Semih Bey, Şinasi Bey Emel Hanım ve hayat

Hayatı hafife alırdı.

Ama işini değil.

"Karikatürün büyük ustası..."

Kaybetmiştik.

Ve ölüme alışılmıyordu.

Duygular yığınlar halinde kayıyordu içimde ve altlarında birçok kahkaha ezilip ölüyordu.



Bir toprak kayması gibi içimdeki duygular yığınlar halinde kaymaya başladı, hızla kayarak birbirinin üstüne yığılıyorlar, gençliğime ait birçok anı belki de bir daha asla eski neşesine kavuşamayacak şekilde duyguların altına gömülüyordu.

Televizyonda Semih Bey’in yüzü bana bakıyordu.

Ölmüştü.

Ama ölmemiş gibi gülüyordu.

Kayan duyguların bıraktığı boşlukta yankılanan bir ses "karikatür sanatının en büyük ustalarından birini" kaybettiğimizi söylüyordu.

Taş değmiş bir sırça köşk gibi bütün camlarım şangırtılarla kırılıyordu.

Gördüğüm kaçıncı ölüm.

Ama ölüme alışılmıyor.

Her biri, ilk kezmiş gibi aynı şiddetle geliyor.

Karanlık tünellere girer gibi o ölüm haberlerinin içine giriyor ve her seferinde biraz daha eksilmiş olarak çıkıyorum.

Semih Bey, birçok insandan olduğu gibi benden de bir şeyler alarak gidiyor buralardan.

Emel Hanım’ın okul koridorlarındaki yürüyüşünü hatırlıyorum.

Genç yaşına rağmen erken beyazlaşmış saçlarının kırçıllığını inatçı bir zarafetle sergiler, Adanalı bir hanımağa ile incelikli bir entelektüelin çekici melezliğini taşıyan kişiliği ile bütün öğrencilerini etkilerdi.

Kocasının cenazesinde, Hıncal Uluç’a, "Neden dostunun gitmesine izin veriyorsun Hıncal" demiş ağlayarak, "Bak tabutunu götürüyorlar."

O kabadayı halinin altında naif bir kız çocuğu da barındırırdı.

Gizli bir aşk beslerdim ben Emel Hanım’a.

Hálá da o aşk orada öyle durur.

Arada bir evlerine gittiğimde Emel Hanım, lise ikide evlenen laf dinlemez öğrencisini sevecen bir şekilde azarlarken, Semih Bey onu tanıyan insanların asla unutmayacağı kahkahalarıyla araya girerek beni korurdu.

Karikatürü tablo gibi yapardı Semih Bey.

İnce ince, ayrıntılı çizerdi, onun çizgileri bana nedense söğüt ağaçlarını hatırlatırdı, o salkım söğütleri.

Zor zamanlarda da görmüştüm Semih Bey’i.

Hapishanenin kapısında babamla çekilmiş resmi duruyor bende.

Acılı günlerde, kabarık bulutların arasından çakan şimşekler gibi esprileriyle, hikayeleriyle, kahkahalarıyla bir aydınlık yaratırdı.

Bir keresinde onu karikatürünü çizerken odanın aralık kapısından seyretmiştim.

Şaşırmıştım.

İnanılmaz bir ciddiyet ve yoğunluk vardı yüzünde, burnunun üstüne yerleştirdiği bir gözlükle önündeki kağıda doğru eğilmiş çiziyordu.

Onda hiç rastlamadığım bir haldi bu.

İnsanların yüzünde bir gülümseme yaratmak için çizerken, yüzündeki gülümseme kaybolmuştu.

Sonra yanımıza geldiğinde biraz önce kağıdın üstüne ciddiyetle eğilen adam o değilmiş gibi yüzünde gene hayatı hafife alan bir gülücük vardı.

Hayatı hafife alırdı.

Ama işini değil.

"Karikatürün büyük ustası..."

Kaybetmiştik.

