Gene bizim Marco çeribaşı... Bir telefon, “Müthiş bir ekip kurdum ve güzel bir katamaran da kiraladım haydi 'Guadaloupe'ta buluşuyoruz”. Fransız sömürgesi ama Schengen vizesi yetersiz, Fransız konsolosluğundan ayrı bir 'Okyanus Ötesi' vizesi almam gerekiyor. İki gün sonra vizemi aldım ve Air France’ın Paris aktarmalı konforlu uçaklarının koltuğuna gömüldüm.
Tüm ekip Guadalupe’de bir katamaran güvertesinde buluştuk. Her ne kadar bir yelkenci olarak, katamaran yerine 'Single Hull' tek gövdeli yelkenlileri tercih etsem de, bu katamaranlar düşük su kesimi nedeni ile Karayip koylarını çepeçevre saran mercan kayalıkları arasından kolay geçiş sağlıyor, hatta demir atma yerine baştan kara gümüş kumlara kadar girip saplanabiliyorsunuz. 10 gün boyunca, sırası ile:
Lago Maggiore’de Yelken
Değil Milano’nun, İtalya’nın belki de en çılgın kızı Beatrice Rock aynı zamanda zamanın top modellerinden idi. Ama podyum dışında tanıyamazdınız, sanki ayrı bir insan. İşini hiç sevmez, hatta belki biraz yaptığı işten utanırdı. Defile sonu hemen ağır makyajını siler, basit bir entari üzerine geçirir, topuksuz ayakkabıları ayağında, bir erkek gibi sağa sola küfrederek üzeri çiçekli boyalı ‘Duex Chevaux’ van tipi arabasını deli gibi Milano’nun dar sokaklarında sürerdi. Günlerden bir gün bana, “Babamın çoktan beri kullanmadığı ufacık bir yelkenlisi var, Lago Maggiore’de demirli, sen de yelkencisin haydi İtalya’dan İsviçre’ye yelken seyahati yapalım” dedi. Hayda! Kayseri’ye gemi ile gitmek gibi bir şey oldu bu iş…
Lago Maggiore, Kuzey İtalya’nın Alp dağları arasına bir dantel gibi sıkışmış buzul gölü. Bir ucu Kuzey İtalya’da diğer ucu ise İsviçre’de. 70 km uzunluğunda geniş bir nehir gibi olan bu eşsiz göl bahçeleri ve villaları ile ünlü. Isola Madere, Isola Bella, Isola di Brissagio adalarını görmeniz gerekir. Gözlerimin gördüğü en ihtişamlı ve romantik oteller bu göl kıyısındadır.
Ocak: Atina
İşte böyle sevgili dostlar, kısa bir Atina macerasında hasbel kader 'POLITES'ler ile tanıştık. POLITES büyük harf ile yazılınca İstanbullu Rum anlamına geliyor. Yani “Şehirli”. Elisavet’in dediği gibi, “Bizler kendimize daha çok ‘Polites’ diyoruz. Ben kendimi böyle tanımlıyorum. Çünkü bize göre dünyada bir şehir var, neresi onu da siz düşünün!’’
Akşama daha evvel sorup soruşturduğumuz ve kısa bir haberleşme yaptığımız 'Deniz Meze'ye gideceğiz. Hakikaten küçük dünya ve büyük tesadüfler. Deniz mezenin rakı göbekli sahibi Tassos Yeniköy’lü çıktı. Otuz sene evvelin İstanbul’unda şimdiki gibi adım başı Boğaz balık lokantaları yok, Yeniköy’de Aleko’nun yeri dediğimiz Deniz Parkı’na rakı/balığa gider idik. “Deniz Parkı ile bir ilişkiniz var mı?” diye sordum. “Evet babam Aleko’nun ortağıydı ama onu göremezdiniz çünkü devamlı mutfaktaydı” demez mi..
Angeliki, bendeniz ve TassosKalamar almaya Kumkapılı Kostas’a gittik. Kostas’ın 2.10 metre boyu ile eski basketbol oyuncusu oğlu Türkçe pek bilmiyor ama karısı, ne İstanbul’u unutmuş ne de Türkçe’yi. Koyu muhabet arası iri bir kalamar seçtik, hatıra fotoğrafları çektik ve devam ettik.
Kosta’ın oğlu ve karısı, ben, Kostas, Angeliki ve Tassos
Hemen dükkanın yanındaki mücevherci Yorgo Antonyadis Burgazlı. Gene koyu bir muhabbete daldık ve sonu Yorgo’nun karısı Silva’nın gözyaşları ile noktalandı. Buğulu gözler ile dükkandan ayrıldık.
