Mutluluk elbette ki bulaşıcıdır! Ama önce ön yargılarımızdan kurtulmalıyız... “Her şeyi biliyorum” duygusuyla aramızda dolaşan, tomarla kendini bilmezin bizlere bulaştırdığı ‘kibir ve şişik ego’ sanrısının toplumu getirdiği noktada ‘mutsuzluk, nefret, kin gütme ve kıskançlık’ var... Gerçek insani duygulardan bihabermiş gibi... Birbirimize karşı sürekli salgıladığımız kötücül ve tahrik edici gazları burnumuzdan soluyarak yaşıyoruz... İnsanlardan, başka canlılardan, doğanın döngüsünden ve hayatın gidişatından memnun olamıyoruz... Kendimiz hariç, hiç ama hiç kimseden hoşnut değiliz, hiç kimseden hoşnut olmaya da niyetli olmadığımız apaçık ortada... Her şeyi biliyor olmanın sarhoşluğuyla kapıldığımız bu hastalıklı durumun, aslında ‘tanrının bir lütfu’ olduğunu ifade etmekte sakınca görmemek kendini tanrıyla eşdeğer bir yaratıcı gibi konumlandırma anlamı taşımıyor mu? Her şeyi tanrının yarattığına dair inancımız net olsa da, beklenmedik olumsuzluklarda ve çıkarımıza ters gelen durumlarda hem tanrıdan hem de tanrının yarattığı evrende kurgu hatası aramak da neyin nesi... ‘Haşa’ demek sizi günahlarınızdan arındırmayacaktır... Öncelikle yakın çevrenize ve dolayısıyla yaşadığınız topluluğa davranış biçiminizle bulaştırmaya devam ettiğiniz kibrinizden arınmalısınız... ‘Gül yetiştiren adam’ Rasim Özdenören’in “Aslında biliyor musunuz, biz hepimiz lüzumundan fazla ciddiyiz... Belki de bunun için mutlu olamıyoruz...” tespitine katılıyorum. Gülümseyin! Mutluluğunuz sizi gören herkese bulaşacaktır...
BULAŞTIR MUTLULUĞU
Geçtiğimiz hafta benim açımdan sıkıntılıydı. Kaptığım abuk sabuk bir virüsün beni ateşler içinde eve ve yatağa bağlaması bir yana, sürekli yüksek ateş içinde debelenmek bir süre sonra halüsinasyonlarla birlikte uyandığınızda, karamsarlık ve kötümserliğe sürüklüyor. Bulaşıcı grip virüsünü vücudunuzdan atmak yetmiyor, dolayısıyla duygularınıza bulaşık kalan karamsarlıktan kurtulmak için çevrenizde olumlu enerji ile birlikte ön yargısız ve iyimser tarafları güçlü insanlar arıyorsunuz...
İmdadınıza ‘Tuğba Çelebi’nin ‘Bulaştır Mutluluğu’ akımı ile sosyal medya hesabı yetişiyor... Nasıl mı? Ne yazık ki yakınımda iyimserliğine hemen ulaşabileceğim kimseler pek hazır olmuyor. Sosyal medyasını uzunca bir süredir takip ederek mutluluk aşılandığım çok yönlü performans sanatçısı ve MGSÜ akademisyeni Dr. Tuğba Çelebi’nin 26 Ocak’ta başlayan ‘Hikâye içinde Hikâye’ isimli sergisi geldi aklıma. Sevgili Tuğba Hoca’yla tanışmanın yanı sıra çevresine yaydığı şahane iyimserliğiyle mutluluğa bulanacak olmanın heyecanıyla galeriye gittim. ‘Muhteşem Gatsby’ kitabından bir örnekle başladığı sohbetimizden bu cümleyi alıntılayıp yazının girişine koydum. Beklediğimden çok daha fazla etkileyiciydi... Yüreğindeki güzelliklerin tüm bedenini de harekete geçirdiğini açıkça görüyorsunuz... Ön yargısız yaklaşımı kurduğu göz temasıyla ruhunuza işliyor... Sergideki her resmin ayrı bir hikâyesi ve duygusu var... Metruk bir evle birlikte başlayan hikâyesi, rüyalarıyla örtüşünce hikâye içine hikâye giriyor... Aşiyan Mezarlığı, rahmetli babaannesi ve öğütleri, Münir Nurettin Selçuk ve daha neler neler... Kendine has özgün anlatımıyla bayıla bayıla dinleyerek kendimden geçmişim... Sergi 7 Şubat’a kadar açık... Mutlaka gidin.
