Evliya Çelebi der ki:
Nuh tufanından sonra kurulan eski şehirlerden biri de bu Peygamberler diyarı Urfadır. Urfa’nın suyu ve havası son derece ılıman olup yazı yaz, kışı kıştır. Kış mevsiminde kar yağar, baharda yağmur yağar. Burası dört mevsimin bulunduğu bölgede olup on yedinci örfi iklime düşer. Dostlardan iyi huy sahibi, şirin ve edalı dilberleri olur. Temiz, lekesiz, terbiyeli, edepli, örtülü ve güzel sözlü hatunları vardır. Elbise, sanat, yiyecek ve içecekleri ilginçtir. İleri gelenlerin hepsi samur, sincap kürkü ve atlasa giyerler. Orta halli olanları çeşitli kısa elbise giyerler. Türkmenler ve Kürtler kendi dilleriyle konuşurlar.Urfa İsot Festivali’ne Urfa Belediyesi tarafından davet edilince seve seve kabul ettim. Çok 'acı' meraklısı değilim ama acının lezzetlisinin de hastasıyım.
30 çeşit isot tattık. İlk önce, içine tohum karışmış mı, yabancı maddeler var mı, homojen mi ve siyaha yakın koyu kırmızı tek renkli mi? diye bakıyorsunuz. Sonra kokluyorsunuz. Kokuda belli ve sihirli bir aroma duymanız gerekli. Diliniz ile kuru biberi damağınıza yapıştırıyorsunuz. Pul biber damakta eriyerek ağızda dağılacak, acı sonradan gelecek, arkadan vuracak kalleş ama tatlı bir lezzetle son bulacak. Mutlu son… Çok enteresan, çok lezzetli, kuvvetli ama öldürücü değil ve tatlı sonlu bir acı bu.
Bazen rüyalara dalınca karnımın acıktığını, üşüdüğümü falan unutuyorum. Stockholm’da aynen böyle oldu. Bir gün evvel Ayvalık'ta denize girdiğim için ve internet hava raporunda 16-17 derece gördüğün için mevsimlikler almışım yanıma... Akşama doğru üşüdüğümü anladım. Mağazaların kapanmasına 15 dakika var. Kendime, yün pantolon, ceket ve bir de atkı aldım. Bir nebze ısındım. Hava sekiz derece ama nehirden ve denizden gelen soğuk esinti kemik titretiyor. Yün ceket de kesmedi sonradan otelimizin yanındaki butikten içi miflonlu çok şık bir pardesü aldım. Bu arada da İsveç modası da tabiri caizse yıkılıyor!. Bu arada İsveçli şeffaf tenli uzun bacaklı sarışınlar kısa kollularla dolaşıyorlar. Rahmetli annem derdi: "Bu yabancılar da hiç üşümez”
Stockholm sakin bir şehir ama İstanbul’dan sonra tüm Avrupa şehirleri sakin geliyor insana. Halkının; otolarını kaldırımlara park etmediği veya etmek zorunda kalmadığı, yerlere çöp atmadığı, sanki kornaları sökülmüş gibi hiçbir zaman kısa da olsa kornalarına ellerinin gitmediği, yaya kadırımlarına adımını attığı anda her türlü motorlu taşıdın kendine yol vereceğini adı gibi bildiği bir metropol. Sanki klasik bir Viyana havası var ama Kuzey Avrupa rengi ile karışmış. Geniş parkları, bol trafikli bisiklet yolları, düzenli trafiği ile sakin sarışınların dolandığı, insanların sıcak ama havanın soğuk olduğu bir şehir.
Merkezden başladık dolanmaya, yürüyerek eski şehire gideceğiz. İlk önce karnımızı doyuracağız. İsveç kelimesini duyar duymaz hemen aklıma gelen kelime 'Sweedish Meatballs' yani İşveç Köfteleri.
Stockholm eski şehrin girişinde 'Tradition' adında bir lokantaya yöneldik. Köftelerimi ısmarladım. Tadını unutmuşum çok lezzetliydiler. Eski şehri gezinizde bu lokantaya uğrayın: Tradition Österlanggattan No:1. Kraliyet sarayının neredeyse yanı başı...
Fotoğraflar: Hüseyin Sami Büyükgezici
1628 de kızaktan inen 'Vasa' zamanın en haşmetli savaş gemisi, sadece 1200 metre yol aldıktan sonra yan yatıyor, top kapaklarından su alıyor ve 32 metre derinlikte ince çamur içine gömülüyor. Öylesine büyük bir gemi ki, boyları 50 metreyi geçen direkleri de su üstünde kalıyor.
17'nci asrın İsveç’i, kuzey Avrupa’nın Osmanlı’sı sanki. Tüm komşu ülkeler fethedilmiş veya kontrol altına alınmış. Eee ne de olsa müthiş Viking’lerin torunları bunlar. Unutmayın ki bu Vikingler, Amerika kıtasına, Kolomb’tan çok sene evvel ta 10. asırda ulaşmışlar ve hatta Dinyeper Nehri vasıtası ile Kuzey Karadeniz’e ve daha güneye İstanbul’a kadar gelmişler.
