gece, sabaha karşı saat 02’de bir tanıdığından gelen telefonla uyandırılmış. Telefondaki sesin Chandler şehrinin çöp sorununun nasıl çözüleceği konusunda kendisine taleplerini sıralamaya başlamış. McCain, muhatabına “Bütün bunları Belediye Başkanı’na söylesen daha doğru olmaz mı?” diyecek olduğunda, “Öylesine önemli bir kişiyi, bu saatte rahatsız etmem doğru olmaz” cevabını almış.

ABD’nin saygın senatörü, “Şeref Masası”nda Abdullah Gül’ün yanındaki yerini almak üzere kürsüden inerken, salon yine kahkahalarla çınlıyordu.

Kanada’nın kuzeydoğu bölgesinde Halifax’tayım. Üst üste üçüncü kez aynı tarihte. Halifax Uluslararası Güvenlik Forumu’nun altıncısı bu kez. Artık “dünyanın en önemli üç güvenlik konferansı” arasından sayılmak ile övünüyor.

Bugüne kadar ki en kalabalık Amerikan katılımı da bu yıl gerçekleşti. İlk günden bu yana Halifax’ı hiç kaçırmamış olan John McCain ve iki yıldır katılan Tim Kaine’e bu yıl bir de “geleceğin ABD Başkanı” muamelesi gören Texas’ın ilk Küba kökenli “Latino” kimlikli Cumhuriyetçi Senatörü Ted Cruz eklendi. 2008’de Obama’ya karşı Cumhuriyetçi başkan adayı olan 1936 doğumlu McCain, 1970 doğumlu Ted Cruz’un ABD Başkan adayı olacağını Halifax Forumu’nun akşam yemeği konuşmasında ima etti.

Yazının Devamını Oku

"Yeni Türkiye"ye "yeni Washington" ...

22 Kasım 2014
WASHINGTON- MEI yani “Middle East Institute” (Orta Doğu Enstitüsü) yıllık toplantısını Washington’un merkezinde Hyatt Regency otelinin kocaman bir salonunda niçin yapmak istediğini, kürsüde yerime oturduğumda anladım.

Salon, kürsüden bakıldığında en arkadaki insanlar seçilemeyecek kadar büyük, bir hayli de genişti.

1000’e yakın insan. Washington için pek olağan bir toplantı rakamı değil. Çok kalabalık. Konu, Ortadoğu ve IŞİD sözcükleri olunca, besbelli, Washington’da mıknatıs etkisi yapıyor

MEI’nin konuşmacı olarak daha önce katılmış olduğum toplantı 2010 yılındaydı. O sıralarda Amerikan başkentinde Türkiye tartışma konusuydu ve iki konuda eleştiri oklarının hedefiydi. BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yönelik yaptırımlara Türkiye’nin Brezilya ile birlikte “hayır” oyu vermesinden ve Mavi Marmara olayından ötürü İsrail ile ters düşmüş olmasndan ötürü.

ABD”nin prestijini ortaya koyduğu bir konuda, ona karşı İran ile saf tutar görünmesi, Washington’u sinirlendirmişti. İsrail yanlısı çevrelerin çok güçlü olduğu şehirde, Mavi Marmara nedeniyle İsrail ile yaşanan gerginlik de, Amerikan başkentindeki havayı Türkiye’ye karşı zehirlemişti.

“Türkiye yanlıları”nın başını çeken Robert Wexler de Türkiye’ye ağır eleştiriler yöneltmekten çekinmiyordu. O panelde yanımdaki Wexler’e karşı Türkiye’yi savunma işini ben üstlenmiştim. Aynı sırada, Washington’da lobi yapmakta olan AKP heyeti, isteğinin tam tersi yönde tepkiye sebep oluyordu.

1986 yılından beri çok kez gidip geldiğim, Türk-Amerikan ilişkilerinin çok değişik zamanlarına, ilişkilerdeki gelgitlere tanık olduğum ve üstelik 1999-2000 yıllarında yaşayarak “içinden” de izleme tecrübesini edindiğim Washington’da o 2010 yazında olduğu kadar, Türkiye aleyhinde esen bir “olumsuz” havaya hiç tanık olmamıştım.

Ne ilginçtir ki, o hava, kısa süre sonra yerini olabilecek en sıcak ilişkilerin hüküm sürdüğü havaya bıraktı. Kanada başkenti Ottawa’da yapılan G-20 Zirvesi’nden sonra. Üstelik, Ottawa’da Obama’nın Tayyip Erdoğan’a çok kötü davrandığını, toplantıya katılanlardan öğrenmiştim.

Anlaşılan Obama’nın eteğindeki taşları Ottawa’da dökmüş ve ardından, Obama ile Erdoğan, ABD ile Türkiye arasındaki ilişkiler “altın çağı”na girmişti. Dört yıla yakın süre ilişkiler imrenilecek bir yakınlıkta sürdü gitti.

Yazının Devamını Oku