BİRLEŞMİŞ RESSAMLAR VE HEYKELTIRAŞLAR DERNEĞİ
Tuğba Çelebi’nin kişisel sergisinin yapıldığı ‘Tuğrul Velidedeoğlu Sanat Galerisi’ne kurucu üyeleri ve tarihi önemi açısından ayrıca değinmek gerekiyor. Yıldızevler Mahallesi, Sukarno Caddesi 44 numaradaki sergi salonu Ankara’nın en eski ve köklü galerilerinden biri... Hepimizin yakından bildiği ünlü resim ve heykel sanatçıları, Prof. Dr. Hamiyet Çolakoğlu, Kayıhan Keskinok, Lütfü Günay, Muammer Bakır, Nevzat Akoral, Osman Zeki Oral ve Turan Erol’un kurucu üyeliği ile 1970 yılında kurulan ‘Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği’nin ilk başkanlığını ünlü ressam Turan Erol yapmış.
Şayet Dostoyevski, “İyi insan bir kâse çorba pişirip önünüze koyduğunda gözlerinin içi gülen kişidir” deseydi ona yine katılacağınızı biliyorum. Peki... Sevdiğinizin elinden sıcak bir çorbanın verdiği hazzı düşündüğünüzde aklınıza gelecek ilk kelime ya da duygu ne olur diye sorsam ne dersiniz? Bu soruyu duyduğunuzda düşünmeye başladınız, bununla birlikte yüzünüzde hafif bir tebessüm oluştu, ardından yanağınıza gamze gibi bir gülümseme yapıştı. Ve bahse girerim şu anda gülümsüyorsunuz. Aklınıza ‘huzur’ geldi çünkü... Hemen arkasından ‘sevgi’yi düşündünüz... ‘Mutluluk’ tüm damarlarınıza yayıldı ve derin nefesle iyice pekiştiriyorsunuz. Yanılıyor muyum? Çorbanın insan sağlığına ve psikolojisine çoğunlukla iyi geldiğini hepimiz biliyoruz. İlk kaşıkta yudumladığınız huzur, içinizi kaplarken, ikinci kaşıkta yüreğiniz sevgiyle doluyor, üçüncü kaşıkta çorbanın verdiği mutluluk tüm vücudunuzu ele geçirip gevşetince adım adım rahatlıyorsunuz. Önce derin bir ‘Ohhhh’ ile huzurun dışa yansıması dilleniyor, sonra da ‘sevgi ve mutluluk’ bir arada ‘Ohh bee’ ile kavuşmanın nidasını dışa vuruyor. Kaşık kaşık huzur, sevgi ve mutluluğu kim istemez?
1-BEYKOZ İŞKEMBE
ÇORBASINDA 'AFİYET, LEZZET VE HÜRMET’ VAR
'Beykoz’ ismine aldanmayın, kendisi yüzde yüz Ankaralı. İstanbul’un meşhur Beykoz usulü paçasını Ankara’da pişirerek ünlendi. İstanbulluların Beykoz usulü paçayı yemek için Beykoz’a değil Ankara’ya gelmelerini sağlayan çorbacı dersem abartmış olmam. İlk olarak 1992 yılında Hoşdere Caddesi’nde dört kardeşin birlikte kurduğu Beykoz Paça-İşkembe’ye 1998 yılında Gölbaşı ile 2020 yılında Ümitköy restoranları eklendi. Şubeleşmiş olmasına rağmen açılan her restoranın başında ‘Emeni’ kardeşlerden birinin durduğu düşünüldüğünde ‘aile işletmesi’ statüsü ile birlikte ‘afiyet, lezzet, hürmet’ sloganı sürüyor. İlk açıldığı dönemlerde müptelası olduğum İnegöl köftesi ile tencere yemekleri halen Ankara’nın en iyilerinden. Şef Harun Çınar’ın deneyimli ekibiyle pişirdiği ve Beykoz’un sadece Ümitköy şubesine has ‘Kelle, ayak paça, ilik suyu ve tereyağı’ ile pişen ‘Beykoz spesiyal’ tam bir efsane. Çok seveceksiniz.
