BU bende artık bir hastalık galine geldi. Her gittiğim şehri, eyaleti, köyü, kasabayı İzmir ile kıyaslıyorum. Kimi, İzmir’in eline su dökemez; kimi kıyıda köşede kalmış olsa da şehircilik ve vizyonel anlamda İzmir’e fark atar. İşte, geçtiğimiz ay ziyaret ettiğim Gürcistan’ın Batum kenti de ufacık, tefecik, ama şehircilik konusunda inanılmaz bir vizyonel strateji ile hızla yükseliyor.
Neden gidilir?
Batum, özellikle Sarkaşvily’nin devlet başkanı seçilmesinden sonra yeni yatırımlarla büyüyen; kentin tamamının yeniden tasarımı için bir İtalyan mimarlık ofisinin desteğine başvurulan şaşırtıcı bir kent. En şaşırtıcı yanıysa, Çarlık Rusyası’ndan kalma, özenle renove edilmiş bir katedrali geçip karşınıza çıkan ilk sokağa saptığınızda önünüzde uzanan tipik Güney Fransa mahalleleriyle karşılaşmanız. Kimi sokaktaysa komünizmden kalmış eski gri apartmanlar, 70’lerde dondurulmuş hissi veren “bakkal”lar, eski kitapçılar. Geniş caddeleri, sofistike meydanları ve bahar aylarından itibaren hüküm süren nefis subtropikal iklimi ve sürekli yemyeşil hali ile iç açan bir kent Batum...
Nasıl gidilir?
Gürcistan ile Türkiye arasındaki vizeler karşılıklı olarak kaldırıldı. Bu aralar pasaportsuz, sadece T.C. kimliğiniz ile Gürcistan’a giriş de gündemde. Ancak henüz kesinleşmiş değil. THY 2011 yılının başından beri İstanbul’dan Batum’a haftada 2 kez karşılıklı sefer düzenliyor. Havaalanında indikten sonra şehir merkezi taksi ile sadece 10 dakika.
Nerede kalınır?
Batum hem Türk yatırımcıların, hem de Avrupalı büyük otel zincirlerinin yeni gözdesi. Ancak yeni yatırım yapan tüm otellere kent yönetiminin koştuğu en önemli şart; otellerin mimarisiyle öne çıkması şartı. Bu nedenle hem mimari tasarımı Eren Yorulmazer tarafından gerçekleştirilen Batum Sheraton Oteli, hem de geçtiğimiz ay açılan Radisson Blue son derece dikkat çekici mimari çizgilere sahip. Trumph, Ritz, Kempinsky ve Hilton otellerinin ise yapımı sürüyor. Bunun yanı sıra www.booking.com’dan da bulabileceğiniz uygun fiyatlı, şirin ev pansiyonlar da var.
Okulu ile gurur duyan eski bir Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi talebesi olarak, “bunlar” kelimesini gururla üzerimde taşıyorum geçen haftadan beri ki, bu ayrı bir yazı konusu.
Gelelim yüzyıllardır tartışılan, ama bundan yaklaşık 10 yıl önce dünyanın dijitalleşmesi sonucu hükümranlığını yitiren “sanat sanat için midir, toplum için midir” polemiğine.
Buna verilebilecek tek bir cevap var: SANATIN UMURUNDA MI?
Sanatı kategorize etmeye çalışmak, zamana hükmetmeye çalışmak kadar beyhude bir iş.
Mağara duvarına çizildiği günden beri alıp başını akıyor sanat. Kimsenin tekeline girmeden, elinden çıktığı sanatçıyı bile daha o anda terk ederek anonimleşiyor.
Üstelik, üzerinde ne kadar baskı kurarsanız bir o kadar zeytinyağı gibi üste çıkıyor. Mağaradan çıkan çöpten adamlar, ilkçağdan ortaçağa gelinip de Kilisenin ve Engizisyonun o meşum baskısına maruz kalmasa belki daha o zamandan bu kadar önemli bir olgu haline gelmeyecekti. Belki Rönesans bir başkaldırı olarak ortaya çıkmayacaktı.
Yıl artık 2012. İnternet icat oldu. Dünya biçim değiştirdi. Geçmişler ola. Sanat da bu değişimden nasibini aldı. İçselleşti. Bireyselleşti. Özgürleşti. Müdahale edilemez bir kimlik kazandı. Bağımsızlığını ilan etti.
Çocukken mahalleye, büyüdükçe bara kulübe gidemezdim doğum günümde, evdekilerin endişesinden. Neyse ki, bu yıl olaysız, kavgasız, bir bayram havasında geçti her şey. Ben de 3 günlük 1 Mayıs tatilini, bienali ve kutlu doğum haftamı fırsat bilip soluğu Berlin’de aldım.
Pazartesi yazımda, Berlin’e giderseniz işinize yarayacak ayrıntıları hap gibi minik drajeler haline getirerek, fotoğraf kursu bahanesiyle çektiğim Berlin fotoğrafları eşliğinde anlatacağım.
