Puf ya da vın diye. 9 kilovat ağırlıkta sallana yuvarlana, 10 milyon megabayt hızda düşe kalka. Hertz birimini hiç sorma. O kelimenin ne anlama geldiğini fen dersinde bile merak etmedin. Dalgacıydın, camdan dışarıyı seyrettin ve öğretmenini dinlemedin.
Neyi, ne ara geçtiğini, hangi tünellere girip, hangi duraklarda hoplaya zıplaya indiğini veyahut aynı yanlış, ama çok yanlış, sağır sultanın bile zil takıp oynattığı, yanlışlığından haberdar olduğu şu elimizde görmekte olduğunuz biricik trenimize tekrar tekrar kim bilir kaç kez bindin...
Üstelik perendeler ata ata, gönüllü olarak. En önde, sırıta sırıta bayrak sallayarak.
Üzülme. Ve dur. Fillerin dört bir yanda fink attığı kristal vazo hassaslığından çıkıp, kurtul. Diren ve kırılma! Yüz bin parçaya ayrılma. Bazen, göz açıp kapama süresi bile geçmeden, inmek için İMDAT ipini çekip, çekici cebinden çıkarıp, bir Rambo kıvraklığında camı tuz buz ettin. Bravo ve de alkışlar doğru yer ve zamanda trenden indin.
Gözlerin, zifiri karanlıklarda kamaştı. Ve bazen de ışığın en uç parlaklığında kör oldu.
Sami El Haşimi, Irak’ta savaş çıkmadan önce Bağdat’ta yaşayan, hali vakti yerinde bir elektrik mühendisi... Ama Suriye’de iş bulamıyor.
Bu yüzden çocuklarını ve karısını Suriye’de bırakıp ara ara Irak’a gidiyor para bulmaya, geçici işler yapmaya. Yine böyle Irak’a gittiğinde yolda askeri görünümlü bir cip önünü kesiyor. İçinden çıkan silahlı ve maskeli adamlar ona kimliğini soruyor. O da çıkarıp gösteriyor. Ve anında kafasına bir torba geçirip, onu kaçırıyorlar.
İşkencenin her türü
Gözlerini açtığında kendisini küçücük bir odada işkence görmüş başka adamlarla buluyor. İki yıllık işkence hayatı böyle başlıyor. Diğerleriyle birlikte işkencenin aklına gelebilecek her türlüsüne (tek ayağından tavana asma, vücuduna asit dökme, makata şişe sokma...) maruz kalıyor. Bazen aralarında ölenler oluyor. Ölenleri günlerce alıp götürmüyorlar. O küçücük odada bırakıyorlar.
Tabii karısı ondan hiç haber alamayınca çocukları bırakıp, Irak’a onu aramaya geliyor. Ama nafile. Sonunda bir karakoldan çağırıp, “İşte kocan!” diye kafası kesilmiş, vücudu da tanınmayacak halde bir cesedi gösteriyorlar. Karısı cenazeyi toprağa verip, Suriye’ye dönüyor.
Halbuki El Haşimi o sırada hala işkencede. İki yılın sonlarına doğru bir gün ona benzin içiriyorlar ve öldüğünü zannedip, çırılçıplak mahalle arasında bir çöpe atıyorlar.
Sonra da adımı bir türlü telaffuz edemeyen, bana çoğunlukla “Dey Dey”, bazen “Dijey” yer yer ne hikmetse “Vijey” diye seslenen (olsun, desindi, önemli olan sevgisiydi) kırmızı topaç yanaklı, saman saçlı, mavi ve ürkek bakışlı Tomi Taka’yı (Thomas’ın lakabı buydu) kucağıma alıp tavana kadar hoplatıp, zıplatmıştım.
Thomas 3 yaşındaydı. Ben 18.
Sevgililer günü kartını, favori çizgi filminin kahramanı Postacı Pat’e ulaştıramayacağı için kart, bana kısmet olmuştu. Thomas İngiltere’de evlerinde kaldığım ailenin oğluydu. Ve maalesef ondan aldığım bu ilk kart, aynı zamanda sevgililer gününde aldığım son kart da oldu.
Bir daha bu kadar sentimental birine denk gelmedim.
Neyse O zamanlar İzmir’de bırak sevgililer gününü kutlamayı böyle bir günün varlığından bile haberimiz yoktu.
Sanki kasabanın yazlık sinemasına Casablanca filmi gelmiş, üstelik de yönetmen bu kez başrolü Gülşen Bubikoğlu’yla, Tarık Akan’a vermiş gibi. Mahalleli onu seyretmelere doyamazmış.
1, 2, 3, 4, 5....
Say sayabilirsen şaşırmadan, sektirdiği topları
305, 306, 307...
Yükselt elini de bu defa sen kazan şu iddayı.
Abileri Yusuf ve Aziz mahallede maç mı yapacak? Peki bizimkini hangi takım kapacak? Acaba bu kez kaç gol atacak? Ve karşı takımı nasıl ağlatacak? Yaşı küçükmüş, boyu minicikmiş, üstelik de erkek değil “KIZ”mış! Kim takar? Sahada bir tek yetenek oynar. Çıktın mı sahaya yeteneğin ve topla kalırsın başbaşa. Ne torpil söker, ne de kollama.