2-RUMELİ İŞKEMBECİSİ
‘ÇORBANIN BEYEFENDİSİ’
Filmin adı, Before Sunrise yani Gün Doğmadan... 1995 yapımı. Ethan Hawke ile Julie Delpy başrolde. Romantik dram türündeki bu efsane sinema filminden alıntıladığım replikle giriş yaptım. Neden mi? Repliğin içerdiği anlam derinliği, aslında düşünebilme ve konuşabilme yetisine sahip biz insanları yakından ilgilendiriyor. “Birini gerçekten anlamaya çalışmak ve bir şeyleri paylaşmaya çalışmak...” sözü size neyi çağrıştırmalı? Muhtemelen; hasta, üzgün, problemleri olan, çaresiz ve zayıf birinin duygularını anlamaya çalışmaktan bahsedildiğini düşünürsünüz. Peki bu gerçekten öyle mi? Bence öyle değil. Birini anlamaya çalışmak için ille de hüzünlü ve problemli olması gerekmiyor. Mutlu ve sevinçli de olabilir. Size göre doğru ya da yanlış da olabilir. Toplumu rahatsız edici, insanlıktan uzak, aykırı davranışlar dışındaki her türlü insani durum ile duygular anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bu düşünceme katılacağınızı biliyorum. Ve hatta kendinizin ne kadar anlayışlı, günlük hayatında empati ile yaşayan bir insan olduğunuzu falan da anlatmaya kalkarsınız. Gerçekten öyle misiniz? Emin değilim. Tekrar repliğe dönersek... “Bunun neredeyse imkânsız olduğunu biliyorum...” sözüyle ben de hemfikirim. Çoğumuzun hem insani duygularının hem de samimiyetinin yapmacık hale geldiğinin de farkındayım. Bu karşılıklı samimiyetsizliğin hepimizde bir yılgınlığa sebep olduğu da apaçık ortada. Birbirimizi anlama çabası ile paylaşmanın büyüsü varken... Yapmacık karakter ve yılgın hoşgörüyle (kerhen) birlikte yaşama zorluğuna katlanıyoruz. Çok aptalca...
ATAKULE’DE ‘SUSHİ İLE DAMA’ OYNAYIN
Uzak Doğu mutfağına düşkün olanlar ile beni yakından takip edenler, Chinebloom’un nefis yemeklerini daha önce birkaç kez yazdığımı hatırlayacaklardır. İki çok eski arkadaş Suat Kantarcıoğlu ile Mutlu Köktürk’ün birlikte kurduğu ve Atakule’ye gelerek biz o civarda oturanları sevindiren ‘Chinabloom’ bugünlerde yeni bir sushi yeme ve yedirme tarzıyla ilgi çekiyor. Restoranın deneyimli Sushi ustası sevgili Mert’in yaratıcılığıyla uygulamaya konan ‘Sushi Dama’yı oynayarak yemek için Atakule’ye gittim.
İki arkadaş da olabilir tabii ama öncelikle karı-koca veya iki sevgiliye tavsiye ederim, çünkü müsabaka çekişmeli ve atışmalı oluyor. İki farklı çeşit sushi siparişi verdikten sonra gerisini Mert usta hallediyor. Sushiler dama tahtasında servis edilirken heyecan basıyor. Sizin verdiğiniz siparişiniz karşıda, karşının sushileri de sizin önünüzde. Sevgiliniz veya arkadaşınızın önündeki sushilerinizi midenize indirmek için karşıdakileri kazanmanız gerekiyor. Hem açlığınız hem de aç kalma ihtimaliniz sizi hırslandırıyor... Deneyin kazanacaksınız yoksa kaybeden hesapları ödüyor.
