BU yıl 6’ncısı düzenleniyor. Hayatımıza girdiği günden bu yana, köyümüze, kasabamıza, bağımıza bahçemize bir umut salıyor. Festival bu yıl 26-29 Mart tarihlerinde. 3 hafta kadar erkene alınma sebebi ise daha önce yapıldığı Nisan ortasına nazaran, Mart ayında daha çok ot bulunabilmesi. Hava serin olacak mı bilemem, ama Alaçatı Ot Festivali’nin stantları, lokal pazarı, work shop’ları ve bereketi ile bize baharı müjdeleyeceği kesin. Bakın bu yılki festivalde neler var? Bir kaç etkinliği sizin için seçtim. Daha ayrıntılı program ve kayıt bilgileri için www.alacatiotfestivali.com göz atmayı unutmayın.
Otlarla Gezinti
26 Mart Perşembe, saat 11.00’de Asma Yaprağı’nın sahibesi, şahane kadın Ayşenur Mıhçı, bölgede yetişen otları kendi bahçesinde anlatıyor.
Mutfakta Ebegümeci AtölyesiBu yıl atölyeler 3 farklı mekanda gerçekleşecek. Kemalpaşa Caddesi’nin sonunda yeni açılan Papaz’ın Evi, Hacımemiş Palas ve Ev B’harat’ın mutfakları etkinlikler için özenle hazırlandı. Atölye kontenjanları sınırlı olduğu için yeni deneyimler kazanmak ve ustaların sırlarını öğrenmek için acele edin. Kayıt ve detaylı bilgi için (0232 716 87 70) info@asvkd.org - Benim sizin için seçtiğim atölye ise Şef Dilek Yetkiner’den, Ev B’hrat Otel’in mutfağında şahane bir Ebegümeci Atölyesi. Katılım 50 TL.
Kapari Otel’de Clio ile Detox, Yoga ve Nefes TerapisiClio Fotiyadis eski modacı. Epey sallantılı bir hayat yolculuğu geçirmiş. Sallantılı derken... Sadece sağlık konusunda yaşadıkları bile çoğu insanı canından bezdirir. Clio rahim kanseri, ardından meme kanserine yakalanmış. Beyninde de bir tümör saptanmış. Önce ameliyat olmuş, sonra tümörler yeniden vücuduna dadanmış. O da tası tarağı toplamış, Hindistan’a gitmiş. Orada alternatif tıp uzmanı bir doktorla tanışması hayatını değiştirmiş. Daha doğrusu hayatını yeniden keşfetmesini sağlamış. Ameliyat olmadan, hiçbir ağır tedavi geçirmeden tamamen sağlığına kavuşmuş. Şimdi çok başarılı bir yoga eğitmeni ve nefes terapisti. Kapari Otel’de tam gün sürecek atölyeye katılım ve bilgi için (0232 716 06 74).
Alavya’nın bahçesinde “Lokal Pazar”27-29 Mart tarihlerinde Alavya Otel bahçesinde düzenlenecek olan yetenek sergisi Lokal Pazar’da, “Evrensel düşün, lokal davran” felsefesini benimseyenler tarafından yaratılan birbirinden renkli ürünler, ‘giyim-kuşam’, ‘takı-tuku’, ‘deko-obje’ ve ‘ev yapımı gıda’ başlıkları altında sergilenecek. Lokal Pazar aynı zamanda bir sosyal sorumluluk projesi... Elde edilecek gelir, Ege Çağdaş Eğitim Vakfı (EÇEV) ve Çeşme Alaçatı Doğa ve Hayvan Severler Derneği (ÇESAL) gibi kuruluşlara bağışlanacak. Alana giriş ücretsiz.
