Ümraniye’deki Fıkıh-Der.
İnsan bu sapıklığın karşısında kusmak istiyor. Erkek çocuklar için bir Kuran kursu daha. Katı bir Kuran kursu. Meğer oradaki yatılı erkek çocuklara tecavüz edilmiş. 2014-2016 arası bu dernekte yatılı kalan bir çocuğun şikâyetiyle ortaya çıkıyor. Çocuğun şikâyetlerinin ardından kurs sorumlusu Ömer İ. ve eğitmenler Hacı Serkan B. ile Tarık B. gözaltına alınıyor. Sonra aynı duruma maruz kalan diğer öğrenciler ortaya çıkıyor.
Bu üç kötü adam da tutuklanıyor.
H.R.Ö. isimli çocuğun ifadeleri içler acısı. Cinsel organını tutturmalar, masaj yaptırmalar, cinsel ilişki teklifi... Reddedince mescidin kapısı kilitleyip aç bırakmalar... Sonra defalarca tecavüze mecbur bırakmak... Sonra başka hocalarla ilişkiye zorlama...
Diğer çocuklar da benzer ifadeler vermişler. Yazıklar olsun! Bu din olamaz; bu din kisvesi altıda sapıklık yapmak, dine düşmanlık etmek demektir.
Ve bu tecavüzcüler için diyorlar ki “28 Şubat’ta yer altında itildiler, ondan öyle oldular!” Yok artık, böyle bir gerekçe olabilir mi? Böyle bir olay mazur gösterilebilir mi? Bu iğrençlik sizin çocuğunuzun başına gelse aynı gerekçeleri kullanabilecek misiniz?
EMİNE DİRİCAN’IN ÇIĞLIĞI: ‘EMİNE BULUT GİBİ ÖLMEK İSTEMİYORUM’
Her gittiğin yerde yeniden başlamak... O şartlara uyum sağlamak, her gittiğin yerde yeni biri olmak...
Artık Londra’dayız.
Burası Hindistan’dan tamamen farklı. O renk, o çeşitlilik, o sıcaklık yok, o yerellik de yok. Ama başka güzellikler var. Sonsuz özgürlük ve yeşillik var.
Yeni evimiz kutu gibi. Londra’nın göbeğinde, iki oda bir salon. Küçük ama harika bir parka bakıyor. Sabahları yeşile uyanmak insanın ruhuna çok iyi geliyor. Betûl Mardin’in evi burası. 90’larda bunaldığında soluklanmak için almış. O bir Londra âşığı. Zaten yıllarca bu şehirde çalışmış. İlk önce BBC’de, sonra farklı yerlerde. Onun oğlu, yani benim sevgilim Ömer de liseyi de üniversiteyi de bu şehirde okumuş. Betûl Mardin 85 yaşına kadar her yıl üç ay bu evde kalıyor ve şarj oluyordu. Müzikaller, filmler, yeni kitaplar, sergiler...
Yenilenip Türkiye’ye dönüyordu.
Londra’ya taşınma faslı gündeme gelince bu evde oturalım diye tutturan benim. Çünkü kiralar manyak pahalı bu şehirde. Kalktık geldi. Henüz “Yerleştik” diyemeyeceğim, çünkü tamamen elden geçmesi, yenilenmesi gerekiyor. Öncelikle de eşyalarımızın gelmesi gerekiyor. Evin, “ev” olması, bizim ruhumuzun yansıması gerekiyor.
HEDEFİM OLMAZSA BİTİĞİM BEN!
Birdenbire olmaz ama yaparız!
Veee Onur Ünlü karşımda... Seni, kimseninkilere benzemeyen filmlerinden tanıyoruz. Bir de şiir kitabın var: ‘Ah Muhsin Ünlü’. Roman yazmak nereden çıktı?