Hüseyin Alhatoğlu’nun dedeleri ta Osmanlı zamanı Konya Karaman’dan gelip, Akhisar’a yerleşip, tütün yetiştirmeye başlamışlar. Zamanla büyük arazi sahibi olmuşlar. Gel zaman git zaman, tütün işi bu toprakları terk etmeye başlamış. Tarlalar boşalmış. Baba Alhat sık sık İstanbul’a iş sehayatlerine gidiyor. Her seyahatte Yalova’da vapur beklerken nefis zeytinyağlı yemekler ve birbirinden lezzetli nefis zeytinler tadıyor. Bu toprakların insanı zeytin sever ve her gün zeytini kahvaltı sofrasından eksik etmez. Yalova’da zeytin işini bir gayrimüslüm levanten yapıyor. Baba adamı görmeye gider, “Bir kamyon fide versen de topraklarımıza eksek” der. Levanten işine aşık ve fideleri çocukları gibi. “Olmaz siz oralarda fideleri öldürürsünüz, bizim buranın fideleri sizin topraklarınızı sevmez” der. Baba yalvar yakar ama Levanten Nuh diyor da peygamber demiyor.
1600 yaşında olduğu iddia edilen zeytin ağacı, bu toprakların tütün ekimine dönmeden seneler evvel zeytin ve zeytinyağı ülkesi olduğunun kanıtıdır.
İstanbul dönüşü gene uğruyor, zeytinlerinden bir teneke evine alıyor, afiyetle aile her sabah yiyorlar, kafayı takmıştır bir kere. Gel zaman git zaman, her İstanbul seferinde adama uğramaya başlıyor. Gemlik’li de babanın bu kararlı tavrı ve vazgeçmediği ısrar nedeni babaya karşı bir sempati uyanmaya başlamış olmalı ki, nihayet: “Hadi yolla bakalım kamyonetini, bir kamyonet fide vereyim tutturabilirsen devam ederiz” der. Tutmak ne demek, fidanlar yeni topraklarını çok seviyorlar ve fışkırıyorlar adeta. İşte böyle başlar Akhisar’ın zeytin hikayesi. Şimdilerde Mustafa ve Alper Alhat Kardeşler yörenin en büyük üreticileri ve artık kaliteli sızma zeytinyağı imalatında da söz sahibi olmak istiyorlar.
Akhisar’a 'Dünya Zeytin Günleri' nedeni ile tasarlanan festival için davet edildim. Kameramanlarını da yanıma aldım. Son derece samimi bir ortamda geçti festival. İzmir havaalanından 80 km kuzeye doğru Akhisar. Yapı olarak maalesef çok göz alıcı olmamakla beraber insanları sıcakkanlı ve kucaklayıcı. Eski Roma şehri tamamen yeni yapılar altında kalmış. Sabah erken kalkım. Zeytinyağı müzesinde bana özel bir kahvaltı hazırlanmış. Lafı kim icat etti bilmiyorum ama 'Serpme Kahvaltı' bu mu acaba. Benim gibi minik kahvaltıcılar için çok fazla zengin bir masa. Ama ben halk kahvaltısı istiyorum. Son zamanda Urfa’da ciğer, Vietnam’da pirinç unu makarnalı et suyunda karides ile kahvaltı yapan biri olarak millet ne yiyorsa ondan istiyorum. Pideli paça çorbası içilirmiş meğerse. Ağzımızdan çıktı bir kere geri dönüş yok. Ve sayın okuyucular hayatımda içtiğim en güzel çorbalardan birisi ile karşılaştım Öğlesine bir lezzet ki, bir kısa şiir bile yazdım.
Tüm Uzakdoğu ülkeleri beni cezbediyor ama Vietnam’ın yeri ayrı. New York yıllarımızda, beni en heyecanlandıran biraz fiyatlı ama son derece 'Funky' 'Indochine' olmuştur. Sanatçı, ressam, filmciler ve arada bir tanınmış aktör ve aktrislerin yemeğe geldiği 'Indochine', bizim zamanımız 80’lerden evvel Andy Warhol takımının da sıkı lokantalarındanmış. www.indochinenyc.comParis’te yine böyle bir grup ve Yves Saint Laurent mankenleri falan, çok değişik bir Vietnam lokantasına gitmiştik. Bizi bu lokantaya götüren kız 'Do Thi Anh Tuyet' Paris’in top modellerinden olmasına rağmen son derece mütevazı ve devamlı kıkır kıkır gülen neşeli bir kız idi. Adı 'Beyaz Kış Çiçeği' anlamına geliyormuş. Zengin ve asilzade bir Fransız ailesi, savaşta çocuk yaşta anasız babasız kalan Do Thi’yi evlat edinmişler ve yanlarında Paris’e getirmişler. Do Thi Paris’te geniş bir malikanede el bebek gül bebek büyümüş. Yolda görseniz, incecik, topuksuz ayakkabıları ve sıfır makyajı ile at kuyruklu sade bir kız. Podyumda St. Laurent kılıkları ile süzülürken, aynı kız olduğuna inanamazsınız.
