Bu sözler, “Ak Saray’daki yeni cumhurbaşkanlığı protokolü’ne dair HDP Eş Genelbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın söyledikleri.
Demirtaş, Türkiye Cumhurbaşkanı’na baktığında, aklına 46 Osmanlı padişahı arasında Deli İbrahim geliyor.
Gerçi o da “ecdadımız”dan biri ama, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, Osmanlı padişahları arasında benzetilmek istemeyeceği bir-iki kişi varsa, bunlardan birisinin “Deli İbrahim” olacağından kuşku duymamalıyız.
Türkiye’de uzun zamandır hasret kalınmış olan bir “mizah patlaması”na yol açmış ve Selahattin Demirtaş’taki “espri nosyonu”nu ortaya çıkartmış olsa da, Tayyip Erdoğan’ın gösteriş ve debdebe merakının vardığı son noktanın ortaya çıkarttığı iki önemli husus var:
1. Bir “tarih safsatası”nın, Türkiye’de cumhurbaşkanlığı protokolü haline getirilerek kurumlaştırılmaya kalkışılması;
2. Tarihteki “16 Türk devleti”nin simgesel canlandırılması merakıyla “İslâmcı” Cumhurbaşkanı’nın, 8’i İslâmiyet öncesi Türk devleti sayılabilecek olanları kendisine referans alması ve böylece “ırkçı milliyetçiliğe” göz kırpan bir anlayışa sapması.
Bundan beş yıl önce, birlikte olduğumuz bir televizyon programında, tarihçi Prof. Hakan Erdem, “16 Türk devleti” için “Onların bir bölümü Türk değildir, bazıları da devlet değildir” demişti.
Daha öncesi de varmış. Murat Belge, 2005’te (26 Ekim) Radikal’de yazmış. “Gelelim 16 Türk devletine” başlıklı köşe yazısında, “Kemalist ve milliyetçi” olduğunu belirttiği Prof. Coşkun Üçok’un 1987’de “Tarih ve Toplum” dergisinde yayımlanmış bir yazısından alıntı yapmış. Coşkun Üçok’un satırları:
İsrail’in saygın gazetesi Haaretz, “Netanyahu’nun Paris görüntüsü bir PR felâketiydi” diye başlık attı.
Pazar günü Paris’te bir milyon insanın yürüdüğü 1944 yılından beri tanık olanan büyük gösterinin en ön sırasında Benjamin Netanyahu’yu balkonlara el sallarken gördüğümde, benim içimden de, muhtemelen on milyonlarca insanın içinden de geçmiş olan duygu geçmişti.
İsrail Başbakanı, besbelli, seçim arefesinde Charlie Hebdo katliamını kendi adına bir “siyasi istismar” vesilesi olarak değerlendirmek istiyordu.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Ankara’da önceki gün Filistin Yönetimi Başkanı Abu Mazen ile ortak basın toplantısında (Mahmud Abbas) bu on milyonlarca insanın duygularını paylaşırcasına, “Soruyorum, Gazze'de 2 bin 500 kişiyi katletmek suretiyle bir devlet terörü estiren bu zatın el sallamasına siz nasıl bakıyorsunuz? Sanki tribünde insanlar onu çok heyecanla orada beklemişler gibi onlara el sallıyor. Hangi yüzle oraya gitti onu da tabii anlamakta zorlanıyorum" dedi.
IŞİD'den el-Kaide'ye türlü çeşitli formlarına karşı uluslararası mücadelede beraber olmalı, hatta başı çekmeliyiz.
Paris’te “Cezayir kökenli Fransız vatandaşları”nın kurşunlarına hedef olup öldürülenlerin en yaşlısı Georges Wolinski. Der Spiegel, 80 yaşındaki “usta”yı, bir diğeriyle, 76 yaşındaki Jean Cabut (Cabu) ile birlikte anarak, şu satırlarla tanıtıyor:
“Georges Wolinski de, Cabu ve Charlie Hebdo’nun bütün birinci kuşağı gibi, 1960’ların ruh ikliminde oluşmuş bir figürdü –hedonistçe, özgürlükçü, anarşik ve neşeli- sansüre, ırkçılığa, Cezayir Savaşı’na, de Gaulle ve dar kafalı ve donuk Fransa’ya karşı çıkmış bir insan.”
Georges Wolinski, katledilen diğer Charlie Hebdo çizerleriyle birlikte Cezayir Savaşı döneminde Cezayir halkının yanında yer almış olan Frantz Fanon’dan Jean-Paul Sartre’a, Marguerite Duras’dan Simone de Beauvoir’e, André Breton’dan Laurent Schwarz’a, Simone Signoret’den François Truffaut’ya uzanan Fransa entelektüel geleneğinin bir devamıydı.