- Ben Cihangir’de oturuyorum. Eğer bir romanın yoksa, artık Cihangir’de ev vermiyorlar! Ama Cihangir’de oturmasaydım da yazardım. Çünkü denemek istedim. Roman kahramanım Ayşe, bir süredir vardı. Yazar arkadaşım Mustafa Mutlu’yla bir film hikâyesi yapmaya başladık onu. Bir miktar ilerledik de... Ama sonra film olmadı. Ben de Ayşe’yi kaderine terk etmek istemedim. Zaten o da bundan nefret ederdi. Çalışmaya devam ettim. Bir de prensip olarak yapılması imk3ansız gibi gelen şeyleri, kafaya takıp onların üzerine gitmek hoşuma gidiyor. Yoksa vakit nasıl geçecek?
İYİ BİR ROMANIN BALZAC KADAR ŞİŞMAN OLMASI BEKLENİYOR
Valla roman şahane... Derin, felsefi... Şaşırtıcı... Eğlenceli... Manyak bir tempo... Üstelik film gibi, sinematografik...
- Sinemadan, özellikle de senaryodan öğrendiğim birçok trük’ü kullandım. Ayrıca yılların filmcilik alışkanlığıyla resimler üzerinden düşünüyorum. Önce bir şey görüyorum, sonra o gördüğümü yazıyorum. Sonra da yazdığımı çekiyorum. Bu sefer çekmek yerine gördüğümü biraz daha detaylı anlattım. Tempoysa, temel meselem zaten. Film yaparken de öyle. Roman denince insanların aklına son derece ağır hareket eden bir şey geliyor. Mesela iyi bir romanın, Balzac kadar şişman olması bekleniyor! Oysa Balzac’ın döneminde insanlar, 100 metreyi 17 saniyede filan koşuyorlardı. Şimdiyse dokuz saniyenin altına inmek üzereler! Ben niye oturup bekleyeyim?
Eğlendin mi yazarken?
- Zaman zaman. Ama daha çok şaşırdım. Kimi cümleleri nasıl kurabildiğime şaşırdım en çok! Kendimden korktuğum zamanlar oldu. Mesela o yazdığım şeyi hangi ara düşünmüştüm? Bahsettiğim şeyi ne zaman yaşamıştım? Kimdim ben? Gibi...
Siz Kadın Dernekleri Federasyonu olarak şehir şehir dolaşıp İstanbul Sözleşmesi’ni mi anlatıyorsunuz?
Aynen öyle! Yaklaşık 40 ilde barolarla işbirliği yapmaya başladık. Ve şehirlerde bulunan kamu kurumlarıyla “koordinasyon kurulları” oluşturduk. Belediyeler, kolluk kuvvetleri, Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet, Aile Bakanlığı’nın teşkilatları birlikte yan yana yani... Sivil toplum örgütlerine müracaat eden şiddet mağduru kadınlarından hepsini haberdar ediyoruz. Amaç, Aile Bakanlığı’nda daha çabuk hareket kabiliyeti sağlanması, hâkimleri bilinçlendirme, avukatlarla hâkimler arasında diyalog oluşturma... Herkesi telefonun WhatsApp bölümünde bir grup haline getirdik. Mesela Aydın’da bir vaka meydana geldiğinde, herkesin aynı anda haberi oluyor. Olay yerine müdahale, mağdura yardım, ev açma, sığınma evine koyma, kolluk kuvvetlerine götürebilme gibi gereken bütün prosedürlerin çok kısa bir sürede, resmi evraka bağlı olmadan gerçekleştirebiliyoruz. Bizim için de çok büyük kolaylık. Arkadaşlarımız da mahalle mahalle dolaşıp şiddet mağdurları kadınları bilinçlendiriyor, nereye nasıl müracaat etmeleri gerektiğini anlatıyor. Biliyorsunuz, bir acil yardım hattımız da var bizim. O telefon numarasını da yaygınlaştırarak İstanbul Sözleşmesi’nin gereklerinin yerine getirilmesini sağlıyoruz.