Ama bugünkü konumuz başka. Bundan 3 ay değil, 3 yıl sonra bile bana “Berlin’in en çok nesini sevdin” deseler tek bir cevap veririm: “Bisiklet özgürlüğünü.” Tabii, bunun beraberinde de sürekli akan, hiç sıkışmayan trafiğini.
Berlin’de eğer bir bisikletin varsa ya da günlüğü 10 Euro’ya bir bisiklet kiraladıysan kral sensin. Berlin’de eğer bir bisiklet edindiysen, her yere giden, istisnasız her sokağa giren ve sevgili yayaların (Türklerin bile) asla üzerinde yürümek gafletinde bulunmadığı bisiklet yolları ile hayat sana güzel.
En az 20 yıldır İzmir’de, şehir içindeki en önemli ulaşım aracım bisiklet ve ben bisiklete binmenin bu kadar şahane bir lüks olduğuna hayatımda hiç tanık olmadım. (Trafiğe kapalı Kültürpark’ta bile bisiklete binerken aniden önüme çıkan ve 120’yle gelen görevli kamyoneti kollamak zorundayım.)
Berlin’de trafik hiç yok. Şehirde yaklaşık 4 milyon insan yaşıyor ve trafik hep akıyor.
Bilin bakalım neden? Çünkü her yer bisiklet yolu. Her yer bisiklet parkı. Şehirde neredeyse otomobil park yeri yok ve olanların da saati 8 Euro’dan başlıyor.
Bir kere para veriyorsunuz sonra istediğiniz durakta iniyor, yeterince gezip gördüğünüze kanaat getirince gelen bir sonraki otobüse atlayıp yeni maceralara yelken açıyorsunuz... Bizde de açık mavi renkli (neden maviyse) tepesi kesilerek açık hava otobüsüne dönüştürülmüş hali var. Görmüşsünüzdür Alsancak caddelerinde.
Biraz absürt duruyor, ama en azından düşünülmüş olması bile bir şey. Bu konuya nereden geldik? Tamam, başlıktan. Bundan böyle ayda bir gün, pazartesi yazılarının bir tanesi “hop on, hop off” yaparak gezecek konudan konuya. Şehirde ne var? Hangi sergi geliyor? Hangi festival başlıyor? Çeşme, Foça, Cunda, Bodrum, Urla ne durumda? Hangi grup konsere geliyor? Hangi mekanda insanlar kasılmadan eğleniyor? Şehirde fısır fısır konuşulanlar ne? v.s. vs. v.s.
İşte başlıyoruz.
“Anneler ve Kızları” geliyor
Grafik Tasarımcı Güler Sarıgöl, dünya şekeri annesi ile bir gün mutfakta yemek pişirirken, bu tariflerin gün gelip yitip gideceğine düşünüyor ve harekete geçiyor. İzmir’in eski ailelerinden gelen, her biri kariyer ve emek sahibi 40 kadını (aynı zamanda arkadaşı da olan 40 kadın) örgütlüyor ve onlardan anneleri ile mutfağa girip ailelerinin, bayram sofraları ya da kutlamalarının en önemli yemeğini pişirmelerini istiyor. Ve bu nefis tariflerden ortaya “Anneler ve Kızları” kitabı çıkıyor. Kitap henüz basım aşamasında, ama proje şimdiden sosyal medyada en çok konuşulan ve paylaşılan konular arasına girdi bile. Güler Sarıgöl dışında projede reklam fotoğrafçısı Tolga Yurdaer’den iletişim danışmanı Zahide Yetiş’e kadar pek çok ismin de emeği var. Kitap, Boyut Yayınevi’nden çıkacak ve anneler gününe yetişmesi planlanıyor.
Güler Sarıgöl’ün proje için sarf ettiği sözler çok anlamlı: Zamanından önce göçen ve gitmeden kızlarına el vermiş annelere. Mutfakta annesinin elini hiç tutamamış kızlarına, bir kaynakça oluşturmaktır ortak amaç. Bir miras bırakabilmektir; içinde tuzlu, tatlı, ekşi ve acı tarifler, hikayeler barındıran. Bu projede tuzu olan, tarifini ve hikayesini bizimle paylaşıp, başkalarına da miras bırakmak isteyen herkese kepçe dolusu teşekkürler.
İçimde bir coşku, bir coşku. Neden mi? Çünkü, gözünü sevdiğimin güzel İzmir’i, sonunda bir dünya markası olabilmek için ilk adımını atıyor.
Bir reklam yazarı olarak uzun zamandır işlerini hayranlıkla takip ettiğim, Los Angeles’ta yaşayan Türk tasarımcı Emrah Yücel ve ekibi; New York ve Avrupa metropollerinde büyük ses getiren İstanbul&Türkiye kampanyalarından sonra, şimdi İzmir için çalışmaya başladı.