Bir Paris yazı gecesinde hayatımda hiçbir zaman unutamayacağım bir Vietnam lokantasına enteresan bir grup gitmiş idik. Ardı ardına gelen yemekler ayrı bir olay, garson kızların güzelliği ise ayrı bir olay. İpek kimonolara sarılmış 'dal' vücutları ile minik adımlarla yürüyorlar ve bir kuğu edası ile birbirinden lezzetli ve değişik süslü mezeleri servis ediyorlar. Do Thi’nin kulağına fısıldadım, “Ne kadar da güzel sizin ülkenin kadınları” Cevap: “Dikkatli bak, bunların hepsi erkek”. Şimdi yüzünüzdeki 'nasıl yani?' ifadesini görüyor gibiyim. Eee burası Paris ve sıkı bir grup ile takılıyorum.
Hep söylerim ya, turist olmak zor iş. Derdini, istediğini anlatmak zor. Daha bir ay evvel Urfa’da kahvaltıda ciğer yedik ve ben Vietnam halkının yerel kahvaltısını ısrarla istiyorum. Otel çalışanları ve rehberimiz anlamıyor “Otelde kahvaltı mükemmeldir neden otelde yemiyorsunuz?” Ben Vietnamlılar’ın kahvaltısını istiyorum! Rehberim devamlı şaşırıyor, yolda parkta sabah jimnastiği yapanları görünce katılmak istiyorum mesela…
Ho Ho Ho Chi Minh,
İki, üç, daha fazla Vietnam,
Ernesto’ya bin selam…
1972'leri hatırlayanlar bu sloganı bilirler. Ho Chi Minh, Vietnam’ın halk kahramanı. Vietnam’ı emperyalist devletlerin elinden kurtaran militan.
“Ben levreğin rüyasını görüyorum” diyor ve devam ediyor Rüya Lokantası’nın şefi Colin; “Türkiye seyahatlerimde lezzetini unutamadığım bir balık bu levrek.” Sohbet ederken bir yandan taze levreğin filetosunu çıkartıyor, yatay ince dilimliyor. Elma sirkesi ve suyu, hardal, yoğurt ve zeytinyağı ile marine ediyor. Tabağı; limon, turp, ceviz, suyu alınmış ince salatalık dilimleri, dereotu, roka yaprakları ve en sonunda incecik traşlanmış ve kıtır fırınlanmış simitle süslüyor. Alın size Colin Usta’nın Anadolu rüzgarlı Hardallı Levreği...
Madrid’te, saat 15.00 ve lokantalar hâlâ öğle yemeğinde... Geceleri ise saat 22.00’de yemeğe geliyor müşteriler. Saat 16.00’da ise yemek cenneti 'Amazonico' tıklım tıklım.
Dünyanın en yaşlı zeytin ağaçları bu diyarlarda, 1500 yıllık…Bari: 10. yy'da Demre’den kaçırılan Aziz Nikolas’ın (Noel Baba) kemikleri buradaki 'Saint Nicholas Kilisesi'nde yatıyor. Binlerce ziyaretçi turist akınında, Ruslar başı çekiyor. Kilisenin papazı çok enteresan bir adam... Sohbetimiz sırasında sarf ettiği cümleyi unutamıyorum: “Eğer para olmasaydı, dinler de olmazdı!” Bunu bir din adamından duymanın şaşkınlığı bitmeden, “Evet, kemikleri de bizim Barili denizciler sizin topraklardan çalmış, buraya getirmişler ve yıllarca hem kendileri hem de yedi-sekiz kuşak torunları bu hırsızlıktan para kazanmışlar” diyor.
Bari sürprizleri devam ediyor, gördüğüm en güzel kentlerden. Kordon boyunda yürüyüşe çıkın ve acıkırsanız, kordon boyunun hemen arkasında klasik ve de çok sempatik bir meydan bulacaksınız: Piazza Mercantile...
Bu meydanın klasik stiline tezat, modern, adeta 'pop-art' bir lokanta bu 'Black and White'... Menü de bu kontrasta uymuş, yani modern sunum ile klasik yemekler. www.ristoranteblackandwhitebari.it. Gece konaklama, enteresan dekorlu odalarıyla büyük bir otel olan 'Albergo Nazionale' olabilir. www.grandealbergodellenazioni.com