TEHDİT ALIYORUZ AMA MÜCADELEYE DEVAM
Siz de tehdit alıyorsunuz. Akit türü gazetelerde görüyorum ben, saldırıyorlar size... Neden ‘aile’yi yıkmaya çalıştığınızı düşünüyorlar da şiddeti önlemeye çalıştığınızı anlamıyorlar?
Bilsek... Akıl sır erecek bir şey değil! Çok uzun zamandır bizi de hedefe koydular. Mor Çatı ve bizim federasyonu bir nevi düşman ilan ettiler. Adımız, “aile düşmanları”na, “ahlaksız kadınlar”a çıktı. Bizi akıllarınca aşağılamaya, yıpratmaya, korkutmaya, yıldırmaya çalışıyorlar. Çok da önemi yok. Çünkü öldürülen kadınları hiçe sayarak, kendi egemenliklerini sürdürmek isteyen tarikat ve din düşmanları bunlar. Bunlar dindar değil, din taciri. Evet, tehdit alıyoruz. Korkmuyor muyuz? Korkuyoruz. Ama biz mücadelemize devam ediyoruz. Çünkü bildiğimiz ve yaptığımız en doğru iş bu. Bunun için çok uzun yıllardır çalışıyoruz. Bir kadının bugün canının yanması beni üç kat daha fazla üzüyor herkesten. Çünkü ben biliyorum ki o kadını kurtarabilirdik, o kadın yaşayabilirdi! Herkesin açık ve net şunu bilmesi gerekiyor: Birbiri ardına katledilen kadınların hayat garantisi İstanbul Sözleşmesi. Tam anlamıyla uygulansa, bu ülkede kadınlar ölmez!
“İstanbul Sözleşmesi, TC Anayasası’nın 90. maddesi uyarınca kanun hükmündedir!” diyorsunuz. Ama bir de bu sözleşmenin kaldırılmasını isteyenler var. E, Anayasa’yı hiçe saymış olmuyorlar mı?
Elbette oluyorlar! Devletin imzaladığı bir sözleşmeye karşı cephe oluşturmak, onun aleyhinde propaganda yapmak aslında suç. Bizim de Cumhurbaşkanına seslenmemiz o yüzden. Biz hep teşekkür ettik AKP hükümetine bu sözleşmeye imza attığı için. Şimdi de bu sözleşmeye karşı cephe oluşturanlara ses vermesini istiyoruz. Bu sözleşme yürürlükte kalmalı ve uygulanmalı. Cumhurbaşkanı’nın da “Ben bu ülkenin lideri olarak, kadın vatandaşlarımın ölümüne karşı mücadelemi devam ettireceğim!” demesini istiyoruz.
Günlerdir İstanbul Sözleşmesi’nin maddeleri paylaşılıyor sosyal medyada... İstanbul Sözleşmesi hakkıyla uygulanıyor olsa Emine Bulut ölmez miydi?
Kesinlikle ölmezdi! İstanbul sözleşmesi gerçek anlamda uygulansaydı, Emine Bulut o buluşma merkezine gitmezdi. Çünkü tehlikeleri biliyor olurdu. O buluşma, ya bir sivil toplum rehberliğinde ya da kolluk kuvvetlerinin nezaretinde, bir şiddet önleme merkezinde gerçekleşirdi. Taksi şoförleri de eğitimli olurdu. Saçından sürüklediği andan itibaren, kolluk kuvvetlerine haber verilirdi. Bulundukları mekândaki garson da daha duyarlı davranırdı. Çünkü bu konuda eğitim almış olurdu. Olayların kötüye gideceğini bildiği için kolluk kuvvetlerini arayabilirdi. O mekânın camında zaten bilgilendirme mesajları asılı olurdu. Yerel yönetim daha iyi bir çalışma yapabilseydi, camda Acil Yardım Hattı’nın telefonları olurdu ya da 183’ün. İnsanlar oraya müracaat edebilirdi. Ama bunların hiçbiri olmadı, olamadı. Ve biz orada bulunan birinin olan biteni kameraya çekmesiyle bu vahşete tanıklık edebildik.