Ve ölüme alışılmıyordu.

Duygular yığınlar halinde kayıyordu içimde ve altlarında birçok kahkaha ezilip ölüyordu.

Bir daha duyulmayacak birçok kahkaha.

Bir daha duyulmayacak birçok ses.

Bir daha çizilmeyecek birçok çizgi.

Bir sendika odasında yapılan konuşma, bir yaz bahçesindeki neşeli sohbet, bir hapishane kapısındaki çileli bekleyiş, bütün hayatının çöktüğünü sandığın anda seni yeniden yüreklendiren dostça bir ses, nice ortak anı, o anıların iki sahibinden birini kaybediyor şimdi.

Anıların ikinci sahibinden epey bir şeyler eksilterek.

Ben de öldüğümde, Semih Bey’in elini omzuma koyarak söylediği birçok söz de bir daha hatırlanmamak üzere kaybolacak.

Ölüm sadece insanları almıyor, yaşanmış olanları, biriktirilenleri, sevilenleri de alıp götürüyor.

Semih Bey’in çizgileri hep hatırlanacak, insanların duvarlarını süsleyecek, defalarca yeniden yayınlanacak, kitaplar halinde raflarda, masalarda duracak ama onun bana dediklerini, babam hapisteyken demir masalı dar bir odada yaptığımız konuşmayı, hapishaneye giderken arabada söylediklerimizi kim bilecek, kim hatırlayacak?

Her giden, kendisiyle birlikte ne kadar çok anı götürüyor.

Bir başka usta, edebiyatın ustası Abdülhak Şinasi Hisar, "Bu geçmiş zamanın bana sinmiş gölgesi içinden bu ruhlara dönmek ve müsaade buyurun, dünyada ilk adımlarımı bir musiki gibi duymama sebep olmuş bu ruhlara teşekkür vazifemi ifa etmek için bir ölüm ninnisi, bir ölüm ilahisi, bir ölüm duası söyler gibi imkanım nispetinde, hep hatıralarını saymak istiyorum" diyor sevgili ölüleri için.

"Geçmiş zamanın ona sinmiş gölgesi içinden bu ruhlara dönmek, hep hatıralarını saymak isteyen" Şinasi Bey de yazabildiklerini yazıp, yazamadıklarını yanına alarak sevgili ölülerinin arasına katıldığında kim bilir neler kayboldu, kaç kelime, kaç söz, kaç gülümseme, unutulmayacak sanılan kaç duygu sonsuz bir sessizliğin içine kaydı.

Semih Bey’in kahkahaları onu tanıyanlar yaşadıkça yaşayacak, o şenlikli, şerbetli, insanın içine ferahlık veren gülüş hep duyulacak, o insanlar da gittikten sonra peki?

En ağır kederi taşıdığında o kedere seninle omuz verip, fısıldadığı bir iki sözle dünyayı geçici bir süreliğine de olsa bir gülistana çevirmeyi başaran o mucizenin sesi ne olacak?

O sese bir ömür alışmış olan Emel Hanım ne yapacak?

"Dostunun gitmesine neden izin veriyorsun Hıncal" diyen o çaresiz küçük kız, erken ağarmış saçlarını geniş alnının üstünde daha genç yaşında bir meydan okuma gibi taşıyan o Adanalı kabadayı hanımağa, insanların küçük hesaplarıyla müstehzi bir gülümsemeyle dalga geçen sanat tarihçisi, benim unutulmaz Emel Hanım’ım ne yapacak?

Başındaki dağdağa biraz geçtikten sonra kapısını çalacak olan eski öğrencisini gördüğünde ne diyecek?

Ben ne diyeceğim?

Eksildiğimizi bileceğiz, o eksikliği artık kapatamayacağımızı da...

Ölüm hayatın bir parçası, bunu öğrendim.

Ölüler hayatın nesi?

Artık yoklar ve yokluklarının ruhlarımızda yarattığı eksiklikle eskisinden de fazla varlar, eskisinden de fazla hissediliyorlar.