Emrah Yücel ve tasarım ofisi “I mean it creative” İzmir’in görsel kimliğini (logo ve slogan), görsel kimlik uygulamalarını (hediyelik eşya, araç giydirme, vb.), basın ilanlarını, tanıtım broşürlerini, advertorial (haber ilan) çalışmalarını ve tanıtım sunumunu hazırlıyor. Bunu da tek başlarına değil, en az 4 yıldır İzmir için çalışan genç ve enerjik İZKA ekibi ile birlikte yapıyorlar. Amaç; öncelikle “I Am sterdam”, “I LOVE NY” örneklerinde olduğu gibi bir dünya kenti söylemi yaratmak. Tüm İzmirlilerin bu görsel kimliği ve tanıtım malzemelerini kullanmalarını, bu sayede İzmir’in iletişiminde ve tanıtımında tek seslilik, bütünsellik ve tutarlılık sağlamak.
Ben tüm bu evreler tamamlanıp da hayata geçtikten sonra tıpkı İstanbul’a yapıldığı gibi (fotoğrafta görmüş olduğunuz ilan) dünyanın en çok okunan gazeteleri New York Times’ta, Le Figaro’da, Le Monde’de, Boston Globe’da, Financial Times’da tam sayfa İzmir ilanları çıksın istiyorum. Kim bilir belki planlamalarında böyle nefis bir hareket de vardır?
Yücel doğru isim mi
Bu yazının arkasından Emrah Yücel doğru isim mi tartışmaları da başlayacak, biliyorum.
Evet, bana göre hem de en doğru isim. Hele ki, EXPO sürecinde, global arenada yarışmak istediğimizin farkında isek. Yaptığı işleri, hizmet verdiği ulusal ve uluslararası markaları, imza attığı dünyanın en iyi gişe yapan filmlerinin afişlerini incelemek için www.emrahyucel.com adresine göz atmanız yeterli.
Hepimizi kan mı çekiyor? Günden güne bir doktor ya da sağlık görevlisi dövmek için dayanılmaz bir istek duyuyoruz. Avuçlarımızın içi kaşınıyor. Gözümüzü hırs bürümüş, öfke nöbetlerimizin kurusıkı değil gerçek silahını, doktora doğrultmuşuz.
Depremi Allah’tan, yıkımı kaderden bilen, evi başına geçse çoluğu-çocuğu ölse hakkını aramayan ülkem, insan üstü şartlar altında çalışan doktorlara hücum ediyor.
Ama bir gün bilmediğim bir şeyi denerken telef olacağım. Neyse ki şimdiye kadar zararlı bir icat çıkmadı karşıma.
İzmir’e yeni gelen Ozon Sauna da bu egzantrik icatlardan biri. Gökyüzünün mavi renginin kaynağı olan ve dünyadaki yaşam için önemi son yıllarda bilimsel araştırmalarla da kanıtlanan Ozon Sauna, Uzman Dr. Aytül Gencer kontrolünde Swissotel, Amrita Spa’ya gelmiş.
Son zamanlarda ozon terapi tanımını o kadar çok duyuyordum ki, merak edip gittim. Kocaman tuhaf bir makine. Başınız dışarıda kalacak şekilde içine girip oturuyorsunuz, üzerinize kapağı kapatıyorlar. Ve içeride bir şeyler olmaya başlıyor. Isısı tansiyon ve vücut sıcaklığınıza göre Dr. Aytül Gencer tarafından sürekli kontrol altında tutulan yoğun bir buhar 20 ile 30 dakika boyunca vücudunuza zerk ediliyor.
Buraya kadar her şey normal. Asıl değişim saunadan çıktığınızda başlıyor.
Normal buhar saunalarından farklı olarak, bu sistemin içindeki ozon, su buharı ile aktive olarak cilde anında nüfuz ediyor. Ozonu vücuda almanın pek çok yöntemi var. Örneğin bir tanesi damar yoluyla cilde enjekte edilmesi. Ama iğneden benim gibi ezelden korkanlar için ozon sauna en mantıklı yöntem.
Birçok hastalığın tedavi yönetimi olan ozon anti-aging, detoksifikasyon, zayıflama, selülit giderme, bağışıklığın güçlenmesi, kronik yorgunluğun ve ağrıların giderilmesi gibi sayısız yararı bulunuyor. Cilt mükemmel bir şekilde temizleniyor ve tüm toksinlerinden sadece 20-25 dakika içinde arınıyor. Seans sonrasında gün boyu tüketeceğiniz 2-2.5 litre su ile de dışarı atılıyor.
Bende yarattığı değişikliklerin en başında, tek seansa rağmen, cildim neredeyse hafta boyunca hiç olmadığı kadar pürüssüz bir hal aldı. Nefesim güçlendi, enerjim yükseldi. Sabahları yorgun uyanan, yatakla – yorganla bir türlü vedalaşamayan ben, ertesi sabah kuş gibi uyandım.