Kadim arkadaşım Ugo Plevisani’nin elimize doğan büyük kızı, Ghent’in eski ailelerden birinin oğlu ile evleniyor. Çocuklar kilise düğünü felan istememişler. Belediye sarayına gittik ve imzaladılar. Üç gün üç gece kutladık. Dünyanın her tarafından aile dostları ve akrabalar geldi. Nitekim bu yazının fotoğraflarını çeken enteresan kız Lydia ta Avustralya’dan gelmiş. Annesi ve babası Çin’de “yapay zeka” bilim adamları imişler ama Avustralyalılar kapmış ve orada yaşıyorlar. Lydia ise USA de Üniversite’ye gitmiş ama şarkıcı Beyonce’nin film ve fotoğrafçısı oluvermiş. Düğünün gönüllü fotoğraçısı idi. Beni kırmadı beraber dolaştık nehir kenarında ve fotoğraf çektik.
Soldan sağa: Damat Julien Donck, Sandra Plevisani, gelin Arianna Plevisani veeee Ugo PlevisaniPevisani ailesi çok enteresan bir aile. Baba Ugo Plevisani bana kardeşten daha yakındır. Türk izleyicisi yakından tanır. Pek çok TV bölümümde görebilirsiniz. Sohbeti bitmez ve hoştur. Ugo’nun anne tarafı İzmirli Levanten, Magnifico ailesinden. Babası çok değişik bir adam idi ve tüm klasik Roma’lı erkekler gibi yemek meraklısı idi rahmetli.
Roma yıllarınızda lokantalara davet edilirdik ama garsonlara bağıracağı için gitmeye çekinirdik, utanırdık. Sinirli idi rahmetli, kötü yemek ve servise tahammülü yok idi. Buna karşılık İzmirli, Rum asıllı anne güzel bir melek gibi idi, Anadolu’nun sıcaklığını hissederdiniz. Aile yıllar evvel Peru‘ya yerleşmiş ve baba Mario sigortacılık işini başlatmış Peru’nun başkenti Lima’da. 30 sene evvel Peru’ya Ugo ve Sandranın düğün şahitleri olmaya gitmiş idim. Kızlar elime doğdu sayılır. Büyük kız Arianna’yı everdik.
“Bu fasıl ‘Batnos Babas’ dimeğle meşhur olan cezireyi beyan ider”
Piri Reis 1520’li yıllar…. Ve devam ediyor…
“Mezkür Ada, boz bir adadır. Çevresi yirmibeş mil kadardır. Eski zamandan kalma manastırlıktır. İçinde keşişler bulunur. Bu keşişlerin uluları, İstanbul’dan Patrikhane’den gelir. Bu adada papazlık yapar ve patriğe vergi verirler. Zira bu adada ‘Batnos Baba’ diye hitap edilen bir kimsenin kabri bulunmaktadır. Kilise içindedir. O kişiye Hrıstiyanlar ‘San Palamuza’ derler, fakat Türk tayifesi ‘Abatnos Papas’ derler. Hakkında şöyle rivayet olunur: Bu papazın cenazesini iki defa bu adadan alıp, Balat (Milet) şehrine götürüp defnetmişler. Sonra cenaze, gene bu sözü edilen adada bulunmuş. Bu sebepten Türkler’den ve Hristiyanlar’dan hiçbir kimse, bu ada halkını, ruhbanlardır deyü, incitmezler”
“Ya susmalı ya da suskunluktan daha kıymetli bir söz söylemeli insan.” Pisagor, Sisam Adası, MÖ 570-495
“Ölümden korkmak anlamsızdır, çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuz.” Epikür, Sisam Adası, MÖ 341-270 (Epikür hastasıyım)
Adalar gezi rehberim Piri Reis. Bayılıyorum okumaya. Oturuyorum güzel bir mekana, açıyorum önüme eski ve yeni Türkçesi ile Reis’in “Kitab-ı Bahriye”sini okumaya. Bu arada, “reis” kelimesi, eski zamanın, İspanyolca, Porkekizce, İtalyanca ve az biraz Arapça karışık, ortak denizci lisanı olan “Lingue Franca”dan gelen bir kelime. Buradaki “reis” kelimesi Porkekizce’de “reis”, yani “krallar” demek. İspanyolca’da ise “reyes”. Geminin veya gemilerin kaptanı bir şekilde geminin “kralı”. Gemi ise bu kralın ülkesi, kendi kanunları geçerli; idareci, hakim, hatta geminin doktoru, kısaca kralı. Şöyle söylüyor Piri Kral;
Amalfi’nin “Aziz Andrew Katedrali” merdivenleri. Aziz Andrew, İsa’nın 12 havarisinden bir tanesi. Aslında basit bir balıkçı imiş. İsa’ya ilk inananlardan. Yunanistan’ın Patras kentinde çarmıha gerilmiş. Kemikleri 528 yılında Konstantinapolis’e getirilmiş ama oradan da 4. Haçlı seferi yağmasında 1208 yılında Amalfi’ye kaçırılmış. Amalfi’nin koruyucu azizi.