Son pazar günü gelip de çattığında çocuğunla göz göze gelir “Bak nasıl yine heba ettik, aslanlar gibi yeleli, efeler gibi heybetli tatili” diye iç geçirir, hüngür hüngür ağlarsın. Kolalanacak yakalar, ütülenecek siyah önlükler, odunla tutuşturulacak termosifonlar arar, bulamazsın.
Onlar geçmişte kaldı, sen önüne bakmalısın. Ve son 5 gününde tatili ayaklarından yakalamalısın.
Benim Cem 11 yaşında. Ve tam bir tatil heba etme ustası. Onun için evde ve bilgisayar başında geçirilmeyen zaman, zaman değil. Hayatsa 1 adet bozuk para.
Mesela al onu, dolaştır dünyanın çemberinde, tut kolundan çıkar Kaf Dağı’nın en tepesine, kuş sütünün en hasını ser önüne yaranmaz, yaranamazsın.
İlle de evde oturacak, bilgisayarı her daim elinin altında olacak.
Ancak yılma ey çocuğundan bile daha çocuk, daha inatçı okur!
Sanırsın bir kutlamaya değil de Frankestein’ın cenazesine ağıt yakmaya davet edilmiş. “Aman aman” der. “Süslenip gidiyoruz da sanki ne olacak? Hep boşa masraf. Birkaç yıla kalmayıp nasılsa boşanacaklar. Evliliği oyuncağa çevirdi bu yumurcaklar...”
Haksız da değil hani. Mesela İstanbul’daki iş, arkadaş, komşu, ahbap, bakkal, çakkal çevremi film şeridi gibi zihnimden geçirdiğimde çıkan sonuç şöyle:
Sağım, solum, önüm, arkam sobe. Boşanmayan ebe!
Yıllara yıllanmayıp yenilmemiş, yıkılmayıp devrilmemiş, evliliğini ayakta tutmayı becermişler çöldeki kutup ayısı seyrekliğindeler.
Halbuki hep İzmir’de kalmış arkadaşlarıma, akrabalarıma, mahallemizin kasabına baktığımda durum öyle mi ya? Aynı yastıkta yıllarca sürdürülmüş, sürdürülmeye devam eden ilişkiler çıkıyor karşıma.
Seçer.
İdil Biret, Brüksel’i sırf bu yüzden sevip-seçtiğini söylediğinde küçük büyük ne kadar dilimiz varsa hepsini susuz yutmuştuk. Nilüfer ve ben.
O sıralar yaptığımız belgesel için 3 gün boyunca yaşadığı şehirdeki en sevdiği yerleri gezdirmişti bize. Grande Place, işeyen minik heykel Manneken Pis, Wiertz Müzesi, meşhur A La Morte Subite (Ani Ölüm Kahvesi), Waterloo’nun kırları, bit pazarı.
Brüksel kazan, biz dilsiz dilsiz dolaşırken, hayran olduğumuz kadın şöyle demişti bize: Benim Brüksel’de yaşamayı sevmemin aslında tek bir nedeni var. O da Kraliyet Müzesi’ndeki bir tablo. Sırf o tabloyla aynı şehirde olduğumu bilmek yetiyor bana.
Sonra alıp bizi o dillere destan tabloya götürmüştü.
Hollandalı ressam Pieter Breugel’in “İkarus’un Düşüşü” tablosu.
Bu tablo onun oksijeni, suyuydu. Ona Mozart’ın en güzel eserlerini hatırlatıyordu. Haftada en az bir kez resmi görmeye gidiyordu. Onu bütün hücrelerine kadar sindirebilmek için defalarca karşısına geçip, kopyasını yapmaya çalışmıştı. Bitirdiğinde yırtıp yırtıp atmıştı. Yırtıp, yırtıp.
“Kızım abi”.
Belli. Her baba gibi çocuklarıyla gurur duyuyor. Nasıl bir çırpıda büyüdüklerine şaşıyor. Çocukları Tolunay, Nisa ve Dila. Şehit olduğunu haber vermek için gelen polislere kapıyı açmak istememişler. “Babamız evde yok, açamayız” demişler. Belli ki dışarıdaki kötülüklere karşı tembihlenmişler.
Tembihlemiş babaları. Polis olsa da, her daim onları korusa da... Yanlarında olamama, yetişememe ihtimaline karşı çocuklarını... Çünkü biliyor, dünya kötü. Küçücük bir ihmal ve bu dünyanın minicik bir arızası, alır tepetaklak yapar, kral tahtından deniz altında yirmibin fersaha indirir çocukların hayatını.
***
Karısı Rabia, “Çocuklarım babasız kaldı. Ama vatan sağolsun” demiş cenazede. Babaları, yüzlerce yüzlerce çocuğun hayatını tepetaklak olmaktan, babasız kalmaktan kurtardı. Kendi çocukları babasız kaldı.