BEN zaman zaman küsüyorum bu şehre. Çekip gidiyorum. (An itibariyle siz bu yazıyı okurken Vietnam’da gece uykuya yatıyor olacağım mesela). Ama sonra bir şey oluyor. Ya yazarı olduğum ulusal ve uluslararası seyahat dergileri için İzmir çekimleri yapıyoruz ben bu şehre yeniden aşık oluyorum; ya da çok özlüyorum neredeyse koşup gelip başımı boynuna sokuyorum. Böyle bir aşk bizimkisi. Ve bu aşkı (bazen tek taraflı) yaşarken de kendime terk edip gitmemek için sebepler yaratıyorum. İşte birazdan okuyacağınız bu yazıda bu ayın 4 güzel sebebi var. Bahara bir kala, belki sizin de ilginizi çeker. Belki şehre bir film gelir. Bir güzel orman olur yazılarda. İklim değişir. Akdeniz olur Gülümse.*
Fuar İzmir açılıyor, içim içime sığmıyor!Halbuki bana ne değil mi? Ne mermer firmam var, ne zeytinyağcıyım, ne de otelim var stand açayım. Pek çoğumuzun böyle düşündüğüne eminim. Ama kazın ayağı öyle değil. Gaziemir’de İzmir Büyükşehir Belediyesi ve İZFAŞ tarafından yapılan Türkiye’nin en büyük ve en modern fuar alanı “Fuar İzmir”in açılmasına günler kaldı. İZFAŞ’ın genç ekibi gece gündüz çalışıyor. Bu yatırımın bu şehre yapılması demek; daha çok yerli-yabancı turist, daha çok taksi, daha çok otel, daha çok restoran, daha çok hareket, daha çok bilinirlik, daha çok saygınlık demek... Bekleyin ve görün... Güzel şeyler olacak.
Dillerini yediğim Riff Cohen İzmir’e geliyor
Son bir yıldır müzik çalarımın demirbaşlarından. Geçtiğimiz hafta Asya’ya doğru yola çıkmadan önce gidip yeni CD’sini alayım dedim. D&R’daki çocuk demez mi “sizin Riff İzmir’e konsere geliyor”. Buyur burdan yak. Ben okyanus aşırı gidiyorum, kadın İzmir’e geliyor. Neyse ki, 6 Mayıs’taymış. Alsancak Hayal Kahvesi’nde. 7-8 Mayıs’ta da Bornova Sanayi Durağı’ndaki Conteiner Hall’da Goran Bregoviç konseri var. İkisi de kaçmaz.
60 kişilik dev kadro ve bir adam
AN itibariyle Beyrut’tayım. Birbiriyle aynı gökyüzü altında yaşamak için dünyanın en zor sınavını veren Beyrut’ta... Öyle bir iç savaşmış ki, yaşanan... Hristiyanlar, Müslümanlar ve Durzi azınlık arasında meydana gelen çatışmaları; İsrail, Suriye ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün katılımıyla ülkenin kan gölüne döndüğü o yılları bugün dehşet ve acı hatıralar ile hatırlıyor tüm Lübnan.
1975 yılında başlayan, 1990’a dek tam 15 yıl süren, 230 bin insanın ölümüne, 350 bin insanın yaralanmasına, 1 milyondan fazla insanın da ülkesini terk etmesine neden olan iç savaşın izlerini halen Beyrut’un tüm sokaklarında görüyorsun.
Duvarlar bu acıları resmeden grafitlilerle dolu. Yeniden yaratılıyor Beyrut. Her taraf inşaat. Eski ile yeninin birleşimi o kadar uyumlu ki, küllerinden doğan nefis bir kent var gözlerimin karşısında… Ve Beyrut şehir merkezinde itina ile bırakılmış 1 bina, (Holiday Inn Oteli) üzerindeki tüm şarapnel parçaları, kurşun izleri ve acılar ile orada öyle dikiliyor. Yürek burkan bir iç savaş anıtı gibi. Lübnanlılar baktıkça birbirlerine neler yaptıklarını hatırlasınlar diye.
Bize neler oluyor?Beyrut’a kuşbakışı bakan Le Grey Otel’in tepesindeki halka açık fotoğraf sergisine doğru yürürken geliyor haberi, bir kartopu uğruna katledilen gazeteci #NuhKöklü’nün. Daha Özgecan’ın acısı soğumamışken... Bize neler oluyor? Ellerimizde kan izleri... Gözümüzde nefret...
Aynı gökyüzünün altında, Allah’ın bize bahşettiği en önemli nimeti solurken paylaşamadığımız ne? Neden bu kadar ayrı düştük birbirimizden ve neden hepimizi aynı özgüven ve koruyuculukla kucaklayan bir ülke yönetimine sahip değiliz?
