Madem başbaşa kaldık ve bugün sizin gününüz, bulduğunuz her fırsatta, Külkedisi’nin 2 cazgır üvey kardeşi gibi bol bol şımarın. Fırsat çıkmıyorsa, yaratın. Çoluk çocuğunuz ve kocanız “Yahu ne oldu sana böyle? Bir garip haller geldi üstüne” derlerse... “364 gün, 6 saat canıma okuyorsunuz zaten” diyerek, onlara gerçekleri hatırlatın.
NEŞELİ ÖNERİ DE ZOR
Ev işlerine dokunmayın. Yemek yapmayın. İş yerinde kendinizi fazladan paralamayın. Diyetti püsürdü, nereye kadar? Otlamaya alışmış midenizi debdebeli hamurlara, şaşaalı tatlılara bir kahraman gibi açın. Şu bana yakışmaz, bu beni güzel göstermez diye düşünmeyin, elinize ilk gelen en rahat şeyi üzerinize geçirin, makyajınızı silin, kadın arkadaşlarınızla buluşup felekten bir gün geçirin. İsterseniz dedikodunun gıybetin dibine vurun. İsterseniz sessizliğin kardeşi olun.
Aaaay çatladım vallaha. Sana şurada 2 neşeli öneri yapmak adına. Ve fakat inan çok zorlandım. Çünkü bugün söz verdim kendi kendime. Dünya Kadınlar Günü’nde seni de kendimi de üzmemeye... Kadınlara yönelik şiddet, taciz, cinayet istatistiklerinden bahsetmemeye...
EMPATİ YAPTIRABİLSEK
Keşke şunu yapabilseydik... Hani 23 Nisan’da 10 dakikalığına çocukları başbakan, cumhurbaşkanı, okulun müdürü yapıyoruz ya. Bugün de kadınlara eziyet çektiren memleketteki bütün erkekleri o öldürdükleri, dövdükleri, tecavüz ettikleri, çocuk yaşta evlendirdikleri, psikolojik şiddet uyguladıkları, ezdikleri, hor gördükleri, küçümseyip aşağıladıkları kadının yerine geçirebilseydik.
Oh gelsin gökkuşağı meyveler, yeşil saçlı sebzeler...
Boğazımızdan lıkır lıkır akıp giden mutlu sütler, “Kan yapar” diye ağzımıza zorla tıkıştırılan neşeli ciğerler...
Sonra 90’lı yılların ortalarında bir yerlerde “GDO” kelimesi gelip çöktü Godzilla gibi tepemize.
“Ayol sakın yemeyin! Buğdaydan sonra mısırı da maymun ettiler” dedi komşu Nihal teyze, Jaws’ın müziği eşliğinde.
Dört bir yanımızı hormonlu çilekler, domatesler; gözümüzü başımızı da tikler sardı.
Avrupa sınırları kapılarını bir gün bibere, ertesi gün salatalığa kapattı.
Sakın kıskanma orada gördüğün sırt çantalı, dünya vatandaşı, doğuştan makyajlı Barbie bebekleri ve üçgen vücutlu, kaslı, hovarda kelebekleri; inan onların da var şırıl şırıl burunlarından akan, insani ve sivilceli dertleri...
Mesela açıp baksan instagram’daki benim bile çizgi film hafifliğindeki hayatıma “oh” dersin, “Maşallah han’fendi sürekli pofur pofur pamuk şeker bulutlar arasında gezmekte, gün batımlarının yolunu gözlemekte.”
Bilsen 3-5 fotoğraf arasında en az bir kez kalbim ölmekte. Ya da en iyi ihtimal hayatın alarm zilleri çalıp zır zır ötmekte.
Kaç kez çocuğunu doktorlara götürdün, hastalanıp yatak döşek yattın, sevdiklerin için yoğun bakım kapısında bekledin, sararıp solanları uğurlamak üzere mezarlıklara gittin, sıkıntılardan sıkıntılar beğendin, avucunda kaç defa gümbür gümbür yüreğini hissettin?
