Daha önceki yazılarımda da söz ettiğim gibi, Limb-Girdle Musküler Distrofi (LGMD) özellikle omuz, üst kol ve alt karın kaslarını etkileyen; kasta eksik olan proteine ve genetik geçişine göre otuzun üzerinde alt türü bulunan bir hastalık grubuna verilen ad. Son yıllarda ilaç ve genetik tedavi araştırmaları hızlanmış olsa da henüz bir tedavisi bulunmuyor. Şu an için genetik tarama ve tür teşhisi, hasta ve hasta yakınlarına destek, hasta hakları ve farkındalık çalışmaları ön planda. Bu çalışmalara dikkat çekmek ve bu nadir hastalık konusunda farkındalık yaratmak amacıyla da 30 Eylül tarihi, yedi yıldan beri, LGMD Farkındalık Günü olarak anılıyor.
2021 Uluslararası LGMD Konferansı, 17-20 Eylül tarihleri arasında Speak Foundation evsahipliğinde çevrimiçi olarak gerçekleştirildi. Konferans 76 ülkeden araştırmacıları, doktorlar ve sağlık çalışanlarını, hasta ve hasta yakınlarını, sivil toplum kuruluşlarını bir araya getirdi. Çok bilgilendirici olan oturumlara vakfın youtube sayfasından erişmek mümkün: https://www.youtube.com/channel/UCGcb4iyAkk6jdNkMhPhupCg. Her ne kadar mükemmel bir çeviri sağlamasa da, otomatik Türkçe altyazı seçeneği de bulunuyor.
Konferansta hem teşhis hem de tedavi çalışmaları hakkında bilgi verildi. Hastalığın alt türü yöre ile yakından ilgili olabildiğinden yöresel çalışmaların önemi vurgulandı. Her alt tür için farklı terapi yöntemleri geliştirilmesi gerektiğinden yöresel çalışmalar ilaç ve genetik tedavi araştırmalarını da doğrudan etkileyen bir etken. Uzmanlar hastaların araştırmalara katılmasının öneminin de altını çizdiler. Zira her araştırma sonuca ulaşmasa da araştırmacılara hastalık hakkında bir şey daha öğretiyor. Klinik deneme aşamasına gelen ya da gelmekte olan gen terapileri de konuşulan konular arasındaydı. Nadir hastalıklarda klinik deneme başladıktan sonra ilacın onay alması 3-5 yıl arası sürüyor. Uzmanlar klinik denemelere katılmadan önce iyi düşünülmesi, her şeyin sorulması gerektiğini belirtiyorlar. Klinik deneylerden çekilmek mümkün, fakat bu durumda araştırma zora giriyor.
Konferans ağırlıklı olarak Avrupa ve Kuzey Amerika’daki gelişmeleri kapsıyordu. Ancak bir oturumda Latin Amerika, Hindistan ve Mısır’daki durum hakkında da fikir sahibi olma şansı bulduk. Her üç ülkede de karşılaşılan en temel sorun kas hastalıkları konusundaki uzman eksikliği. Bu ülkelerin henüz teşhis yöntemlerini geliştirme aşamasında olduklarını söylemek yanlış olmaz. Özellikle Hindistan ve Mısır’da, geleneksel akraba evliliklerinin halen sürdürülüyor oluşunun hastalığın yayılmasında önemli bir faktör olduğu vurgulandı.
Akraba evliliklerinin en sık yapıldığı ülkelerden biri olan Türkiye'de yapılan araştırmalar nüfusun %25'lik bir kısmın kendi akrabasıyla, kan bağı olan kişilerle evlendiğini gösteriyor. Yani ülkemizde de hastalığın yayılmasının en önemli faktörlerinden biri akraba evliliği.
LGMD kalıtılma şekline göre ikiye ayrılıyor:
Tip 1 LGMD (Otozomal Dominant -baskın- geçişli): Bu tipte; kişi, genin bir normal kopyasını, bir de olumsuz yönde değişmiş (mutasyonlu) kopyasını taşıyor. Ancak değişmiş gen normal gene baskın, ya da diğer bir deyişle normal genden üstün oluyor. Bu durum, bireyin genetik hastalıktan etkilenmesine sebebiyet veriyor. Ebeveynlerden biri değişmiş gene sahip olduğunda ya normal geni ya da değişmiş geni aktarıyor çocuğuna. Bu nedenle, doğacak çocuklardan her biri %50 (1/2) ihtimalle değişmiş geni taşıyor ve durumdan etkilenmiş oluyor.