1960’lar dünyasını ve öncesini yaşamış olan insanlar için, Cezayir Savaşı’nın anıları ve bilgi dağarcıklarında çok özel bir yeri vardır. Jean-Paul Sartre adıyla simgelenen tüm kalburüstü Fransız aydınlarının savaşa karşı Cezayir halkıyla dayanışmaları da unutamazlar. O insanların, Georges Wolinski’nin alçakça öldürülmesine ilişkin infial duyguları, haliyle, daha bir keskin olabilir.
Savaşta, bir buçuk milyon Cezayirli Müslüman hayatını kaybetti. Savaş, Cezayir’e “Bir buçuk milyon şehidin ülkesi” sıfatıyla saygınlık kazandıran büyük bir destandı. Filistinlilerin İsrail’e karşı Yasir Arafat ve Abu Cihad gibi önderleriyle başlattıkları mücadelenin bir numaralı ilham kaynağı olmuştu. Cezayir, tüm “Üçüncü Dünya”nın “mazlum halkları” için 1960’ların Vietnam Savaşı’ndan önceki en etkileyici örneğiydi.
İki sebepten ötürü. İlki, “atanmış başbakan” olduğu için. Dolayısıyla, Haziran 2015 seçimlerine kadar olan süreyi –daha da önce de yazmış olduğum gibi- “rüştünü ispat” bakımından elverişli görmüyordum.
Bir de, herşeye rağmen, Davutoğlu’nun “akademik kişiliği”ni, “entelektüel donanımı”nı önemsediğim için, günlük köşe yazılarına onu konu etmekten beni alıkoyan bir şeyler vardı.
Ne var ki, entelektüel nitelikleri olduğu düşünülen ve onca yıl dışişleri bakanı sıfatı taşımış birisinden duyulmasında hayret uyandıracak bir yol tutturdu. Salı konuşmasına da, AKP yönetimine yapışan “Batı karşıtı söylem” ve “uluslararası medyadan şikayet” damgasını vurmuştu.
Dünyanın Türkiye karşıtlığının kökünü Davos 2009’daki “one minute”a dayandıran (dolayısıyla ABD ve İsrail’in kastedildiği anlaşılıyor) Davutoğlu’nun konuşmasının şu bölümü, aslında AKP iktidarının “dünyaya bakışı”nın ve kendisine dair “hayal dünyası”nın bir özetiydi:
“… Bunu One Minute’a kadar götürebilirsiniz ama son dört yılda uluslararası medyanın her türlü karalamasına maruz kaldık. Tek hedefleri vardı bir başarı hikayesini karalamak. Neden? Soğuk Savaş’tan bu yana İslam dünyası hep bir kara dünya olarak nitelendirildi. Bir hikaye tüm bu algıyı bozdu. Ak Partinin başarı hikayesi sürekli karalanan İslam dünyası mazlum milletlerin hepsinde bir ümit uyandırdı. Bu başarı hikayesini karalama çabası var. Bu bir yıl içinde iki iddia sürekli gündeme tutuldu: 1 - Otoriterleşme iddiası 2- Türkiye’nin teröre destek verdiği iddiası. Ortadoğu’daki gençler Ak Parti’nin başarı hikayesini görerek yola çıktılar… Makedonya’da bana demişlerdi ki, ‘bize bayrak gönderir misiniz.’ Ben de dedim ki sadece bayrak değil isteyen herkese bayrakla beraber, Türkçe mealli Kuran-ı Kerim ve Türkçe sözlük de göndereceğiz.”
Bu sözler, her sözcüğü üzerinden tartışmaya muhtaç.
Bu arada, Davutoğlu’ndan anlaşıldığı kadarıyla Türkiye’de “otoriterleşme” yok; bu, Türkiye’nin, “Ak Parti’nin tüm İslam dünyasında yarattığı heyecan”dan ötürü yolunu kesmek için “uluslararası medya”nın bir “iddiası”ndan ibaret.
Davutoğlu, bu sözleri sarfettiği sırada, yıllardır Türkiye’de yaşayan Hollandalı gazeteci Frederika Geerdink’i ipe sapa gelmez bir gerekçeyle Diyarbakır’da gözaltına alınmıştı. Hem de Hollanda Dışişleri Bakanı Bert Koenders, Ankara’da iken.
Bir mizah dergisinin genel yayın yönetmeni ve sanatçılarına yönelik bu “taamüden katil”in saldırganlar ile aynı dinin mensubu ya da en azından aynı “kültür havzası”nın içinde bulunan kişiler olmamızdan ötürü, hepimizi ve her birimizi neredeyse ölümcül biçimde yaralayan bir yanı var Paris’teki saldırının.