AÇIK TEZGÂH IŞIL IŞIL
SABRIN SONU... ‘KEBAP’
“Her şey az çok çiğ et gibidir; biraz sabır ister ki, kebap olsun...” (Cenap Şehabettin)
“Ne sabrı? Hemen gelsin...” vaziyetinde bir topluma dönüştük... Yemek ve market alışveriş uygulamalarının, motosikletli kuryeleri zamanla, sipariş verenleri de kampanyalarla yarıştırdığı bir ortamda, gelen yemeğin lezzetiyle pek de ilgilenilmediğini biliyorum. Lokanta ve restoranlar, pişirme süresini en aza indirmek için farklı yöntemler denerken, değişime uğrayan yiyecekleri yapay sos ve aromalarla lezzetlendirerek göz boyamanın da kısa yolunu bulmuşlar. Soğuk tüketilen yiyecekler haricinde, sıcak yenmesi gereken hiçbir yemeğin paketlenmemesi gerektiğinin bilincinde olmamız gerek... Ve hatta “Yemek piştikten hemen sonra tüketilmeli, ertesi güne bırakılıp ısıtılmamalı...” Özellikle bizim toplumumuza has geleneksel yiyeceklerin lezzetlenmesi için ihtiyacı olan ‘doğal malzeme’, ‘ağır pişirim’ ve ‘demlenme’ fasıllarını pas geçen uyanık restoranlar, kendilerince uyarladıkları pişirim yöntemlerini pazarlarken ‘yeni nesil’ tabirini kullanmakta sakınca görmüyor. Yemeğin gelenekselliğine aykırı pişirim yöntem ve ilave katkılar kullanarak lezzetini zedelediğini, kısa zamanda pişirim uğruna yemeğin esasını kaybettiğini bilmelerine rağmen sürdürmelerini tahrip edici ve affedilemez bir davranış biçimi olarak değerlendiriyorum... “Öncelikle, yemeği pişirenin yemeğin usullerine, yemeği yiyenin de pişirene saygı duyması gerekiyor...” Bu davranış biçiminin yemeğe apayrı bir lezzet katmasının yanı sıra, bu lezzetin tadını alınca yediğinden keyif almak için sabırlı olunması gerektiği gerçeğini de algılatıyor... Geleneği olan yemeklerin pişirme yöntemlerine mutlak surette sadık kalınmalı ki, istenen güzellik yüreklere değsin, pişsin ‘kebap’ olsun.
Kuşaktan kuşağa Ankara hikâyelerinin altıncısını yaparken en başından beri asırlardır süregelen geleneksel kültürümüzün kaybolmaması ve geleceğe taşınmasının öneminin altını kalın kalemle çizmeye çalıştığımızın farkında olduğunuzu düşünüyorum. Geleneksel esnaflığın ahlaki değerleri olumlu yönde etkilediğini deneyimlemiş bir toplum olarak, bu kültürün devamı ile ilgili adımların desteklenmesi gerektiğinin bilincine de varmamız gerekiyor. Sürdürülmesi gereken geleneksel meslek guruplarının, meslek erbabının ailesi ile birlikte kuşaktan kuşağa aktarılması, geleceğin gelenekle sağlamlaştırılması ve kalıcı olması açısından en güvenilir ve etkili yöntemidir.
Fotoğraflar: Ekin Hazal DOĞRUYUSEVER
GÜVEN VEREN KEBAPÇI
En başından beri hem geleneğine hem de geleceğine bağlı kalan bir kebapçı ‘Emin Usta...’ Kale Mahallesi, Koyunpazarı Sokak’taki lokantayı ‘eski Ankaralıyım’ diyen herkesin bildiğini düşünüyorum. Kale Mahallesi esnafının mahcup olmayacağını bilerek misafirini ağırladığı esnaf lokantasında yemek yiyenler, girerken çekingen, çıkarken müptela oluyorlar... Turistik amaçla Kale’yi gezmeye gelenlerin çoğu Kale’yle birlikte kebapçı Emin Usta’yı da unutamıyor... Serüven, 1958 yılında şimdiki yerinin bir üst sokağı ‘Kuş Sokak’ta 2-3 masa ve oturakların olduğu küçük dükkânda Emin Usta’nın babası Beypazarılı ‘Durmuş Güven’in kurduğu ‘Güven Kebap’ ismiyle başlıyor. Kuru fasulye, pilav, köfte, kuzu şiş ve pirzoladan oluşan seçeneklerin hepsi birbirinden lezzetli ve el emeği ile hazırlanıyor. Kısa zamanda pişirdiği yemeklerle mahalle ve çevre esnafına güven veren Durmuş Usta, Kale civarına alışverişe gelenlerin de gözdesi haline geliyor. 1996 yılına kadar 38 yıl boyunca sürdürdüğü lokantacılığı boyunca, çocukları Ali ve Emin’i yanında çırak olarak yetiştiren Durmuş Usta, bildiği her şeyi çocuklarına aktararak geleneksel lokantacılığın devamıyla, hem geleneklerimize hem de yemek kültürümüzün sürdürülebilirliği anlamında katkıda bulunuyor...
