Müthiş bir oyuncusun. Filmi izledikten sonra bir kere daha şapka çıkardım. Hangi role girsen gerçekten o oluyorsun. Kafadan sana inanıyorum ben, hikâyeyi senin gözünden yaşıyorum. Seninle ağlıyorum, seninle gülüyorum. Büyücü müsün, nesin? Nasıl bu kadar iyi oynayabiliyorsun? Sırrın ne?
- Ah ne mutlu bana! Çok teşekkür ederim. Bunları duymak çok değerli. Ben role hizmet etmeyi seviyorum. Rolün bana nasıl hizmet edeceğiyle ilgilenmiyorum. Rolün emrine giriyorum. Bunu yapmak için de çok inanıyorum, çok düşünüyorum, çok çalışıyorum, çokça da gözlemliyorum. O rolü gerçek kılmak için uğraşıyorum. Ben bu gerçekliği yaşarken, birileri büyülendiğinde de acayip mutlu oluyorum. Şimdi olduğum gibi!
KADINI MERKEZE ALAN SENARYO BULMAK ZOR
Benim için sen Türk Meryl Streep’sin. Sen ne dersin?
- Onur duydum derim. Onunla röportaj yaparsan, bunu ona da söyler misin? (Gülüyor)
Tıpkı onun gibi, izleyiciyi oyununla baştan çıkarabiliyorsun. İzleyicin üzerindeki etkinin sen farkında mısın?
- İşin başında ben baştan çıkıyorum. İçimdeki ateşi size atıyorum. Sonrasında sizinle gözyaşlarımız, kahkahalarımız birbirine karışıyor. Bu etkinin farkında olmamak, özellikle tiyatro sahnesinde mümkün değil. O etki zaten beni motive eden en büyük güç. Ben işte bu gücün âşığıyım.
Ödüllere doymayan bir film. 25. Saraybosna Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma kategorisinde de ülkemizi temsil etti ve Emin Alper, ‘en iyi yönetmen’ ödülünü aldı. 38. İstanbul Film Festivali’nde ise en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi müzik, en iyi kadın oyuncu ödüllerini aldı. (Üstelik filmin üç kadın oyuncusu birden: Cemre Ebüzziya, Ece Yüksel, Helin Kandemir)
Annelerinin ölümünün ardından kasabaya “besleme” olarak verilen üç kız kardeşin, yıllar sonra köylerine geri dönmesini ve birbirleriyle yüzleşmelerini konu alan bir film. Çok çarpıcı bir hikâye. Bu arada Türk sinemasında ilk kez, köyde geçen bir filmde kadın karakterler güçsüz ve aciz gösterilmiyor. Filmdeki üç kız kardeş de kendi kaderlerine boyun eğip yaşamaya devam etmiyor, dik duruyorlar ve mücadele ediyorlar. İzleyin derim. Ve yeni kuşak Türk sinemasının geldiği seviyeyi görün. Sizi filmin yönetmeni Emin Alper’le baş başa bırakıyorum.
- Tebrikler! Son filmin ‘Kız Kardeşler’ ödüllere doymayan bir film. Bugün vizyona giriyor, Türk sinema seyircisiyle buluşacak... Neler hissediyorsun?
Berlin’deki prömiyerinde heyecandan bayılacaktım neredeyse! İlk kez iki bin kişiyle birlikte izledik orda. Sahneye çıktığımda dizlerim titriyordu. Üçüncü filmimde bu kadar çok heyecanlanacağım hiç aklıma gelmezdi. Ama galiba her seferinde ilk film gibi heyecanlanmak kaçamayacağım bir kader. Şu anda da tatlı bir gerilim ve heyecan içindeyim. Evet, karnımda kelebekler uçuyor!
- Bir yönetmen ödüller peş peşe geldikçe ne hisseder?
E çok iyi hisseder. Her ne kadar ödül dediğimiz şeyin, tamamen jürinin bileşenlerine bağlı olduğunu bilsek de bir jürinin çok sevdiği filmi, başka bir jürinin yerin dibine batırdığını görsek de ödül insana mutluluk veriyor. İster istemez hem seyirci hem de yönetmen için bir “tescil” niteliği taşıyor.
-
Almira...
Ve başına bir insanın başına gelebilecek en korkunç şey geldi.
Annesi gözünün önünde öldürüldü!
Dağlar taşlar ağlar bu duruma.
Bundan daha fena bir travma yok hayatta.
