ŞAKİR Süter’in hasta yatağında dahi gazetecilik yaptığını, yoğun bakıma kaldırıldığı ana kadar çalıştığını anlattılar.
Ailesine, "Ben bu hastalığı mesleğimle yeneceğim" demişti Şakir.
Oysa bizleri öldürenin mesleğimiz olduğunu belki de hiç aklına getirmedi.
O yakışıklı, sevimli, içten, yürekli, tertemiz dostuma söyleme olanağım olsa şimdi, söylerdim:
"Ölümle ölümü yenemezdin Şakir..."
Birlikte çalıştığımız yıllarda, yine böyle keskin satırlarla üzerimize geldiklerinde, loş bir odanın akşam vaktinde, zor yaşamımızı birbirimize anlatırken gözleri dolmuştu.
Sadece işlerini yapmak, sadece yüce bir mesleğin sırtlarına yüklediği yükü taşımak isteyen iki meslektaşın, eli satırlılara karşı sığındıkları ıslak göz pınarlarıydı orası.
*
Sevgili Ufuk Güldemir yine böyle genç yaşta öldüğünde, gözümdeki sorun azdığı için, birkaç yedek yazıyla izne ayrılmıştım.
Ona iki satırla "Güle güle Ufuk" diyemediğim için hálá arşivimdeki bir yazımın eksik olduğunu, arkadaşıma selam borcumu ödeyemediğimi düşünürüm.
Canım sıkılır.
*
Gazetecinin ölümü böyledir.
Bu veda haberleri, bu övücü yazılar, bu söylemler, aslında yaralı, parçalanmış bir bedenin üzerine örtülmüş nakışlı örtüler gibidir.
Altındaki bedenin satır izlerini örter, o kadar.
Ama gerçek yerinde durur:
Hiç mutlu olmamıştır gazeteci.
Bir tek gece olsun başı yastığa huzurla konulmamış, en güzel günleri bölünmüş, gülücükleri yarım kalmış, sevdaları yaşanmamıştır.
Siz bilemezsiniz.
Diyelim ki gece uzaktan gelen bir patlama sesi herkes için sadece bir ses olurken, o ses dahi gazeteciyi göreve çağıran sestir.
Hele Türkiye gibi seslerin, haykırışların, çığlıkların eksik olmadığı bir ülkede... Hukukun, insan haklarının, güvenin, huzurun olmadığı bir yerde, gelen haykırış ve çığlıklara çok dayanamaz gazeteci.