Paylaş
Mahrumiyet deneylerine başladığımdan beri bugünün geleceğini biliyordum. Ne kadar zor olabilirdi ki, neticede siyah beyaz televizyonun dinozorlarla çağdaş olduğunu sanan bir kuşaktan değilim. CTÖ (cep telefonundan önce) yıllarında doğdum. İlk cep telefonumu aldığımda 22 yaşındaydım. Muhabirlik yapıyor olmasam, birkaç yıl daha ihtiyaç duymayabilirdim.
Bu 48 saatlik deneyin nasıl geçeceğine dair ilk mesaj, posta kutusundan çıkmıştı oysa: Ev telefonunun faturası. Koca ay boyunca dört telefon konuşması görünüyordu. İki kez gazeteyi, iki kez de annemi aramışım. Kalan tüm konuşmalar ‘cep’le yapılmış demek ki...
Deney sabah başlayacak ama etkisini bir gece önceden gösteriyor. Nasıl uyanacağım? Yıllardır Cure’un cep telefonundan gelen sesiyle uyanıyorum. Evde bir çalar saat var ama elektrikli. Ya gece elektrik kesilirse... Elektriğin kesilmemesini veya gürültücü komşunun güne erken başlamasını umarak yatıyorum. İlk sabah sorun yok, çalar saat hâlâ güvenilir.
BİR GAZETEM BİLE YOK
Evden çıkıyorum. Türkiye’deki yaklaşık 67 milyon cep telefonu kullanıcısı o sabah bensiz bir eksik.
Her zamanki gibi 08.00 vapuruna bineceğim, her zamanki gibi ucu ucuna yakalayacağım. Yanında cep telefonu yokken böyle bir riske girmemek gerektiğini derhal öğreniyorum. Kolumda saat var ama klasik akrep-yelkovan kadranlı. Acaba şu anda 07.57 mi, 07.58 mi? İstanbul’da vapur yakalayacaksanız saniyelerin önemi vardır.
Saatten emin olamayıp koşarak yetiştiğim için vapura binmeden önce gazete alamıyorum. Telefonum yanımda olsa şimdi tüm gazeteleri okuyabilirdim.
Etrafı seyretmeye başlıyorum. Fakat benden başka kimse etrafı seyretmiyor. Kadıköy’den kalkan vapur, dünyanın en güzel manzaralarından birinden geçiyor. Bir gün önce parçası olduğum, soğuk, gri bir geleceğe dair bilimkurgu filmlerini andıran sahneye belki ilk kez dışarıdan bakıyorum. Ama istisnasız diğer herkeste cep telefonu var. Kimi konuşuyor, kimi yazışıyor, kimi oyun oynuyor, kimiyse televizyon seyrediyor.
TEKNOLOJİYE KAVUŞTUM
Vapurdan inip otobüse yürümeye başlıyorum. Bu sırada telefonumun çaldığına dair ilk sanrıyı yaşıyorum. Uzun uzadıya çantada aradıktan sonra yanıma almadığımı hatırlıyorum. Keşke sadece kapatsaydım, ya başıma acil bir durum gelirse... Bu arada telefonun çaldığına dair sanrılar gün içinde devam ediyor. Bir ara kendimi telefonun melodisini (Bob Marley) mırıldanırken yakalıyorum. Hani uzuvları kesilen insanlar bir süre daha yerindeymiş gibi hisseder ya, bu da onun gibi bir şey. Biliyorsun telefon evde, ama sesi sürekli kulağında. Bu benzetme o kadar hoşuma gidiyor ki, tweet atmak istiyorum. Elim yine telefona gidiyor. Maalesef bir süre parlak fikirlerimi kendime saklayacağım. Üstelik Karaköy’ün arkasından yükselen dumanların ne olduğunu da öğrenemiyorum. Mail’lerime bakabilsem hemen öğrenirdim. Acaba akan hayatın kıyısında mı kaldım diye dertlenirken otobüs geliyor. Müzik dinleyemediğim için arkamdaki koltukta hararetle Pargalı’nın katlini konuşan kadınlara kulak kabartıyorum. Bir yandan da otobüs ekranından İETT anonslarını okuyorum.
Gazeteye varıp da masamdaki telefonun, bilgisayarın, televizyon ekranlarının, tüm faks ve yazıcı makinelerinin yerinde olduğunu görünce panik duygusu azalıyor. Bu teknoloji üssünden çıkana kadar sorun yok, her şey yolunda...
Hayır değil, bunu da kısa sürede anlıyorum. Hiçbir telefon numarası ezberimde yokken masa telefonu ne işe yarar ki! Fihrist taşımayı bırakalı yıllar olmuş. Evimin numarasını bile bilmediğimi fark ediyorum. İmdaaattttt.
Paylaş