*
Almira’nın annesi 30 yaşındaki Tuğba Anlak eşinden boşanıyor, yeni bir hayat kurmak için Antalya’dan İstanbul’a yerleşiyor. Kızıyla birlikte tabii. Yeni bir hayata başlamak üzere ne hayaller kurmuştu kim bilir...
Ve o hayallerini gerçekleştirmek için bir kafe açıyor.
Bitmez tükenmez bir şiddet yaşanıyor.
Hem de hayatın her alanında...
Alınan bir önlem yok, caydırıcı cezalar yok.
Sadece kadına şiddet de değil söz konusu olan. Herkes öfkeli, tahammülsüz, insanların birbirinin canına kastı var. Suç üstüne suç işleniyor ve gereken cezalar verilmiyor. Ve n’oluyor? Hep daha beteri... Daha beteri oluyor! Canlar birer birer gidiyor.
NEREDE KATİL VAR, TECAVÜZCÜ VAR, SAPIK VAR, İSTİSMARCI VAR, HEPSİ ‘İYİ HAL’Lİ MAŞALLAH!
Henüz 23 yaşında genç bir mühendisti Halit Ayar.
23 nedir ya... Hayatın başı daha... Pırıl pırıl bir genç... Şimdi toprak altında. Çünkü Taksim’in orta yerinde bıçaklanarak öldürüldü!
Biliyorsunuz, 18 rap’çi bir araya geldi ve çok konuşulan bir şey ortaya çıkardılar. Kadına şiddet, hayvan hakları, doğa katliamı, kuraklık, adalet ve gündemde olan olmayan pek çok sorunu dile getiren bir parça yarattılar.
Her kesime yüklenmişler.
Özellikle de “beyaz Türkler”in sessizliğini dile getirmişler.
Ben içinde cesaret ve yaratıcılık olan her şeyi seviyorum. Bu da öyle. Kızacak, alınacak, darılacak bir şey yok. “Rap” dediğin müzik türünün varlık sebebi zaten bu: Eleştirmek, muhalefet etmek.
Bence zekice kaleme alınmış şarkı sözlerinden dolayı bu gençleri kutlamalı!
*
Cuma günü yayınlanan, 14 dakika 55 saniyelik bu klip çok ses getirdi. Bir tür rap isyanı gibi! YouTube’a yüklenen video, 3 günde neredeyse 15 milyon izlendi.
Parçanın başında, teknolojiye gömülmemize tepki olarak mekanik bir ses şunları söylüyor:
Siz, ‘fotogerçekçilik’ akımının, Türkiye’deki ilk temsilcilerindensiniz... Neredeyse, 60 yıllık eserlerinizden oluşan en kapsamlı serginiz de, SALT Beyoğlu ve SALT Galata’da sanat severlerle buluşuyor. Neler hissediyorsunuz?
-Büyük mutluluk duyuyorum. Hani Türkçede “Geç olsun da, güç olmasın!” diye severek kullandığımız bir deyim vardır ya, bakıyorum da, benim için her şey, hem çok geç hem de çok güç olmuş. Ama olmuş sonunda... Mutluyum!
KADIN BEDENİ DEĞİL, ERKEK BEDENİ DE METALAŞTIRILIYOR
Sizin için, bu sergi, bir ömrü özetlemek mi?
-(Gülüyor) Evet, öyle de diyebiliriz. İzleyiciler, farklı mekânlarda, ilkokul ikinci sınıf öğrencisiyken, ‘temiz’ defterime yaptığım çizimlerden, 2018’de boyadığım resimlere, yani ömür boyu ürettiklerimin büyük bir bölümünü görebilecekler.
Esas olarak bu sergiyle söylemek istediğiniz, vermek istediğiniz mesaj ne?
-Parmak bastığım, büyüterek insanların gözüne sokmaya çalıştığım şey, tüketim toplumunun kendisi. Kadınlar olsun, erkekler olsun, insanların metalaştırılması, her şeyin alınıp, satılıyor olması. Aslında paranın, en yüce değer sayılması! Öteki fotogerçekçiler gibi, ben “İyi-kötü, olmalı-olmamalı, doğru-yanlış!” diye ahkâm kesmiyorum. Tavrım belgesel. “Böyle olgular var, daha dikkatle bakın!” diyorum sadece...
Siz, kadın bedeninin, seyirlik bir nesne olarak kimliksizleştirilmesini de sorguluyorsunuz...