Tip 2 LGMD
Geçen yazımda 9 Eylül’de “İzmir’in dağlarında çiçekler açar” ezgileriyle coşku içinde geçen kutlamalardan söz etmiştim. Bu güzel şehirde kaldığım birkaç gün boyunca İzmir’in bağlarında açan çiçekleri de doya doya görme fırsatım oldu. Özellikle son yirmi yılda bu yörede organik bağcılık hızla gelişmiş, öyle ki Ege Bağ Rotası olarak bilinen bir gezi rotası bile oluşmuş. Eylül havasının bize tanıdığı imkandan faydalanıp İzmir merkeze yarım saat uzaklıktaki bağların bazılarını ziyaret ettim.Bağ gezisine Kemalpaşa’da bulunan Nif Bağları ile başladık. 400 dönümlük bağ, üç kuşak boyunca bağcılık ile uğraşan Özcan ailesi tarafından 2004 yılında kurulmuş. Bağlar, adını yörenin eski adı olan Nymphaion’dan alıyor. Kurucularından Hamit Özcan’ın özel Vintage Traktör koleksiyonu da görülmeye değer.
Menderes’ teki İsabey Bağları adını şarapçılık dünyasının tanınmış firmalarından Sevilen Şarapları’nın kurucusu İsa Bey’den almış. Sevilen Bağları’nın tohumları 1960’da atılmış, 2002’de ise İsabey Bağevi kurulmuş. 850 dönümlük bağların içinde yer alan bağevinin bahçesindeki büyük çınar çok görkemli. Torbalı’da 1.168 dönümlük arazide yer alan Lucien Arkas Bağları ise ziyaret ettiğimiz en geniş alandı. Öğrendiğim kadarıyla Türkiye’nin en büyük tek parsel bağıymış burası.
Aslında yola çıkarken biraz tedirgindim, tekerlekli sandalye ile bağlara erişip erişemeyeceğimi bilememiştim. Fakat gidince gördüm ki endişelerim boşaymış. Ziyaret ettiğim üç mekân da tekerlekli sandalye erişimine son derece uygundu. Standart ölçülerdeki rampalardan engelsiz tuvalete kadar pek çok şey düşünülmüştü.
İzmir’e gitmişken Kordon havası almadan olmaz diye düşünüp kalacağımız oteli ona göre belirlemiştik. İzmir Palas Oteli manzarası kadar erişilebilirlik ve engelli konuklarına sunduğu olanaklar konusunda da beni mutlu etti. Tekerlekli sandalye kullanıcısı olarak çok rahat ettiğimi söylemeliyim. Engelli konuklar için tasarlanan oda standartlara uygun, duşundan dolabına kadar her şey engelsiz erişime uygun olarak tasarlanmış. Üstelik tekerlekli sandalye ile rahatça dolaşabildiğim, şehrin manzarasına hakim kocaman bir terası vardı. Kordon boyunca gerek deniz kenarındaki geniş park alanları gerekse kaldırımlar tekerlekli sandalye ile sorunsuz gezmeye elverişliydi.
Ben bu seyahati yaptığıma çok memnunum. Ne ile karşılacağımı bilmediğim için dışarılarda dolaşmaya biraz çekinir olmuştum son zamanlarda. Bu seyahatte korkmadan gezmeye başladığım zaman çok hoş sürprizlerle karşılaşabildiğimi gördüm. Ve bu da beni çok mutlu etti…
Engellerimizi hissettirmeyecek engelsiz bir yaşam dileği ile…
Geçen hafta kendimi çok iyi hissetmediğim için izin almıştım. Kızım bunu fırsat bilerek, bir arkadaşıyla çıkacağı İzmir gezisinde onlara eşlik etmemi istedi. Uzun yıllardır İzmir’e gitmemiştim. Bunun iyi bir fırsat olacağını düşünerek onun teklifini kabul ettim. Bu haftaki yazılarımda sizlerle bu geziden izlenimlerimi paylaşmak istiyorum.