Sırf bu sene.
E hayat böyle.
Seni beklemeden önden önden koşturup gidiyor yine. Sıkıcı bir iş yapıyorsan lastik gibi uzar da uzar ya saniyeler... Hayat ağır çekimde kaplumbağa misali ilerler. Kalbinde küt küt atıp, kafana bir bir vurur saniyeler... Ama şimdi tatil ya canımın içi. Bu zaman dediğin zalim şey kahkahalar ata ata, kan ter içinde peşinden koşturtup, maymun edecek seni.
Acaba öyle mi yapalım, yoksa şöyle mi derken, bak yine geldik tatlı mı tatlı bir tatilin sonlarına. Ve fakat yine kavuşamadık huzura. Hani İzmir’in bir ucundan bir ucuna bisikletle gidecektik? Ara ara mola verip yeni yerlerde yeni nohut pilavlar deneyecektik... Folkart’taki Chema Madoz sergisinden çıkıp Arkas’taki Su Manzaraları sergisini gezecektik.
BİSİKLET MEDENİYET
Bir kere bayılıyorum ve inanamıyorum İzmir’in bu “altından gir, üstünden çık” bisiklet yollarına. “Üçkuyular’dan pedal çevirmeye başla, Sasalı’daki kuş cennetinden çık” lüksü kaç şehirde var? Lütfen, söyle bana. Bisikletli şehirlere hep özenirdin ya eski zamanlarda. Pılını pırtını toplayıp oralara yerleşmek isterdin... Bisikletlerin varlığı ve yolları, bir şehirdeki medeniyetin en büyük göstergesi derdin. Kız sen İzmir’in neresindensin bilmem ama... Mutlaka ama mutlaka yakınlarında bir yerlerde bisiklet yolu çıkar karşına.
Hadi tatil bitmeden toparla çocukları, güzel bir rota çiz, asıl pedala... Bunun gibi kafandaki bir sürü güzel programı, hayat gibi erteleme başka baharlara... Mis gibi bir tatil geçiresiniz diye, İzmir elinden geleni yapıyor. İnan bana.
Sanki online ya da canlı coğrafya dersindeyim. Az sonra öğretmenim Melis Hanım yanımda belirecek, “Evladım bak, al işte sana Cebelitarık Boğazı” diyecek.
Ah keşke, bütün dersleri böyle işleseydik ya hocam. O zaman asla unutmazdım bütün konuları. Beynime beynime kazınırdı tüm detayları. Çaktırmadan bir midye kabuğunu cebime atıyorum. İzmir’e götürmek üzere. 3 tel saçım benden kopup, çoktan rüzgarın peşine takıldı. İlelebet Tanca’da kalma niyetiyle.
Bu nasıl bir mutluluk
Doğa her daim mutluluk verir senin gibi bana da. Ama işte bak geldik 2 haftalık bir yolculuğun daha sonuna.
Seyyahların Prensi İbni Battuta’nın seyahatnamesinin peşinde belgeselimizin ilk etabını tamamladık. İnan çoook eski yıllarda zor bulunurdu Türkiye’yi bilip tanıyan yurt dışında. Bir kere Taş Devri esnasında trenle Japonya’yı katetmiş, şehrimin adını duyan tek bir Allah’ın kuluna rast gelmemiştim.
Sokak o kadar dar ki... Bakalım kim kime yol verecek? Kimin egosu kiminkini tepetaklak yere serecek? Tabii ki sen eşekle eşek olma, nazik bir reveransla çekil kenara. Bırak, önce eşekçik geçsin büyüklük sende kalsın canımın içi.
Fes dünyanın en eski şehirlerinden biri. 9 bin sokağıyla labirent sanki. Fotoğrafını çekmelere doyamazsın, her bir karesi filmlerden fırlamış gibi. Hani rüyalarında bilmediğin sokaklarda kaybolur da kaybolursun, bir türlü aydınlığa çıkamazsın ya. Zaten rüya değil kabus de onlara. İşte bu yüzden mutlaka yerel bir rehber bul Fes’te kendine. Masalın içinde rahatça dolaşmak için izin ver kendine.