Torunu Yasemin Dormen soruyor, o yanıtlıyor. “Nerden başlasak babaanne?” diye giriyor meseleye Yaso. Mardin de “İsmim hep yanlış biliniyor. Betül değil, doğrusu Betûl” diyor, “Betül Farsça ‘keçi’ demek, Betûl ise ‘bakire’”... Doğduğunda büyük dedesi Necmettin Molla, Kuran’ı Kerim’den rastgele bir sayfa açıp bir noktaya parmağını basmış. O noktada da Betûl yazıyormuş. “Ama bu çocuk evlenecek ileride!” demişler. “O zaman başına bir Fatma da ekleyiverin!” demiş.
Betûl Mardin’in en önemli özelliklerinden biri her şeyi hikâyeleştirerek anlatabiliyor olması. Ağzın açık dinlersin. Ve hep muzip. Benim için hınzır zekânın karşılığı.
O, işçi arılar gibi. Hayal eder, planlar, çalışır ve var eder. Hepimiz zaman zaman dururuz di mi? Hayatı durdururuz. Betûl Mardin ise durdurmaz, hayatın içinde hayatla akar. 92 yaşında ama kanatları var ruhunda! Hep ileriye, daha yükseğe doğru çırpıyor kanatlarını...
Bilgili, merhametli, vicdanlı, tatlı, derin... “Şekerimmm!” diye başlar söze, öylece kalakalırsınız yerinizde. Şaşkınlık, hayranlık, akıl tutulması...
Şimdi Londra’da onun evinde yaşarken bir kere daha hayranlık duyuyorum. Bulduğu pratik çözümlere, aldığı notlara, okuduğu kitaplara, her daraldığında kültüre, sanata ve doğaya sarılmasına... Dolaplardan birinde katlanan bir park sandalyesi bulduk, çok hoşuma gitti. Kitabını ve sandalyesini kapıp parka gidermiş.
Röportajda çok hoşuma giden yerler oldu.
“Yaşadığım bütün zorlukları neşeye çevirdim ve sonunda herkesi affettim!”
Ege Soley, 83 doğumlu genç bir kadın. İtalyan Lisesi’nin ardından İngiltere’de Avrupa politikası, İtalyanca ve İspanyolca okumuş. Yetmemiş, gitmiş Fransa’ya, Fransızca öğrenmiş. Aynı zamanda orada çiçekçilik ve botanik eğitimi almış. İlginç bir kadın yani. Özgür bir ruh. Öğrenme âşığı. Sadece kadınların ürettiği tasarım ürünlerinin satıldığı, yavaş yaşam ve yavaş tasarım anlayışlarını destekleyen ‘Slow Public’in de yaratıcısı.
Şimdi de ‘Sakin’ diye bir kitap yazdı. Bize hayatın sırrının sakin kalmakta gizli olduğunu söylüyor.
“Koşmayı bıraktığımız gün, vardığımız gün. Aramayı bıraktığımız gün, bulduğumuz gün. Konuşmayı bıraktığımız gün, duyduğumuz gün. Bizim olduğunu sandığımız şeylerin hiçbir zaman gerçekten bize ait olmadığını anladığımız gün, artık her şeye sahip olduğumuz gün. Kendimize sorduğumuz tüm soruların cevabı, aklımızı sakinleştirdiğimiz ve sessizce hayatı dinlediğimiz anlarda saklı” diyor.
Hoşuma gitti yazdıkları. Kendi hatalarımla da yüzleştirdi. Kendisiyle tanıştım, sizi de tanıştırıyorum...
- ‘Sakin’ diye bir kitap yazdın. En çok buna mı ihtiyacımız var sence?
Evet! Hem bedenen hem zihnen “durmaya”, çevremizde ve içimizde olup bitenleri görmeye ve anlamaya ihtiyacımız var. Bence pek çok sorun, bu sürekli hareket halinde olma durumundan, çoğunlukla içi boş tatminler için çabalamaktan ve gerçekten olup bitene hiç dikkat etmeyişimizden kaynaklanıyor...
- Güzelmiş... İnsan neyi unutuyor?
Doğanın bir parçası olduğunu! Hasbelkader içine düştüğü çalışma hayatının, ona öğretilen mecburiyetlerin, sahip olmak zorunda hissettiği hırsların ortasında, aslında insan olduğunu da doğanın bir parçası olduğunu da unutuyor! Dolayısıyla biraz durmamız, nefesimizi sakinleştirmemiz ve kendimize içimizde olup bitenlerin durum raporunu vermemiz şart...