9 Eylül bildiğiniz gibi İzmir’in kurtuluş günü. İzmirlilerin bu özel günü büyük bir coşkuyla kutladıklarına yıllardır televizyon ekranlarından, gazetelerden ve sosyal medyadan şahit olur, günün birinde bu coşkuya bizzat dahil olmak isterdim. Hoş bir tesadüf sonucu bu kez 9 Eylül’ü İzmir’de kutlayabildim ve bu büyük coşkuya şahsen tanıklık edebildim.
“İzmir’in dağlarında çiçekler açar. Altın güneş orda sırmalar saçar.” diye başlar İzmir Marşı. Tam da böyle bir sabaha uyandı İzmir o gün. Gün boyunca şehrin her yerinde bayram havası hâkimdi. Kutlamalar sabah 350 metrelik dev bayrağın Kordon boyunca taşındığı geleneksel Zafer Yürüyüşü ile başladı. Özendiğim deneyimlerden biri de yurttaşların bu coşkulu anlara evlerinin balkonlarından katılması olmuştur hep. Bu kez ben de otelimizin balkonundan izledim Zafer Yürüyüşü’ nü. Kelimenin tam anlamı ile büyüleyiciydi…
Cumhuriyet Meydanı'ndaki törende İzmir Büyükşehir Belediyesi Dans ve Ritim Topluluğu'nun zeybekten valse uzanan gösterilerini izledik. Bu gösterilerde İzmir halkı yediden yetmişe sahne aldı. Ritim topluluğunda sadece kadınların olması da çok hoştu. Her yaştan kadın, izleyenleri davul ezgileri ile coşturdu. Bu arada, İzmir’de kadınlara verilen önem çok dikkatimi çekti. Kaldığımız otelin altında yer alan restoranda sadece kadınlardan oluşan masalara indirim yapıldığına şahit oldum. Kadınların sosyal yaşamın her alanına katılmalarına gösterilen bu özen beni çok etkiledi.
Kutlamalar kapsamında Cumhuriyet Meydanı ile Gündoğdu Meydanı arasında Zafer Yürüyüşü’nün yanı sıra pek çok başka geçit töreni de izleme şansımız oldu. Gün içinde bando ve süvari birlikleri yürüyüşlerini gördük. Akşam ise Fener alayına katıldık. Çocukluğum geldi aklıma, ne de severdim çoluk çocuk katıldığımız fener alaylarını…
Geceyi Gündoğdu Meydanı’nda Athena konseri ile tamamladık. Tahmin edebileceğiniz üzere konser çok coşkulu ve kalabalıktı. Konser sırasında ve sonrasında en çok dikkatimi geçen şey ise yerlerde tek bir çöpe rastlanmayışı oldu. İzmir halkı yere bir tek sigara izmariti bile atmamıştı. Konser sırasında ellerindeki irili ufakları çöpleri hiç üşenmeden çöp kutusuna taşıyan insanları izledim memnuniyetle.
Gün boyunca yaptığı konuşmalarda İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’e işaret dili tercümanının eşlik ettiğini de özellikle belirtmek isterim.
Bu coşkuyu mümkün kılmakla kalmayıp engelliler de dahil herkesin huzurla ve rahatça paylaşmasını sağlayan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’ in şahsında bütün belediye çalışanlarına ve İzmir İl Emniyet Müdürü Mehmet Şahne’ nin şahsında tüm güvenlik kuvvetlerine teşekkür ederim.
AÇEV (Anne Çocuk Eğitim Vakfı), ağırlıklı olarak eğitim programlarıyla faaliyet gösteren bir sivil toplum kuruluşu. Hedef kitlesini sosyal ve ekonomik koşullardan ötürü gelişimleri desteklenemeyen ortamlarda yaşayan çocuklar, anne-babalar ve genç kadınlar oluşturuyor.
AÇEV ’in ilk adımları 1980’li yıllarda Boğaziçi Üniversitesi Akademisyenleri Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı, Prof. Dr. Diane Sunar ve Prof. Dr. Sevda Bekman tarafından yürütülen bir araştırma projesi ile atılmış bulunuyor. Araştırmada o yıllarda Türkiye’de okul öncesi eğitimin çocukların sadece %7’sine ulaştığı gerçeğinden yola çıkılıyor ve alternatif bir okul öncesi eğitim modeli olan Anne Çocuk Eğitim Programı (AÇEP) geliştiriliyor. Ardından da ilk uygulamalara başlanıyor. Elde edilen başarılı sonuçlar ışığında, Kurucu Başkan Ayşen Özyeğin önderliğinde, Anne Çocuk Eğitim Vakfı kuruluyor ve eğitimlerin Türkiye çapında yaygınlaştırılmasını amaçlayan kurumsal bir yapıya kavuşuyor.