Nedir İstanbul Sözleşmesi? Devletlerin şiddeti önleme ve şiddetle mücadeleye karşı verdiği söz mü?
Evet. Kadın cinayetlerinin ve istismarların önlenmesi adına dünyada ülkelerin etkin olarak görev alacaklarına dair ortaya koydukları bir mücadele. Avrupa Konseyi’nin bir mücadelesi. Uzun soluklu bir çalışma sonucunda, sahadaki sivil toplum örgütlerinin masa başındaki Türk temsilcisine aktardığı bilgiler sonucu ortaya çıkmış bir sözleşme. Aslında bir sözleşmeden çok, geleneksel yapıdaki “zihinsel dönüşüm”ü sağlamak. Bu bir süreç. Sözleşme şiddeti önlemeyi amaçlıyor. Şiddet gerçekleşmişse sonrasında hukuki desteği sağlıyor, bununla beraber rehabilitasyon aşamasında da mağdura destek veriyor. Yani alfabenin A harfinden Z harfine kadar mağdurun yanında olmayı hedefliyor.
Türkiye’nin de imzası var mı bu anlaşmada?
Olmaz mı? Kabul noktasında çok büyük çaba sarf etti Türk heyeti. Başında da profesör Feride Acar Hoca vardı. İstanbul’da imzalandığı için adı İstanbul Sözleşmesi. Çok takdirle karşıladığımız, her zaman da dile getirdiğimiz bir anlaşma. Ve bu mevcut iktidar zamanında imzalandı.
Ne zaman?
Bodrum’da kaçak yapılaşma çok önemli bir sorun. Bu konuda ne diyeceksiniz?
Bodrum’un en önemli meselelerinden biri bu. Hepimiz bunun için mücadele etmeliyiz. Başka yolu yok. Başka Bodrum da yok. Ben zaten seçime bu vaatle girdim. Seçildiğim anda da dedim ki “İlk yapacağım iş kaçak yapılaşmayla mücadele etmek! Bodrum’un tarihine, yapısına, kültürüne, insanına, denizine zarar veren hiçbir yapılaşmaya onay vermeyeceğim!” Vermiyorum da. Mesela Güvercinlik bölgesinde çok ciddi bir kaçak yapılaşma vardı. İlk yıkımlara oradan başladık. Hele bir tanesi, tam yolun kenarında felaket bir şeydi. Balkon gibi koca bir bina yapmışlardı. Onu yıktık. O bizim için büyük bir adımdı. Bir de çok iyi mesajdı herkese. Güvercinlik’teki çarpık yapılaşmayı durdurduk. Ama maalesef iş sadece bununla bitmiyor. Bodrum’un her yeri kaçak yapılarla dolu...
Mesela durdurulma kararı alınan Gündoğan’daki Besa İnşaat...
Evet, orası bir çevre felaketi. Bodrum’un doğal yapısını bozdular, bozmaya da devam ediyorlar. Kesinlikle önüne geçmek lazım. Siz bir coğrafyayı, uygun bir şekilde yapılaşmaya açarsanız, eğimine uygun bir şekilde, bitki örtüsünü, doğayı koruyarak... Sıkıntı yok. Ama bunlar tamamen bir tepeyi dümdüz ediyorlar! Ne kayası kalıyor, ne taşı ne hayvanı ne bitkisi. Resmen tahrip ediyorlar. Yetmezmiş gibi bir de deniz dolduruluyor! Sonra binayı yapıyorlar, bu da böyle bir proje...
Söz konusu yer imara açık mıydı?
Evet, açıktı.
Peki orası sit alanı değil miydi?
MEZARLIĞA İMECE USULÜ BAKIM YAPTIK
MEZARLIK bakımı da başka bir terapiymiş. Aynı zamanda Gürece Mezarlığı’nda bakım çalışması da yaptık. Hepimizin ruhuna çok çok iyi geldi. Bizim köyde su sorunu var. O yüzden de mezarlığa ne eksen kuruyor. Aslında şahane bir mezarlık, insanın orada ebedi uykusuna yatası geliyor. Biliyorum tuhaf bir cümle ama huzurlu bir ortam, onu anlatmaya çalışıyorum. Ne var ki su olmadığı için otlar bürümüş filan.