Biliyor musunuz, hala acıyor Beyrut’un canı. Sokakta konuştuğum, 40’ını geçmiş insanların göz bebeğinde hep aynı yaş birikiyor. Kimi ağabeyini, pek çoğu komşusunu, kızını, oğlunu kaybetmiş. Sabah Korniş dedikleri Kordon’da yan yana koşan biri örtülü, diğeri mini şortlu iki kadını durduruyorum yolda. Fotoğraflarının çekilmesini istemiyorlar, ama asıl istemedikleri başka bir savaş daha. Ortadoğu’nun kaynama noktasında yaşayan Beyrut öyle acı dersler almış ki, savaştan yüzünü dönmüş barışa.
Yılda ortalama 900 kadın öldürülüyor bu ülkede.
Gün başına 3 kadın demek bu.
Arsızca, umarsızca, iki üç yıl yatıp çıkacaklarını bilerek, sırıtarak öldürüyorlar kadınları.
Başlarını taşla eziyorlar, yakıyorlar, tecavüz ediyorlar, bıçaklıyorlar, vuruyorlar, ÖLDÜRÜYORLAR!
Hiç bir azalma yok kadın cinayetlerinde. Hiç bir gerileme yok.
Aynen devam. Aynen devam. Daha çok kan. Daha çok sperm. Daha çok şiddet.
Bense bu ülkedeki milyonlarca kadın gibi, utanıyorum bu ülkenin erkek vandalizmi ile aynı gökyüzü altında yaşamaktan.
İstanbul’da yaşamanın akıl kaçırtan halleri Bir proje sebebiyle son 10 günümü İstanbul’da geçirdim. Otelde değil evde kaldım. Arabaya değil metroya, metrobüse bindim. Her sabah evden çıkıp ofise gittim. Her akşam iş çıkışı bir yerlere koşturdum. Hafta sonu, kalabalıkların içinde kendime yol açmaya çalıştım.
Az sonra okuyacaklarınız, sadece İzmir’de değil (eğer 1 ile 6 aylık süreleri o şehrin yerlisi olmak için yeterli zaman kabul ederseniz) İstanbul, Positano, Madrid, Barcelona, New York ve dünyanın daha bir çok şehrinde yaşamış bir göçebenin İstanbul notları. Her geçen gün daha da ¨hard core¨ hale gelen bir şehirde, sıradan bir dünyalının ayakta kalma çabaları. Buyrun cenaze namazına…
1. Arabam şekil, önümden çekil! Hayır tabii ki trilyonluk otomobili ile bilmem ne AVM’sinin önünde hava atan futbolcu zevcelerinden ya da sosyetik ablalardan bahsetmeyeceğim. Daha fenası var. Yağmurlu günlerde, B sınıfı orta sınıf aracını üzerine üzerine sürüp çukura girmek suretiyle seni sırılsıklam yapan apaçi arkadaş! Misal: 2 gün önce dünyanın en pis yağmuru ile sokağa adımımı attım (sürekli yağan, sicim gibi yağan, hiç durmayan ve fırtına ile karışık yağan berbat İstanbul yağmuru). Derdim Fulya yokuşunu tırmanıp kendimi Şişi-Mecidiyeköy metrosuna bırakmak. (Evet, İstanbul’da metroya ancak kendini kalabalığa bırakmak sureti ile binebiliyorsun, kalabalık seni nereye sürüklerse bahtına) Kaldırımın daraldığı o noktada, önce yerdeki dev su dolu çukurla sonra da o gri corsa’nın içinde bana sırıtan arkadaşla göz göze geldim. Tabii ki gaza basıldı, araç hızlandı, çukura girildi ve bingo! İstanbul’u kirpiklerimin arasından akan suda gördüm.
2. Hadi hep birlikte Suriyeli çocukları ölüme terk edelim!
Sanırım bu son günlerin yeni trendi. Çocukların hali perişan, aileler dilini bile bilmedikleri bir ülkede, kendi dillerinde dileniyor. Kimsenin dönüp bir kuruş verdiği yok. Sana bir şey sormaya çalışsalar, dilini anlamadığın için durmuyorsun bile. Çocuklar resmen ya donarak ölüyor. Ya dileniyor. Ya titriyor. Ya da (şimdi değilse bile pek yakında muhtemel) hırsızlık yapıyor. Durumu sosyal medyaya yazmaya kalktım. Yemediğim laf kalmadı. İyi, tamam. Bakamayacağımız bir ulusu aldık, getirdik bir takım egolar uğruna. Bunun ben de farkındayım. Ama çözüm el kadar sabileri ölüme mi terk etmek? Hiç bir şey yapılamaz mı? Hangi ara taşlaştı bu kadar yürek? Tüm İstanbul, görmemiş gibi yaparak geçip gidiyor bu çocukların yanından.