AÇEV, 28 yıldan bu yana geliştirdiği programlarla hedef kitlesinin içinde bulunduğu risk faktörlerini azaltmayı ve sosyal refahı arttırmayı hedefliyor. Vakıf, etkin bir müdahale ile, çevresel koşullardan ötürü örselenebilir durumda olan kişilerin hayatlarında olumlu bir değişim sağlanabileceği inancı ile yürütüyor faaliyetlerini.
Sağlam bir geleceğin temelinin yaşamın ilk altı yılında atıldığının bilincinde olan AÇEV; erken yaştaki her çocuğun güvende, sağlıklı, mutlu ve öğreniyor olması için çalışıyor. Ülkenin dört bir yanındaki ihtiyaç sahibi çocuklar, anne-babalar ve genç kadınlar için bilimsel temelli eğitim programları geliştiriyor ve uyguluyor. Eğitim programları ve saha çalışmalarının yanı sıra toplumsal farkındalığı arttırmak, bilinç ve destek oluşturmak amacıyla da çeşitli etkinliklere imza atıyor.
Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri çerçevesinde de özellikle vurgu yapılan erken çocukluk döneminde nitelikli eğitim, gelecek nesillerin yetiştirilmesinde ailelerin rolü, toplumsal cinsiyet eşitliği ve yaşam boyu öğrenme konuları, AÇEV’ in faaliyetlerinin odağında yer alıyor.
Erken çocukluk dönemi, çocukların iyi yetişmesi için olağanüstü fırsatların olduğu bir dönem. Bu özel zaman diliminde anne ve babaları tarafından desteklenen çocuklar ileride daha mutlu, sağlıklı ve başarılı bireyler oluyor; toplum olarak birlikte gelişmeye ve birlikte yaşamaya daha çok katkıda bulunuyorlar. AÇEV, bu yüzden; farklı sosyo-ekonomik hedef kitlelere ve yaş gruplarına yönelik anne-baba eğitimleri ile, çocuklarının gelişimine destek olabilmeleri için ebeveynleri güçlendiriyor.
Ülkemizde 0-6 yaş arasındaki çocuk sayısı 9 milyon civarında. Bunlardan 4,9 milyonu en yoksul %40’lık birimdeki hanelerde yaşıyor. 0-6 yaş arasında çocuğu olan annelerin %71,5’i, babaların ise en az %60,1’i ortaokul mezunu. AÇEV, ihtiyaç sahibi nüfusu hedef alan Erken Çocukluk Eğitim müdahaleleri ile toplumsal eşitsizlikleri ve özellikle eşitsizliklerin nesiller arası geçişini azaltmak için çalışıyor.
Çocukların gelişimi için çok önemli bir konu da onlara kitap okunması. Ancak ülkemizde 5 yaş altı çocukların %71’inin evinde 3’ten az çocuk kitabı var ya da hiç kitap bulunmuyor. AÇEV’ in “Okuyan Bir Gelecek Platformu”, bu tablonun değişmesi ve daha fazla çocuğun kitaplarla buluşması için hayata geçirilen bir proje. Platform ile, çocuklara erken yaşlardan itibaren kitap okumanın önemi konusunda toplumda farkındalık oluşturulması hedefleniyor. AÇEV’ in erken çocukluk uzmanlarının seçtiği nitelikli çocuk kitaplarına ünlü sanatçılar, uzmanlar ve yazarlar ses veriyorlar.
Kurşunun ateşlendikten sonra belli bir mesafeye ulaşıp hızını kaybederek düşüşe geçtiği andaki durumuna yorgun mermi deniliyor. Uzmanlar, kurşunun yorgun mermi anına geçtiği anda havada dönmeye başladığını ve bu nedenle birine isabet ederse normal mermiden çok daha büyük etki yaratacağını ve öldürücü yaralar açabileceğini söylüyorlar.
Ülkemizde birçok insanın yaralanmasına, felç kalmasına, hatta ölmesine sebep olan yorgun mermi ne yazık ki masum insanların canını almaya devam ediyor. Üç gün önce hayatını kaybeden 15 yaşındaki Emir Yuşa Atıcı yorgun merminin son kurbanı...