Bu “teröristler”le bizim ne işimiz olabilir? Bunlar İslam’ı temsil etmiyorlar? Terörün dini olmaz. Katilin dini olmaz, vs. gibi söyleme beyhude yere başvurmayalım.
11 Eylül’den sonra dünyanın her yerinde neler olduğunu, Müslümanların nasıl bir sıkıntı ile yüz yüze kaldıklarını hatırlayalım. Aradan yaklaşık 14 yıl geçtikten sonra Paris’te girişilen böyle bir saldırı, benzeri “refleksleri” harekete geçirecektir.
Paris’in ünlü meydanı Place de la Republique’e toplanan yüzbinlerce insanın görüntülerine bakıyorum. Avrupa’nın her yerinde, ülkemizin bir parçası olarak kendisini görmek istediği ve “siyasi entegrasyon” peşinde yarım yüzyıldır koştuğu kıt’anın her yanında her birimizin utancına yol açacak, her birimizin, hiç değilse, yakın geleceğini sıkıntılı bir duruma sokacak tepkilerin ve birikimin ipuçlarını seziyorum.
Olayı hiçbir şekilde hafife alamayız. En başta, biz Müslüman dünyanın bireyleri ve toplumları alamayız, almamalıyız. Bizlerin, yani Müslüman dünyada yer alanların hiç yapmaması gereken en önemli şey, “Terörü İslam’la ilişkilendirmek doğru değil” gibisinden sözlerle iktifa etmeye kalkışmak.
Terör, elbette İslam ile ilişkilendirilmez ama pekalâ “İslamcılar” ile ilişkilendirilmesi gereken de bir olgu. “İslamcılar” ise zaten “İslam adına” hareket ettiklerini söyleyen “aktivistler.”
Türkiye’nin yetkilileri, kuru kınama açıklamaları yerine, Türkiye ile, Türkiye’nin anladığı İslam ile, Türkiye’nin Müslümanları ile “İslamcılar” arasına geçişi olmayacak, kesin, kalın ve derin bir çizgi çekmek zorundadırlar.
Bu bakımdan, Cumhurbaşkanlığı’nın yaptığı kınama açıklaması da, yetersizdir. “Terörün dini ve milliyeti olamaz” dediği için yetersizdir. Çünkü, bu ibare pek basmakalıptır. 7 Ocak olayının içerdiği anlam ve boyuta, bundan önce defalarca kullanılmış bir ifadeye başvurup, böyle tavır almakla yetinilemez.
Meclis Soruşturma Komisyonu’nun 9’a 5 oyla, daha doğrusu AKP’li üyelerin oylarıyla 4 eski bakanın Yüce Divan’a sevkine gerek olmadığı kararını alması üzerine dün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan şunları söyledi:
“17-25 Aralık iddiaları, 30 Mart ve ardından 10 Ağustos seçimlerinde millet tarafından yargılanmıştır, millet kararını sandıkta vermiştir. Asıl önemlisi, 17-25 aralık mahkemelerde yargılanmış ve oyun o mahkemelerde bozulmuştur. Şimdi yargı içindeki birtakım odakların, siyaseti dizayn etme arzularına öyle umuyorum ki izin verilmeyecektir.”
Son cümlesi, Komisyon kararı TBMM Genel Kurulu’nun oylarına sunulduğu vakit, AKP grubuna nasıl oy kullanması gerektiğine dair bir “talimat” gibi de algılanabilir.
“Millet bu konuda kararını zaten 30 Mart ve 10 Ağustos’ta verdi. Şimdi siz de bunu onaylayacaksınız. Bu iş kapatılacak, biz de işimize bakacağız” demiş oluyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 4 bakanın Yüce Divan’da “aklanması”na “yeşil ışık” yakmadığı günler öncesinden biliniyordu. “Havuz Medyası”nın yayınları ve iktidar çevrelerinih Yüce Divan görevi görecek olan Anayasa Mahkemesi’ne yönelik aleyhte kampanyasından, Meclis Soruşturma Komisyonu’nun kararının böyle çıkacağı zaten belliydi.
Tayyip Erdoğan’ın, 4 eski bakanının Yüce Divan’da yargılanarak “aklanmak”tansa, kamu vicdanında “karalanmaya devam etmeleri”ni yeğ tuttuğu anlaşılıyordu.
Bunu karşılamak için, başvurduğu yöntem, her defasında ortaya koyduğu “En iyi savunma hücumdur” anlayışına uygun olarak, söz konusu iddialar ile “17-25 Aralık darbe girişimi” bağlantısını kurmak ve “Cemaat”in “üzerine üzerine gidileceği” konusunda iman tazelemek. Dün de böyle yaptı.
“Akademisyen Ahmet Davutoğlu”
Özellikle, Türkiye'de "gazetecilik" denilen alanın büyük ölçüde öldüğü, öldürüldüğü ya da can çekiştiği şu son birkaç yıldır...