2023 çok yorucuydu... Geçen yılın kendisinin de bizzat yorulduğuna hepimiz şahit olmadık mı? En az bizim kadar ‘bir an önce biteyim de gideyim’ istemiştir. Hatırlarsanız, depremle başlamıştık. Hayat şartları, siyasi gündem, seçimler, spor gündemi, yarım kalan yüzüncü yıl, zamlar, geçim sıkıntısı ile nefes nefese kaldık. Savaş, kan ve çocuk ölümleri ile nefesimiz kesilmişken yılı bitirdik. Yıl bitti bitmesine de bizde yeni yıla sarılıp tutunacak takat kaldı mı emin değilim. Aslına bakarsanız, yeni düşüncelere yollar açmak gerek, hiç denenmemiş olumlu, samimi ve dürüst bakış açısı ile yepyeni bir düşünce tarzı gerek... Henüz bunların yolu yok, ancak bu gidilemez manasına gelmemeli. Öncelikle cesareti olmalı insanın. Öngörüsü, ileriyi görme kabiliyeti gelişkin olmalı. Yüreğinde iyi niyet ve umut beslemeli. Adımlarını sağlam ve kararlı atmalı. Attığı her adımda hedefe yürümeli. Yakınlaştıkça hedef büyümeli, ardından yürüyecekler için bırakacağı iz silinmemeli. Bunları yazarken arka fonda bu düşünceme karşı verilecek cevaplar da ardı ardına sıralandı gaipten... “Amaaan boş ver kim uğraşır yol açmakla... Yolu olan yerlere gitmek varken bilmediğin yolun sonu muammadır, hayal kırıklığıdır... O yol falan da değildir, olsa olsa maceradır... Hazırı varken maceraya atılmaya değer mi?” Kendini yenilemek için bence değer ve değmeli. Sen ne dersin? Cesaretin var mı...?
BİZİM İLK ‘CAFEMİZ’
Biz Ankaralıların şehrimizle kurduğumuz ve sadece Ankaralıların anlayabildiği sevgiyle tarif edilebilen bir düşkünlüğü, bir tutkusu var. Şehrimizin her köşesini, her sokağını ve hatta her ağacını sahiplenme gibi bir huyumuz ve onlarla kurduğumuz manevi bağı her halükârda yaşatma sevdamız var. Öncelikle Cumhuriyet, TBMM bir de Anıtkabir mesela... Opera, Ulus, Hacı Bayram, AOÇ, Papazın bağı, Kızılay, Kale, Tunalı... Bunlar şimdilik aklıma gelenler, sizin aklınızda kalanlarla anılar etrafa serpilir ve heyecan doruğa çıkar, içimiz bir hoş olur. Sayıları çok az olsa da bir de ikonik mekânlar vardır Ankara’da iz bırakan. Konuyu dağıtmamak için bunlara girmeyeceğim ancak bunlardan birinin kapısını çalacağım... İçeri girdiğimizde doyasıya Ankara soluyacağımız biz Ankaralıların ilk ‘Cafemiz’e uğramadan geçmeyeceğim. Çünkü ‘Cafemiz’ 30’uncu yaşını kutluyor...
30 İZ BIRAKAN YIL...