HER BİRİ FARKLI DÜNYA
Fas’a ilk gelişimde Atlas dağlarında kamp yapmış, devasa kanyonlara gerilen halatlarla şeytan köprülerini aşmış, köylerdeki Berberiler’in yemeklerini paylaşmış, Marakeş’te yılan oynatıcıları ve büyücülerin arasında dolaşmıştık. Eskiler bilir; artık günümüzde yapılmayan bir müsabaka (Camel Trophy) hatırına.
İkinci gelişimde kocası çirkin mi çirkin Arzum Onan’ı timsahlar yesin ve kendisi rahatça sevgilisiyle kırıştırsın diye Fas’ta nehre atmış, Arzum Onan kurtulup estetik ameliyatla fıstık gibi olmuş ve intikamın soğuk yenen bir tatlı cinsi olduğunun farkına varmış olarak yeniden doğmuştu. Kocası tanımayıp ona aşık olacak, o da çatır çatır intikamını alacaktı.
“Başardıııık!”
Deli falan değiller. 54 yıl önce kesilmiş bir randevuda buluşabilmenin zevkini çıkarıyorlar. Çatır çatır.
Sabredin. Filmi önce 1945’e sarmam lazım.
2. Dünya Savaşı yeni bitmiş. Çocuk, Karaköy’de bir şirkette getir götürcü. Yaşı 17. Saint Michelle Lisesi’ni yeni bitirmiş. Ve fakir. İlerde “İshak Alaton” olacak, o sıralar haberi yok. Kız, aynı şirkette daktilocu. “Kızım şunu yaz, şimdi de bunu!” en çok duyduğu laf. O da aynı yaşlarda. Adı Ayten Aktolga. Zamanla dost oluyorlar. İshak, Ayten’e Fransızca öğretirken, Ayten Belediye Orkestrası’nda çello çalan ablasından biletleri kapıp İshak’ı Saray Sineması’ndaki konserlere götürüyor. İshak, klasik müziğe aşık oluyor.
Bu sıralarda bir gün Ayten durup dururken “2000 yılı hayatta gelmez” diyor ve konu açılıyor. “Gelse de göremeyiz!”... “Peki ya görürsek?” 2000, o zaman bilimkurgu gibi bir şey; yine de bir söz veriyorlar: “Yaşıyor olursak, 1 Ocak 2000’de saat tam 12.00’de Taksim’de buluşalım.”
Bugünkü İshak Alaton; “Şimdi 2100 senin için nasıl ulaşılmazsa, bizim için de 2000 öyleydi. Yer Taksim’di, çünkü o zaman Şişli’den sonrası dutluktu.”
Bir kere “dikiş makinesi” başlı başına nostaljik bir kelime. Alır seni zaman makinesine koyar, paldır küldür sittin sene öncesine ışınlar.
Bak, saçların iki kuyruk. Üzerinde siyah önlük, omuzlarında beyaz yaka. Heyecanla dönmüşsün eve. Almanca Burda dergisini incelemeye. Annen kumaşlar almış, dergiden patron çıkarıyor. Sana elbise dikmek üzere.
Valla bizim çocukluğumuzda üç-beş evden en az birinde dikiş makinesi bulunurdu. Annelerin çoğu doğuştan terzi olurdu.
Neyse bizim Nuray Ayaydın’ın şakası yoktur. O Ege denizinden çıkma en iyi dalgıçlardandır. Eğer deseydi ki uzaya dalacağız... Dalardık, bak. Dolayısıyla gerçekten gittik Teos’a, denize dikiş makinesi bırakmaya.
Seferihisar Dalış Merkezi’nde sağlıkçı yunuslarla buluştuk. (Nuray gibi hepsi sağlık çalışanı çünkü.)