Yıl sonuna yaklaşıldığında arkada bırakılmakta olan bir yılın hesabı çeşitli biçimlerde tutulur genellikle. Aynı durum bireyler için de söz konusudur.
Bu yapılırken, kendiliğinden bir amaç da güdülür. Yeni yıl ile birlikte “yenilenme” ihtiyacı da, geçmiş yılın tutulan hesabıyla birlikte gelir.
Bir yıldan daha geriye gittim. 2013 yılında Gezi patlak verdiği günden beri yazdıklarıma baktım. Zira, Gezi, -birçok insan için olduğu gibi, benim için de- iktidar ile köprülerin atıldığı- bir “kırılma noktası”na işaret ediyordu.
Tayyip Erdoğan’ın Gezi’ye ilişkin takındığı tavrı “kaçınılmaz” görenlerden, bu konuya “determinist” bir yaklaşımla bakanlardan değilim. Farklı davranabilirdi. Gezi’ye farklı davranılsa ve farklı yaklaşılsa, sonrası ve bugün –ve dolayısıyla Türkiye’nin yarını- çok daha farklı olabilirdi.
Erdoğan’ın farklı –yani olması gerektiği gibi, yani doğru davranabilmesinin mümkün olduğu kanısını koruduğum için, yani “Erdoğan yanlışları”na “determinist” bir gözlükle bakmadığım için; Erdoğan tarafından “aldatılmış” olmak veya “aldanmış” olmak gibi “size gibi yetmez ama evetçiler” gibisinden, Tayyip Erdoğan’ın “günahlarından sorumlu tutulduğum” suçlamalardan da etkilenmedim.
Kuşkusuz hatadan “münezzeh” değiliz. Hele, yıllardır haftada ortalama dört yazı yazan birisinin her yazısının, her yazısındaki her satırın, her sözcüğün doğru olması mümkün olamaz.
Böyle olacak olmasının başlıca sebepler var. Biri, malûm, bu yıl Ermeni Soykırımı’nın 100. Yıldönümü. Bütün bir Ermeni diasporasını canlı ve Türkiye’yi hedef alan bir faaliyet içine sokacak “simgesel” bir özelliği var 2015’in.
Tabii, uluslararası sahada Türkiye ile sorunlu olan ya da Türkiye’nin bir “ders” almasını isteyen kim varsa, Ermeni dosyasının arkasına gizlenerek de, “atış” yapabilecek.
Türkiye, 100. Yıldönümü vesilesiyle muhatap olacağı söz konusu kampanyanın etkilerini çok azaltabilecek adımları atmakta zaten çok gecikmişti; ama bu yıl içinde atması hiç beklenemez.
Zira, 2015, bir “kader seçimi” niteliğinde seçim yılı Türkiye’de. Seçim yıllarının, ülkeler için “radikal adım” atmaları bakımından en uygunsuz, en imkânsız yıllar olmaları bir yana, Türkiye’deki iktidar bu konuda adım atmaya zaten hiç teşne görünmüyor.
Türkiye’de iktidar partisinin başında seçime girecek olan kişinin Başbakan Ahmet Davutoğlu olması da, Türkiye’nin 2015’teki uluslararası konumu ve dış politika tercihleri açısından bir başka ciddi “handikapı”nı oluşturuyor.
AKP, 2002’de iktidara geldiği genel seçimlerden beri ilk kez Tayyip Erdoğan dışında bir genel başkanın altında seçimlere girecek. Yüzde 34’le başladı, 2007’de yüzde 47’yi, 2011’de yüzde 50’yi buldu; Tayyip Erdoğan ile girdiği son seçim, “17-25 Aralık krizi”ni izleyen 2014’teki (30 Mart) yerel seçim idi ve ondan da yüzde 45 dolayında sağlam bir oy çoğunluğuyla çıktı.
Ahmet Davutoğlu, şimdi “siyasi rüştünü ispat” zorunda. Hem Türkiye önünde, hem AKP’ye karşı ve hem de bizzat kendisini eliyle başbakan –daha önce de dışişleri bakanı- yapmış olan Tayyip Erdoğan’a karşısında.
Onu elinden tutup oraya getirmiş olan kişinin ondan beklediği, kendi gündemini uygulaması için gerekli bir oy oranı ile AKP’ye zafer getirmesi. Ancak, AKP’nin Ahmet Davutoğlu önderliğinde sağlayacağı zaferin, geçmişte Tayyip Erdoğan’ın elde ettiklerinin üzerine çıkmaması, hiç değilse onu “egale” dahi etmemesi gerekiyor ki, Tayyip Erdoğan ismi gölgelenmesin; Ahmet Davutoğlu “