O günleri hatırlıyorum da, çok çalkantılı günlerdi benim için.
Boşanma davası, yanı başımda 16 yaşında bir kız çocuğu...
Ayakta kalmam gerekiyordu.
Herkese ve her şeye rağmen “ben yaşıyorum” demem gerekiyordu.
Tabii önce bunu kendime kanıtlamam gerekiyordu.
Bir işin ucundan tutmam gerekiyordu.
Oysa ben kimdim, neydim?
Bir güzel bir güzel, ha içi de çok güzel...
Dışarıdan bakınca ona “ay böyle olsam ya” dememek için kendinizi zor tutarsınız yani.
Zor tutarsınız çünkü bir de kurallı ve otoriter.
Hareketleri ve duruşu bile sadece gıpta etmeye yeter. Saraydan çıkmış bir hali var annemin.
Oturuşu, kalkışı, zarafeti bambaşka.
Bazen bakıyorum kendime “Bu kadından mı doğdum?” diye. Onun tam tersiyim ben.
Ona benzemek için çok şeyi feda ettim.
Aman da ne güzel şey sevdiğin adamla, kadınla bir hayatı beraber geçirecek olmak.
Mutluyuz ya, zevkin doruğunda yaşıyoruz.
Sonra birden olan oluyor, anlaşamamaya başlıyoruz, birbirimize batıyoruz, tu kaka oluyor ilişkimiz, birbirimizden uzaklaşmaya başlıyoruz.
Bu çok sevmenin ardından gelen uzaklaşma devri kimi evliliklerde üç beş aydan sonra, kimisinde ise yıllar sonra başlıyor.
Ama o arada derede çocuk yapmayı da ihmal etmiyoruz.
Bir ara aşka gelmişiz meyvesini de vermişiz durumları.
Kimi bir çocuk kimisi birden fazla aşka geliyor iki üç çocuk yapıveriyor.
Bu sözün arkasına sığınarak her şeyi söylüyoruz aslında.
Sözü başa koyuyoruz, ondan sonra Allah ne verdiyse saydırıyoruz.
Ayıptır söylemesi şu insan şöyle şöyle...
Ayıptır söylemesi şuna şu kadar para verdim...
Ayıptır söylemesi bilmem ne aldım, bilmem ne yaptım...
Bir laf, bir söz hayatımızı kurtarıyor farkında mısınız?
Yaptığımızı, ettiğimizi, birileri hakkındaki düşüncelerimizi açık açık, hiç sansürlemeden söyleyebiliyoruz “ayıptır söylemesi”ni başa koyunca.
Birilerimiz evlerde, birilerimiz dışarıda kutlamayı seçiyoruz.
Tabii ki bu akşam da başımıza ne gelir, ölür müyüz kalır mıyız onu hiç bilemiyoruz.
Kaza geçirebiliriz gideceğimiz yere ulaşmaya çalışırken, başımıza bir şey düşebilir ölürüz hiç hesapta yokken.
Aniden fenalaşabiliriz, ya kalpten ya bir pıhtıdan...
Ama hesapta kitapta olmayan bir şey var, terör!
Yeni yılı kutlamaya, eğlenmek için dışarıya çıkanlardan bazıları bir gece kulübünü seçiyor ve oraya gidiyor.
Ahmet, Mehmet, Osman, Ali, Ayşe, Fatma, Zeynep ve daha bir sürüsü...
Yine yanlış anlaşılmasın, yeni yılınızı da kutladım, eee bir şey söylemem lazımdı.
Aslında biliyorsunuz bizler yeni yılı kutlamıyoruz, Noel Baba’yı ise hiç mi hiç tanımıyoruz!
Öyle buyurdu bazı büyüklerimiz yeni yıla dair.
Hatta bir tanesi çıktı dedi ki “Kardeşim ne Noel Baba’sı! Çok iyi bir adam olsa kapıdan girerdi, bacadan, camdan falan değil!”
Güldük geçtik bu tip söylemlere bu yıl da her yıl olduğu gibi...
2016 benim için de, ülkemiz için de çok fırtınalı geçti. Oradan oraya savurdu götürdü bizi.
Negatif olduk her birimiz, içimiz çok sıkıldı. Kırgınlıklarımız oldu, üzüntülerimiz de...
Nasıl insanlarsınız sizler, ne istiyorsunuz hayvancıklardan?
Geçtiğimiz günlerde Sarıyer Uskumruköy’deki köpek barınağı bir grup insan tarafından yakıldı.
Neymiş, köpekleri burada istemiyorlarmış.
Bahçeköy Orman Müdürlüğü bu yeri karda, kışta sokakta kalan hayvanlar için gönüllülerden oluşan bir gruba tahsis etmiş.
İnandığım şeyleri sorgular olmuştum.
İşi abartıp Allah’a da soru soruyordum “niye” diye, “niye ben” diye...
Hep beni mi buluyordu hastalıklar ve şanssızlıklar!
Hep mi ben tökezleyecektim...
6 yaşından beri gündüz gece dua eden ben, önce gündüz dualarımı boşlamaya başladım.
En son felç geçirdikten sonrada akşam dualarımı da aksatır oldum.
Allah beni sevmiyor herhalde diye düşünmüştüm.