İstanbul’da yaşayan Emir’i dedesini ziyaret etmek için gittiği Trabzon’da buluyor yorgun mermi. Ailesi ile birlikte neşe içinde fındık toplarken aniden yere yığılıyor henüz hayatının baharını bile yaşayamamış olan Emir. Başından kanlar gelen çocuk hemen hastaneye götürülse de ne yazık ki tüm müdahalelere rağmen kurtarılamıyor.
Kurşunun nereden geldiği belli değil. Emir Yuşa Atıcı’nın dedesi “Silah işi yok olsun, devletimizden bunu bekliyoruz. 40 yıl önce de 16 yaşında bir kızımızı kaybettik.” diyor.
1970’li yılların sonlarında Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları’nın Çayırova’ da yerleşik bir yan kuruluşunda görev yapıyordum. Şirketimizin Muhasebe Şefi sessiz, sakin bir arkadaşımızdı. Eşimin de askerden arkadaşıydı ve ailece görüşüyorduk. Hemen hemen her erkek gibi bu arkadaşımız da futbola çok meraklıydı. Tuttuğu takımın rakibini ezici bir farkla yenerek galip geldiği bir akşam sevincinden evinin balkonuna çıkarak havaya açtığı ateş ne yazık ki onun hayatını bitirdi. Zira onun tabancasından çıkan bir kurşun yandaki evin balkonunda oturmakta olan masum bir insanın canını aldı.
Bu olayı duyduğumuzda ne kadar çok üzüldüğümüzü bugün bile hatırlıyorum. Arkadaşımız cezaevine girdi ve ondan bir daha haber alamadık. O zaman bu arkadaşımızın sebep olduğu bu ölümün ne ilk ne de son olduğunu bilmiyordum. Yazmaya başladıktan sonra yorgun mermi nedeniyle hayatını kaybedenlerle ilgili haberleri toplamaya başladım. Ve gördüm ki, kimilerinin sevinci kimilerinin ölümüne neden oluyor…
Ülkemizde düğünlerde, asker uğurlamalarında ve benzer kutlamalarda silah atılması ezelden beri normal kabul ediliyor. Ancak hiç de normal değil bu… Emniyet Müdürleri vatandaşları kutlamalarda silah atılmaması için uyarıyorlar. Zira havaya atılan her kurşun yere düşmek zorunda. Ve biz istemeden, bu kurşun bir komşumuza ya da hayvan dostlarımıza zarar verebiliyor. Bu yüzden silahı hayatımızdan çıkarmalı, kutlamalarımızı şarkılar ve türkülerle taçlandırmalıyız.
Umarım bir gün “yorgun mermi” nin tarihe karıştığını anlatan bir yazı kaleme alma olanağı bulabilirim.
Cerebral Palsy; duruşu ve hareket kabiliyetini etkileyen, bebeklik ve çocukluk döneminde en sık görülen fiziksel engellilik durumu. Gelişimini tamamlamamış beynin doğum öncesi, doğum sırası veya doğum sonrası dönemde hasar görmesi nedeniyle oluşuyor. İlerleyici bir rahatsızlık olmayan Cerebral Palsy’ de, travmaya uğramış beyne erken müdahale edilmesi ve hayat boyu rehabilitasyon uygulamasıyla önemli gelişmeler sağlanabiliyor.
Ülkemizde her gün 16’dan fazla bebek Cerebral Palsy teşhisi alıyor. Bir başka deyişle, Türkiye’ de her yıl 6,000’den fazla çocuğa Cerebral Palsy tanısı konuluyor. Tanı alan çocuklarda hareket bozukluğu ile birlikte görme, işitme, algılama sorunları ve epilepsi gibi farklı durum ve rahatsızlıklara da rastlanabiliyor. Cerebral Palsy’li her dört çocuktan biri konuşamıyor, üç çocuktan biri yürüyemiyor, iki çocuktan biri zihinsel engelli, dört çocuktan birinin ise epilepsisi bulunuyor. Cerebral Palsy’li çocukların ömür boyu özel eğitim ve rehabilitasyon desteği almaları gerekiyor.