Kurucusu sevgili Boğaç Üner’in ailesinin halen üst katında oturduğu; GOP Arjantin Caddesi’nde, neredeyse tükenmekte olan 60’lı yıllardan kalma müstakil bir evin giriş katı ve göz alıcı bahçesinde kuruldu. ‘Cafemiz’ 1993 yılında açıldığında gerçek ‘kafe’ kültürünün ne olduğunu yurt dışına gidenler haricinde pek kimsenin bildiğini sanmıyorum. Şimdilerde açılan duygudan yoksun kafeleri gördüğümde de ne yazık ki halen bilmediklerini düşünmeden edemiyorum. ‘Cafemiz’in tamamen kendine has özgün bir yapısı var. Dekorundan menüsüne kadar her şey sürdürülebilirlik temelinde bir özen ve düşüncenin ürünü. Ankara’da yaşayan ya da Ankara’ya geçici gelen ‘tanınmış simalar’ demek istemiyorum, ‘yaşamın ve yemeğin tadını bilen’ insanların mutlak uğrak yeri demek daha doğru olur. Ben dahil tüm müdavimlerinin özel anları için tereddütsüz tercihiyle şahane anlara tanıklık etmesi bu kafenin Ankara için önemini izah etmeye yeter de artar sanırım...
HAYAL DEĞİL HAYAL ETTİĞİNİZ...
“Gerçeğe bağlılık, güven, ümit ve sevgi dolu bir yürek...” Ne kadar güçlü bir ifade değil mi? Her kelimesini ayrı ayrı düşündüğünüzde her biri tek başına hayatın her aşamasında farklı sebeplerle önümüze çıkmıştır mutlaka. Çıkış sebebi ne olursa olsun kelimeyi ve anlamını idrak ettik mi? Emin değilim. Ama kullanmışız işte... Hem söylemesi o kadar kolay ve hafif ki, yağ gibi kayıyor, içerdiği anlamın ağırlığını hissetmiyorsunuz bile. Kendimizi ya da bir başkasını ikna etmek için kolay, pratik bir ifade yolu olarak benimsemiş, sık kullanmak hoşumuza gitmiş. ‘Gerçek’, ‘bağlılık’, ‘güven’, ‘ümit’, ‘sevgi’, ‘yürek’... Şimdi bir daha okudunuz. Okurken zorlanıp incinmediniz. Öyle çok da zor ve ağır değilmiş, bir çırpıda dilimizle yuvarlayıp çıkardık, nefes nefese de kalmadık... Neden bu kadar rahatlıkla söyleyebildiğimizin sebebini biliyorsunuz elbette. Yoo... Hayır, bu sizin şahane diksiyonunuzdan, dile hakimiyetinizden veya Türkçe telaffuzundaki başarınızdan kaynaklanmıyor ne yazık ki. Becerebilirseniz, her kelimenin gerçek anlamını hissederek söylemeyi deneyin. Bakın bakalım... Söylemesi kolay mı? Mutlu yıllar...
YEMEK BAKKALI
‘EKŞİ ELMALI TAVUK SALATASI-FAVA’
Ankara’nın en deneyimli ve kiloyla yemek satışı yapılan ilk meze dükkânı. 2005 yılında, Birlik Mahallesi 448. Cadde’deki yerinde kurulan ‘Yemek Bakkalı’nda deneyimli şef sevgili Egemen, annesi Süreyya Hanım’la birlikte çalışıyor. Lezzetin sırrını anladığınızı umuyorum zira tüm pişenlere ‘anne eli’ değiyor. Lezzeti ile ünlendiği ‘Ekşi elmalı tavuk salatası’ ilk günkü gibi şahane dersem abartmış olmam çünkü halen dükkânın en çok tükenen mezesi. Geleneksel ‘fava’yı Ankara’da en iyi pişirenlerin başında şef Egemen var. Anne eliyle sarılan ‘yaprak sarma’nın da Ankara’nın en iyisi olduğunu söylemeliyim. Geleneksel ‘yılbaşı hindisi’ her yıl olduğu gibi siparişle hazırlanıyor. Sipariş vermek için 28 Aralık (bugün) son.