Su deposu ve hidrofor almaya niyetlendik yine kolyelerden elde edilen gelirle, ama elektrik yok. Aydem’den elektrik bağlanması gerekiyor. Yani sorunlar çok, bürokrasi de var. Ama olsun, aşılmayacak sorun da yok. Ben inanıyorum, bizim isteğimiz ve azmimizle her şey olur. Zaten Bodrum Belediyesi, başkan Ahmet Aras ve Muğla Belediyesi hemen yardımcı oldu, ekip gönderdi, aileler de geldi ama bitti mi, bitmedi. Daha epey yolumuz var.
Toplum gönüllüsü gençler de geldiler. Şevkle, neşeyle, gençliğin gücüyle çalıştılar. Otları temizlediler, bakım çalışmalarına katıldılar. Mezar sahipleri de geldi. Ama ne yazık ki mezarlığa inekler de giriyor. Girmesinler diye bir aile taş duvar örülmesini üstlendi. Mehmet Agu da sağ olsun, “O zaman ben de patika yürüyüş yolunu yaptırayım!” dedi. Herkes işin bir ucundan tutarsa oluyor aslında.
Toprak azalmıştı, eklendi. Mesele şu: Belediyeleri de suçlayamayız, bizde de bir mezarlık kültürü yok, genel olarak ihmal ediyoruz. Ama aynı mezarlıkta ünlü mimar Affan Yatman’ın da mezarı var, inanamazsınız, bir sanat eseri. Bir kaya üzerinde minicik bir kuş, ağlarsınız, o kadar güzel. Ama bu mezarın da etrafını otlar bürümüş.
Biz sarmaşıklar ektik mezarlığın duvarlarına, iki saat sonra bu sefer yoldan geçen danalar yedi... Böyle bir uğraş. Ama pes etmek yok. Devam, hep devam...
Gerçekten müthiş bir yer yaratmışsınız! Bodrum Engelliler Sağlık Vakfı, bir ‘mücevher’ gibi...
- Çok çok teşekkürler.
İnsan burayı görünce, bu atmosferi teneffüs edince ayrılmak istemiyor. Bir parçası olmak istiyor. Ve kendini burada çok iyi hissediyor. Nasıl böyle bir yer yarattınız, yaratabildiniz?
- Aslında ortada bir mucize yok! 23 yıldır kesintiye uğramamış bir çaba bu. Samimi ve rasyonel insanların çabası. Hatta, sonradan edinilen bilgi ve sonradan geliştirilen vizyonla şekillenmiş çabaların sonucu demek daha doğru.
BODRUM İYİLİK YAPMAK İSTEYENLER İÇİN LABORATUVAR
Neden?
- Bu işe gönül koyanların neredeyse tamamı, konuyu işin içine girince öğrendi. Toplumda zaten var olan iyilik yapma güdüsü, Bodrum’da var olan kollektif bilinç düzeyi, Bodrumluların ekonomik düzeyi ve entelektüel birikim olmazsa, başarmak zor olurdu. Yani aynı liderlik ve enerji, başka bir Anadolu kentinde bizim kadar şanslı olamayabilirdi. Bodrum iyi olmak ve iyilik yapmak isteyenler için laboratuvar şartları sunuyor. Biz el yordamıyla iş yapmadık, baştan savma yapmadık. Gerek fiziksel koşullar, gerek personel konusunda hep en iyiyi ölçü aldık. Kalktık Avrupa’ya gittik, benzer hizmetleri veren kurumları yerinde inceledik. Ve yaptığımız şeye çok inandık. Kısaca insanüstü bir durum yok. Samimi gayret, bilgi, çalışma ve kendimizi adama var.