STEPtember, Cerebral Palsy’li çocukların hayatlarında pozitif etki yaratmak ve konuya herkesin destek eli uzatmasına olanak vermek amacıyla hayata geçirilen bir sosyal sorumluluk projesi. Avustralya’daki Cerebral Palsy Alliance tarafından 2011 yılında başlatılan ve September (Eylül) ile Step (adım) kelimelerinin birleşmesinden türetilmiş olan STEPtember, her yıl Eylül ayında ekip ruhuyla gerçekleşen eğlenceli bir spor ve farkındalık etkinliği. Katılımcılar bir yandan kendi sağlıkları için günde on bin adım atarlarken diğer yandan da Cerebral Palsy’li çocuklar için sosyal çevrelerinden bağış topluyorlar. Söz konusu etkinlik, dünyanın farklı ülkelerinde eş zamanlı olarak gerçekleştiriliyor. Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı, 2014 yılında, ülkemizi temsilen bu ağa dahil olmuş bulunuyor. STEPtember Projesi’ ne destek veren katılımcılar dört kişilik takımlar oluşturuyorlar ve Eylül ayı başından itibaren adımlarını Cerebral Palsy’li çocuklar için atmaya başlıyorlar: Hedefleri, günde 10.000 adım…
Projeye dahil olmak isteyen gönüllülerin önce www.steptember.org.tr üzerinden kayıt yaptırmaları ve Eylül ayı boyunca her gün attıkları adımları web sitesine ya da STEPtember Mobil Uygulaması’ na girmeleri gerekiyor. Ardından da bağış toplayabilmek için konuyu çevrelerine sözlü olarak ya da sosyal medya aracılığıyla duyurmaları…
Proje süresince katılımcılara, hedeflerine ulaşabilmeleri için destek vermek üzere Cerebral Palsy’li çocuklardan oluşan “Hareket Elçileri” eşlik ediyor. “Hareket Elçileri”; gönüllülerin günlük 10.000 adım hedefine ulaşma yolculuklarında bazen onlarla egzersizler hakkında ipuçları paylaşırken, bazen de bağış toplarken kullanılabilecek yöntemlerden söz ediyorlar.
İçinde bulunduğumuz pandemi döneminde aramızda mesafeler olsa da, STEPtember katılımcılarının ortak bir hedefte birleşmelerini mümkün kılacak. Her katılımcı evinde, ofisinde ve öğle molasında bireysel olarak yapacağı yürüyüşler veya spor aktiviteleri ile günlük 10.000 adım hedefini gerçekleştirebilecek. Günün sonunda her takım üyesinin attığı adımlar ve topladığı bağışlar, STEPtember uygulamasında Cerebral Palsy’li çocuklar için bir araya gelecek. Böylece hem sosyal mesafeyi koruyarak sağlıklı bir yaşam için hareket etme hem de aradaki mesafelere rağmen ortak iyilik hedefinde buluşabilme olanağı sağlanmış olacak.
Projenin ülkemizdeki Temsilcisi olan Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı Genel Direktörü Nigâr Evgin, 2020 yılında 40’tan fazla kurumsal firma ve 2.500’e yakın katılımcının topladığı 1.601.445 TL. tutarındaki bağışın Cerebral Palsy’li çocukların eğitim ve tedavilerinde kullanıldığını söylüyor. Evgin, çocukların yaratılan fon sayesinde eğitim-öğretim bursu aldıklarını; psikolojik ve sosyal destek, erken müdahale hizmeti, fizyoterapi, hidroterapi ve özel eğitime ulaştıklarını ifade ediyor. Proje getirisiyle bilimsel çalışmalara da destek verildiğini belirten Nigâr Evgin, “Bu sene daha çok çocuğa yardım eli uzatarak yüzlerini güldürmek istiyoruz. Bu yüzden bu yıl daha çok destekçiye ulaşarak 1.800.000 TL’lik bağış hedefimizi gönüllülerimizle birlikte tamamlamak için çalışıyoruz.” diyor.
Gelin bizler de bu Eylül’de adımlarımızı Cerebral Palsy’li çocuklar için atalım ve onlara umut olalım...
İstanbul’un trafik sorunu yıllardır gündemden düşmüyor. Ancak alınan hiçbir önlem bu sorunu çözmeye yetmiyor.
Geçtiğimiz Cumartesi akşamı can yoldaşım Mercan ile hem biraz hava almak hem de pandemi günlerinin sıradanlığından bir gece olsun kurtulabilmek için, yemeğimizi genç yaşımdan beri üyesi bulunduğum İstanbul Yelken Kulübü Sosyal Tesisleri'nde yemeye karar verdik.