MOMMY MADE
‘BATTUTA FASÜLYESİ-GİRİT MEZESİ’
Sabah 05.00’te uyanıp kahveyi ateşe koyduğumda bugün yayınlanacak köşede yazacağım ‘leziz mekân’ belliydi... Fotoğrafları da gece uyumadan önce makineden bilgisayara aktarmıştım. Giriş konusu henüz kafamda yoktu ancak kahvenin nefis kokusu yayılınca fikirler patlamaya başlardı nasılsa... Bunu daha önce defalarca deneyimlemiştim... Yazmak için yerime geçtiğimde mutluyum... Özgürlüğüme kavuştuğumu düşünüp rahatlıyorum... Ve yine öyle oldu. Birkaç gün önce bugünkü yazımda kullanmak üzere not ettiğim İsviçre asıllı Fransız yönetmen ve sinemanın ‘Nouvelle Vague’ veya ‘Fransız Yeni dalgası’ akımının önemli temsilcisi ‘Jean-Luc Godard’ filmi 1960 yapımı (Jean-Paul Belmando, Jean Seberg) ‘Serseri Aşıklar’dan alıntıladığım sözü yukarıda okudunuz... Bu söz size neler hissettirdi bilmiyorum ancak sorgulanması gerektiği ile “Yaşam bir yolculuksa, tadına varmak için özgürce ilerlemeli...” fikrindeyim. Buradan yola çıkayım istedim... Yolda eşlik etsin ve zihnimde şekillenecek fikirlerin gelişine renk ve neşe katılsın diye André Rieu’nun karışık albümünü tıkladım... Çalmaya başlayan ilk şarkı aslında hepimizin ismini bilmesek de aşina olduğu, duyunca keyiflenip belki de romantikleşip gözlerini yumarak geçmişe veya geleceğe özgür ve mutlu yolculuk başlattığı bir şarkı. Dmitri Şostakoviç bestesi ‘Waltz No. 2’nin ünlendiği filmin adını da duymuşsunuzdur mutlaka. Orijinal adı ‘Eyes Wide Shut’ veya ‘Gözleri Tamamen Kapalı.’ Başrollerini Tom Cruise ve Nicole Kidman’ın oynadığı 1999 yapımı Stanley Kubrick filmi. Değerlendirmek için alın size ipucu.... İzleyin, dinleyin. Ne kadar özgürsünüz? Hatırladınız mı?
AŞKIN FIRINDAN TAZE ÇIKMIŞ HALİ ‘SARNİİ’
İngiliz halk dilinde ‘atıştırmalık sandviç’e ‘Sarnii’ deniyormuş. Bir kafe adı olarak da kulağa hoş geliyor ama ben adını hiç duymamıştım. Birkaç hafta önce ‘Minon Cakes’ kafeyi yaparken tanışmıştık Elif Keskin’le. Minon kafenin sahibi Arzu Çetintaş “Sarnii’ye mutlaka uğramalısın, şahane” derken, daha önce birlikte çalıştığı arkadaşının yerini elbette övmeli dedim kendi kendime. Fırsat bulunca gittim tabii ki... Kavaklıdere, Farabi Sokak’ı kesen, Galip Dede Sokak’ın, Nergiz Sokak’la kesiştiği köşeye gizlenmiş butiğin de butiği diyebileceğim bir mekânla karşılaşmayı beklemiyordum açıkçası. Küçücük bahçesine sığışan birkaç masasının hemen arkasındaki tamamı cam kaplı cepheden içerisi gözükse de tezgâh üzerine dizilmiş tepsilerdeki ürünlerin albenisi sizi içeri çağırıyor. İçeri girdiğimde sanki aşk fırından yeni çıkmış ve kokusu yayılmış gibiydi... Mest oldum... Tezgâhın arkasında duran genç adamın yüzündeki gülümsemenin yapmacık olmadığını anladığımda aynısını kendi suratıma da kondurdum. Kısa sohbetten sonra Şef Elif’in eşi ve iş ortağı Berat Keskin’le tanışmıştım.
ÖZGÜN VE DOĞAYA SAYGILI
Elif Keskin eşi Berat’la birlikte okuduğu Hacettepe Matematik Bölümü mezunu olsa da mezun olur olmaz asıl hayali mutfağa da soyadı gibi keskin bir geçiş yapıyor. ‘Mutfak Sanatları Akademisi (MSA)’ eğitimi ve Avrupa’nın yıldızlı mutfakları deneyimi ile iyice demleniyor. Kafasında tasarladığı projeyi hayata geçirirken zorlansa da oluşturduğu net çalışma prensipleriyle yerini sağlamlaştırmış. Karbon ayak izinin azaltılması vizyonunun yerleşik olduğu kafede ambalajlı ürünler, bilindik gazlı içecekler yok, Su arıtmadan şişeleniyor ve tüm misafirlere ikram ediliyor. Pazartesi ve salı günleri kapatıyorlar. Hem kendileri nefesleniyor hem de misafirlerini özlüyorlar. Aşk böylece hep taze kalıyor... Bana “Bir kafe nasıl olmalı?” diye sorulsa üç aşağı beş yukarı kesinlikle “Sarnii”yi tarif ederdim.