Amalfi Avrupa’nın en havalı kasabası ama bence İstanbul’un tarih açısından kardeş şehri olmalı. Efsaneye göre 4. Asırda Kuzey İtalyada muhtemelen Cenova’dan insanlar zenginliğini ve şanını duydukları Konstantinapoli’si görüp belki de yerleşmek için yola çıkmışlar. Tam bu denizlerde bir fırtınaya yakalanmışlar. Gemilerinin bir kısmı batmış bir kısmı ise kayalara çarparak zarar görmüş. Yöre kayalık ve dağlık. Tam bu kısımda akan nehir nedeni ile bir miktar düzlük var. Burada karaya çıkmışlar gemilerini tamir edip yola koyulacaklar. Tatlı su bulmuşlar, ekim için arazi ve limonata gibi bir hava. Bu insanların çoğunluğu Bizans sevdasından vazgeçip buraya yerleşmişler bir kısmı ise yollarına devam etmiş, İstanbul’a vasıl olmuşlar. Bizans ile ipek ticareti ve alışveriş Amalfi’lileri zengin etmiş ve Bizans idaresi altına girmişler.
Rivayete göre 27 Haziran 1544’te Barbaros Hayrettin, (İtalyancası Ariadeno Barbarossa) filosu ile Amalfi baskınına geldiği zaman gene müthiş bir fırtına patlamış ve gemilerin bir kısmı batmış. Bunun üzerine Barbaros, saldırıdan vazgeçmiş.
Her sene 27 Haziran’da bunu kutluyor Amalfililer. Aziz Andrew’un kafatasını taşıyan som altın heykeli her sene bu gün, Katedral’den çıkartılıyor, sokakları dolaşıyor, deniz kenarına kadar taşınıyor.
1920 lerde ingiliz aristokratları tarafından yeniden keşfedilen Amalfi sahilleri bugünlerde dünyanın sayılı turistik beldelerinden. Bizim ise hala anlamadığımız bir şekilde St. Tropez, San Remo gibi dünya beldeleri gibi sadece iki şeritli yolu var eski Bodrum gibi… Bir beldenin kalkınması için çok şeritli otoyol ve beraberinde getirdiği yoğun yapılaşma vesaire o beldenin çöküşünü hızlandırır. Bakınız Bodrum, Çeşme ve yeni kurban Alaçatı
Ne zaman kendimi ve kafamı bulutlu hissetsem, yorulsam, sıkılsam ve bıksam, başımı birkaç gün bile olsa dinleyecek, güzel denizlerde yüzecek, hafif rüzgarlara yelken açacak ve lezzetli yemekler yiyecek bir mekanım var. Marmaris’ten çıkıp Datça istikametine doğru kıvrımlı bir yoldan ilerleyin. Yolda karşınıza safariye çıkmış “Land Rover” tarzı “cip”lere istiflenmiş, güneş görmemiş beyaz tenleri pembeleşen İngiliz turist kafilelerini arka arkaya göreceksiniz. Afrika sömürgelerini gezen “beyaz adam” muhabbeti midir nedir, bilemedim. Bu sıcakta üstü açık yampiri giden arazi araçlarında, erimeye yakın kızgın asfalt yollarda hem de Türkiye’de safariye çıkmayı anlamadık bir türlü. Pazarlama üstadı uyanık turizmcimizin işi olsa gerek bunlar. Bu zavallı İngiliz turistlere gelince; hep söylerim ya “turist olmak vallahi zor.”
Kıvrımlı yol sizi, Bozburun’a getirecek. Bozburun’u “Yunan Adaları” tarzı pırıl pırıl beyaz evleri, çivit mavisi doğramaları, hoş renkli begonvilli sokakları ile bir “Ege sahil kasabası” olarak beklemeyin. Dağınık, düzensiz ve çarpık kentleşme için depara kalkmış bir kurban kasabacık. Tepeden, dantel koyu gördüğünüz zaman arabanızı kenara çekip, müthiş manzarayı bir nefes gibi içinize çekerken; bir süre kullanamayacağınız telefonunuz ile daha evvel rezervasyon yaptırmış olduğunuz numarayı arayınız. Sahile inip düzenli bir park yeri aramayın. Siz arabanızı boş bir yer bulup park edene dek, Ramazan Kaptan sizi ufak bir bot ile kaçırmaya gelmiş olacak. Henüz (ümit ederim ki hiç olmasın) karadan yolu olmayan bir mekana gideceksiniz. Bu, her yere ve her köşeye geniş yol yapma hastalığı ülkemize ait ve maalesef “kalkınma” olarak algılanıyor. Dünyanın en önemli sahil kasabaları Fransa’nın St. Tropez’i veya İtalya’nın San Remo’suna sadece gidiş geliş tek şeritli yol vardır ve hiçbir zaman da bizim Bodrum yolu gibi çok şeritli ve ormanları tahrip eden yollar, o beldelere yapılmayacak. Yapılmasını o beldeler de istemiyor. Diğer “kitle turizmi” için başka mekanlar ve alternatifler mevcut. İspanyollar bin pişman, bizler ise hala anlamadık olayı. Örnek: Bakınız Alaçatı ve Ilıca.