Fenerbahçe’deki tesislere gitmek üzere engelli bireylere hizmet veren Engelsiz Nakil Şirketi’nden bir araç istedik ve saat 19.00’da yola çıktık. Günlerden cumartesi olduğu için, yol haliyle biraz kalabalıktı. Ancak Feneryolu’ ndan Kalamış Caddesi’ ne indiğimiz anda trafiğin durma noktasında olduğunu gördük. Evet, o istikamete giden araç oldukça fazlaydı; ama trafiğin durma noktasına gelmiş olmasının nedeni bu değildi. Yol boyunca caddenin her iki tarafı park halindeki araçlarla işgal edilmişti. Bu yüzden yol caddenin geniş kısımlarında iki şeride, dar kısımlarında ise tek şeride düşüyordu. Sonuçta internete göre 4 dakikada, bana göre ise en fazla 15 dakikada varmamız gereken mekâna ancak 1 saat 15 dakikada, Saat 20.15’te ulaşabildik.
Spor kulüplerine ait sosyal tesislerin ve sayısız kafe ve restoranın yer aldığı bir semt Fenerbahçe. Bu yüzden cumartesi akşamları trafiğin biraz daha yoğun oluşu normal. Ancak yolun her iki tarafının park halindeki araçlarla işgal edilmiş olması normal değil. Bu kadar işlek bir caddeye neden park yasağı getirilmediğini bir türlü anlayamıyorum.
Ben trafik konusunda uzman bir kişi değilim. Ama trafik sorununu çözmek için biz vatandaşların da katkı vermeleri gerektiğinin farkındayım. Nasıl derseniz, kendimce şöyle açıklayabilirim:
Günümüzde pek çok şirket üst düzey çalışanlarına araç tahsis ediyor ve bu araçların masraflarını karşılıyor. Dikkat ederseniz, özellikle iki yaka arasındaki köprü geçişlerinde her arabada yalnızca bir kişi olduğunu görüyoruz. Oysaki aynı semtlerde yaşayan arkadaşlar aynı aracı paylaşabilirler. Ya da kendilerine özel araç tahsis edilmiş olsa bile, eğer gün içinde bu araca ihtiyaçları olmayacak ise şirketlerinin genel servisini kullanabilirler.
Bir türlü anlayamadığım bir diğer husus ise, herhangi bir engeli olmayan kişilerin neden toplu taşımayı kullanarak yarım saatte gidebilecekleri yere özel araçlarıyla bir buçuk saatte gitmeyi tercih ettikleri. Zira engelim beni en fazla köprü trafiğinde kaldığım zamanlar rahatsız ediyor. Çoğu zaman gideceğim yere geç kalmamak için, gereğinden çok daha önce çıkmak zorunda kalıyorum evden.
Bugünlerde basında en fazla yer alan konulardan biri de Küresel İklim Krizi. Kullanılan fosil yakıtların (kömür, petrol ve doğalgaz) ürettiği sera gazı ekolojiye büyük zarar veriyor. Birleşmiş Milletler (BM), Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve uluslararası örgütlerin küresel sıcaklık artışına ilişkin hazırladığı rapora göre; pandemi nedeniyle karantina döneminde karbon salınımı %17 azalmış olsa da atmosferdeki uzun süreli gaz konsantrasyonları artmaya devam ediyor. Raporda küresel sıcaklık artışının gelecek beş yılda 2,7 santigrat derece yükselerek Sanayi Devrimi öncesindeki tehlikeli seviyelere ulaşılabileceği uyarısında bulunuluyor. Söz konusu olası artışın Paris İklim Anlaşması’ ndaki “küresel sıcaklık artışının 1,5 santigrat derecede tutulması” hedeflerini karşılamadığına dikkat çekiliyor ve iklim değişikliğinin “geri dönüşü olmayan” etkilerinin artmaya devam ettiği ifade ediliyor.
Dün üniversite tercihlerinin son günüydü. Yüzbinlerce gencimiz geleceklerini inşa etmek üzere bir adım daha attı. Umarım hepsi hayal ettikleri eğitime ve güzel bir geleceğe kavuşur.