ANKARA’NIN EN İYİ KRUVASANI
AZİM VE EMEK
“Ben çiçeklerin samimiyetine inanıyorum. İster tenekeye ekin, isterseniz en pahalı saksılara... Emeğiniz kadar güzelleşiyor.” (Nazım Hikmet)
Emeğin, mutlak bir karşılığı ve bir maddi kazancı vardır... Olmalı da... Emeğin, alın teri ile bir olup insan gelişimine kazandırdığı maneviyata her hâlükârda paha biçilemez... Biçilmemeli... Üzülerek söylemeliyim ki; emeğin anlamını yitirdiği dönemler yaşıyoruz... Herhangi bir şey için emek ve zaman harcamanın aptallık olarak değerlendirildiği bakış açısının yoğunlaştığı bir zaman dilimi... Hayatın uzun yolculuğunda bir yere ulaşmak için kısa ve kestirme yolları tercih etmeye başlayan bir düşünce tarzı... Ve hatta başkasının emeğini sahiplenerek, tercümesi; asıl emek verenin omuzlarına binerek sürdürülen bir yaşam felsefesinin hüküm sürdüğü zorlu bir çağı yaşıyoruz... Hoş, bu duruma felsefe denmesi abes tabii... Olsa olsa “Sömürü ile kurnaz yaşam” ve “Zaman hırsızlığı” denmeli. William Shakespeare’in “Başlangıcı birdenbire olanın sonu da çabuk gelir” sözünden anlaşılacağı üzere; emeksiz ve kurnazlıkla elde edilen kazanç odaklı yaşam biçiminin ömrü de kısa oluyor... Emek ve zaman yankesiciliğinin artması ile ortaya peydahlanan bu kısa yol kurnazları; toplumun aç gözlülükle beraber inanç ve milli duygularını kullanarak elde ettikleri sahte teveccühün farkında olsalar da sahte ve süslü kimlikleriyle bu sahteliğe karşı çıkamıyor olmaları... Ne acı değil mi?
Hürriyet Ankara’nın kuşaktan kuşağa Ankara hikâyelerinde beşinci durağımız, ismini kurucusu ‘Celal Çarhoğlu’nun Beşiktaş sevdasından alan, Ulus’ta üç kuşağın hizmet verdiği Azim Beşiktaş Döner...
İsmini, kurucusu ‘Celal Çarhoğlu’nun Beşiktaş sevdasından alan kebapçının yıllar içinde efsaneleşmesinin sebeplerinden biri de kartal sembolüyle birlikte siyah- beyaz renkler olmalı... Bir dönem başkentin merkezi olarak sayılan ve devletin önemli birimlerinin bulunduğu Ulus semtinde çalışan tüm esnaf ve memurun mutlaka uğradığı mekân, rahatlıkla Ankara’nın vazgeçilmez klasikleri arasında sayılabilir. Ulus Hali’nin hemen arkasında Hacı Bayram Mahallesi, Tahtakale Sokak’ta 1952 yılında Celal Çarhoğlu tarafından kurulan ‘Azim Beşiktaş Kebapçısı’ 72 yıldır hiç ara vermeden halen aynı yerinde aynı lezzet ve özenle hizmetine devam ediyor. İlk kurulduğu yıllarda döner kebap dahil, kebabın her çeşidini yapmasından dolayı ‘kebapçı’ olan ünvanı, sonradan sadece döner ve köfteyle sınırlanınca şimdiki adı ‘Azim Beşiktaş Döner’e dönüşüyor. Yeni nesil Ankaralılar Ulus civarına gitmediklerinden olsa gerek farkında olmadıkları bu eşsiz lezzeti kaçırdıklarından da haberleri yok. Eski Ankaralıların “Et gibi değil, döner kebabı gibi kokan döner” diye tarif ederek müptelası olduğu dönerini tattığınızda, sizin de aynı fikirde olmanız kaçınılmaz.
Fotoğraflar: Ekin Hazal DOĞRUYUSEVER
AKİF KARADAŞ (AKİF USTA)