Basınköy’deki evimizi hatırlıyorum, her biri bende başka bir iz bırakmış olan misafirleri, "dünyada ilk adımlarımı bir musiki gibi duymama sebep olmuş" insanları, şakalaşmalarını, belalara karşı direnişlerini, zekice nüktelerini, ölümle ve hayatla dalga geçmelerini, onları sevgiyle ağırlayan annemi.

Aralarında annemin de olduğu bazıları buralardan gittiler.

Bazılarıyla yollarımız ayrıldı.

Ama "dünyada ilk adımlarımı bir musiki gibi duymama sebep olmuş bu ruhlara", çocukluğumun ve gençliğimin unutulmaz kahramanlarına hep minnet hissettim.

Semih Bey, çizgileri, kahkahaları, en ağır, en baskılı günlerdeki dostluğu ile benim kahramanlarımdan biriydi.

Küçük bir oğlandım ben.

O genç bir adam.

Emel Hanım, genç bir kadın.

Semih Bey öldü.

Ben yaşlandım, Semih Bey öldü, ben biraz daha yaşlandım.

Emel Hanım, hálá genç bir kadın.

Benim öğretmenimdi.

Şimdi onu kendi kızım gibi hissediyorum.

"Dostunun gitmesine neden izin veriyorsun Hıncal" demiş.

Benim güzel, küçük kızım Semih Bey’in tabutu giderken öyle demiş.

"Bu geçmiş zamanın bana sinmiş gölgesi içinden bu ruhlara dönmek istiyorum" diyor Abdülhak Şinasi Bey.

"Geçmiş zamanın bana sinmiş gölgesi içinden bu ruhlara" ben de dönmek istiyorum Şinasi Bey, ben de o ruhların hatıralarını yad etmek, o eski sofraları bir daha yaşamak, onca belaya karşı hiç aldırmadan gülen o genç adamlarla genç kadınları bir daha görmek, annemin yüzüne bir daha bakmak, o kahkahaları bir daha duymak, her seferinde biraz daha ağırlaşan kederden kurtulmak, her biriyle biraz daha eksilen ruhumu yeniden tamamlamak, her biriyle biraz daha unutuluşluğa itilecek kişisel anılara sıkı sıkı tutunmak, her biriyle bir kış kayıkhanesi gibi sert dalgalara teslim olup ıssızlaşan içimi tanıdık seslerle şenlendirmek, yeniden kalabalıklaşmak istiyorum.

Emel Hanım, o müstehzi gülümsemesiyle beni hırpalayıp, gençlik yaramazlıklarımla dalga geçsin istiyorum.

Semih Bey’i, önündeki kağıda eğilip çizerken bir daha görmek istiyorum.

"Geçmiş zamanın bana sinmiş gölgesi..."

Her ölümle o gölge büyüyor, her ölümle ben daha çok gölgeleniyorum.

Neşeli nakaratlarla başlayıp ağır ağır kararan kederli bir şarkı gibi yaşıyorum bu hayatı.

Bir toprak kayması gibi, içimdeki duygular yığınlar halinde kayıyor.

Ziyaretinize geleceğim Emel Hanım.

O kabadayı hanımağa, "zamanın kendisine sinmiş gölgesi içinden" bir gülümseme bulabilecek mi?

Gülümseyebilecek misiniz?

Ben gülümseyebilecek miyim?

Yoksa artık duyulmayan neşeli bir kahkahayla başımızı önümüze eğip, gözlerimizi birbirimizden saklayacak mıyız?

Semih Bey’in yüzü bana bakıyor.

Ölmüş.

Ama ölmemiş gibi bakıyor.

Ölmemiş gibi bakıyor Emel Hanım, hiç ölmemiş gibi...

Zamanın bize sinmiş gölgeliğinin içine hiç çekilmemiş gibi...
Yazarın Tüm Yazıları