Gençlerimizin kendilerini geliştirmelerine ve hayallerini gerçekleştirmelerine destek olan sivil toplum kuruluşlarından söz etmeye bu yazımda da devam etmek istiyorum. Bilgilendirme bültenlerini takip ettiğim Yücel Kültür Vakfı da gençlere çeşitli destekler sunan kuruluşlardan biri.
Yücel Kültür Vakfı 1969 yılında gençlerin önüne olanaklar sunabilmek amacıyla bir araya gelen eğitimciler, iş insanları ve meslek erbabından oluşan 66 kişi tarafından kurulmuş. Kurucular işe, öncelikle, vakıf bünyesinde bir dershane kurup çeşitli kurslar ile gençlerin meslek sahibi olmalarına katkıda bulunarak girişmişler. Vakıf, bugün hem düzenli olarak sağladığı burslar hem de düzenlendiği çeşitli etkinlikler ile 16-33 yaş arasındaki gençlere kendilerini geliştirmeleri için olanaklar sunuyor.
Yücel Kültür Vakfı, yurt içinde ve yurt dışında başarılı fakat maddi desteğe ihtiyacı olan orta öğretim, üniversite, yüksek lisans ve doktora öğrencileri için çeşitli burslar veriyor. Vakfın kültür, sanat, spor alanlarında başarılı ve imkânı kısıtlı gençlerin çalışmalarına ve projelerine yönelik katkı bursları olduğu gibi orta öğretim öğrencilerinin yarışmalar, seminerler, araştırma projeleri, toplantılar, kültür-sanat ve bilim ağırlıklı faaliyetlere katılabilmeleri için sağladığı destekler de mevcut.
Benim en çok dikkatimi çeken burs türü, öğrenci olmadığı halde yabancı dil öğrenmek isteyen gençlere sağlanan burs oldu. Yabancı Dil Bursu’na hak kazanan öğrencilerin kurs ücretinin yarısı vakıf tarafından ödeniyor. Küreselleşen dünyada yabancı dil bilmenin gençler için önemi tartışma götürmez. İş imkanları bir yana, farklı kültürler tanımakla ufkunu açıyor, ruhunu zenginleştiriyor insan. Bu nedenle, özellikle böyle bir burs imkânı sunuluyor olması bana çok anlamlı geldi. Zira vakfın amaçları arasında “dünya gençlerini bir araya getirerek sosyal ve kültürel faaliyetlerde bulunarak diğer kültürler ile olan iletişimlerini de güçlendirmek ve sosyal gelişimlerini sağlamak” da bulunuyor. Kuşkusuz dil bu konuda vazgeçilmez bir araç. Pandemi sürecinde, ayrıca, İngilizce Konuşma Kulübü düzenlenmiş. Gençler kendi seviyelerindeki akranlarıyla ücretsiz ve çevrim içi olarak, bir kolaylaştırıcı eşliğinde, bir araya gelerek pratik yapma olanağı bulmuşlar.
Vakıf, bursların yanısıra, “gençlerin çağın teknoloji ve imkanlarını kullanarak öncelikle kendilerini ve yeteneklerini geliştirmelerini” sağlama misyonu doğrultusunda pek çok etkinlik, seminer, söyleşi düzenleyerek de gençlerin kişisel gelişimlerine katkıda bulunuyor. Yogadan bilişime uzanan son derece geniş bir yelpazede gerçekleştirilen etkinliklere göz atarken, Sevgili Arkadaşım Nörolog Dr. Cüneyt Başbuğu’nun "Alışkanlıklar", "Aşkın Nörobiyolojisi" ve "Beynimiz Nasıl Çalışıyor?" webinarlarıyla karşılaştım mesela.
Yücel Kültür Vakfı gençlerin “cumhuriyet ve demokrasinin temel ilke ve değerlerine sahip, çağdaş, donanımlı, sağduyulu, özgüven sahibi, düşünen, sorgulayan, kendi iç yaratıcılığını harekete geçirebilen, farklı düşünce ve inançlara saygılı, insan ilişkilerinde cinsiyet, ırk, din, dil farkı gözetmeyen, iyi eğitimli, gelişmeye açık, bilgi üreten ve kullanabilen bireyler” olarak yetişmeleri vizyonuyla yola çıkmış bir sivil toplum kuruluşu. Aslında hepimizin hayalindeki de bu değil mi?
Engellerimizi hissettirmeyecek engelsiz bir yaşam dileği ile…