3. Bir omuz atarım, bir de yerden yersin!
Dünyanın hiç bir şehrinde, hiç bir yerli halk, kendi hemşerisinden böyle zulüm görmemiştir. Herkes birbirine düşman. Herkes yabancı. Sanki Amerika iç savaşındaki Kuzey ve Güney’in halklarını alıp İstanbul’a getirmiş sonra da ¨hadi bakalım, burası artık sizin memleketiniz, kardeş kardeş yaşayın¨ demişsin gibi. Selam sabahı zaten geçtim de; kötülük nereden gelecek diye gölgenden bile tırsarak yaşamak çok fena.
4. En psikopat taksici bizim taksici!
14 Şubat münasebetiyle,
kurbağadan prens çıkarmak.
Mübarek 14 Şubat ayına neredeyse girdik (tövbe tövbe). Ama zannetmeyin ki, her şey (sözde) iyilik timsali Aziz Valentine’in bizim de hayatımıza girmesiyle başladı.
Aslında Türkiye’de her şey, daha çocukken hepimize birden anlatılan
o kör olasıca ¨Kurbağa Prens¨ masalıya başladı.
Bir nev’i toplu beyin yıkama eylemi!
Şöyle ki... O güne dek dinlediğimiz tüm masallarda zavallı bir Külkedisi vardı. Kanaatkar bir Pamuk Prenses. Saçlarını sevdiği adama merdiven eden fedakar bir Rapunzel.
Ne olduysa, bu masaldan sonra oldu
Bayıldım, muhteşemdi, beni ciğerimden vurdu gibi büyük laflar etmeyeceğim.
(Gerçek) hikayeyi sinema diline aktarırken senaryoda, kurguda bazı kopukluklar, ¨e bu nasıl oldu ki şimdi¨ dedirtecek ufak pürüzler olduğu aşikar.
Ama filmin geneli, naif, temiz, insani. Su gibi akıyor film. Oyunculuk iyi. Her sahne görsel açıdan bir instagram sahnesi gibi. Gidin bu filme, izlenir.
60'lardan bu yana sinema ile geçen bir ömür!
Ama asıl söyleyeceğim, başka. Dün gece çocukluğumdan bu yana ilk kez bir semt sinemasına gittim. İzmir Bornova 'da büyükçe bir apartmanın altına konumlanmış Batı Sineması'na. 1960 yılında Mehtap Sineması ile başlamış bugün hayatta olmayan Ali Hikmet Sökmen’in hikayesi.
Ardından Park Sineması, Hamdi Bekir Sineması, Yeni Sinema, Büyük Sinema, Bahar Sineması, Kent Sineması, Bornova Çınar Sineması gelmiş.
Şimdi 3. kuşak gençler işin başında. Aile son olarak 1994 yılında Batı Sinemasını kurmuş. Onları bitirmek, bizi AVM'lere tıkmak isteyen dev sinema zincirleri ve film dağıtım şirketleri ile mücadele ede ede bugüne gelmişler. İki şeker salonun teknoloji anlamında hiç bir eksiği kalmamış zaman içinde.
Hayatımın en zor yılıydı 2014.
Önce, Mart ayında, dünyada her şeyden çok sevdiğim adamı kaybettim.
Babam, bu dünyada kendisine verilmiş olan ¨beni iyi ve matrak bir insan yapma¨ görevini tamamlayıp dünya değiştirdi. Ardından kokusuna doyamadığım annem,
50 yılını aynı yastıkta geçirdiği babamın üzüntüsünden yataklara düştü.
7 yıldır hafif bir şekilde ilerleyen demans hastalığı, 3 ay içinde 5 level birden atlayarak Alzheimer’a çevirdi.
Bununla da bitmedi. Hemen ardından annem ve biz, bir gece uykusunda, beyin kanaması ile tanıştık. Sabah fark edemediğimiz kanamayı, öğlen saatlerinde fenalaşınca hastanede çekilen tomografi ile öğrendik. Ardından yoğun bakım günleri, hastane günleri ve şimdi evde bakım günleri. Kaplumbağa hızı ile de olsa iyileştiğini ve iyileşeceğini söylüyor doktorları. Bizi tanıyıp tanımadığını bile anlamıyoruz bazen. Ablam da ben de, bakıcımız, canımız Katuna da elimizden