Paylaş
18 Nisan'dan sonra Meclis'e giderecek kadınların sayısı filan artmayacak.
Politikada devrim olmayacak.
Kadının siyasette neden temsil edilmesi gerektiği de zaten tam kavranmış değil.
Özellikle merkez sağdan ilçelere aday olan kadın profiline bakıyorum. Ortak bir söylemleri var, ‘Siyasete, yerel yönetimlere kadın bakışını taşıyacağız’ diyorlar.
Piyasası, reytingi olan bir söylem bu. Ancak ne anlama geldiği pek kavranamadı. Yüksek reytingli bu sözlere bir de ‘Amerika’da okumuş' etiketi yapıştırılınca merkez sağa yakışır bir plastik modernite ucubesi ortaya çıkıyor.
Gerçekçi olmak gerekli.
Daha iyi işleyen bir demokrasi için aday belirlemede ön seçim istiyoruz. Ama partilerin bugünkü delege yapısı ve genel merkezlerin öne çıkardıkları temalar dikkate alınırsa siyasetin ne denli moderniteden uzak olduğunu anlamak da hiç zor değil.
Bunun sonucu şudur, bugünkü delge profili ve siyaset yapma biçimiyle ön seçimlerden kadın filan çıkmaz.
Ama kadını siyasete taşıma çabası bir mücadeledir. Uzun soluklu bir iştir. Ve de CHP Kadın Kolları Genel Başkanı Güldal Okuducu'nun söylediği gibi ‘İstediğimiz oranda kadının Meclis’e girmesi için bundan sonraki seçimleri beklemek gerekecektir'.
Önceki gün görüştüğüm Okuducu'nun bu sözleri gerçekçiliği ve de şeffaflığıyla etkileyiciydi.
Siyasete kadın bakışını getirmenin bir boyutu da gerçeği yakalayıp büyük bir sebat ile mücadeleyi sürdürmek olmalı.
Biz henüz Meclis'te, kadının erkeklerle eşit oranda temsil edilmesini isteyecek kıvama bile gelmedik.
Bu kıvamın oluşması için çetin bir çalışma gerekiyor. Bu nedenle CHP'nin Kadınlar Projesi'nin Türkiye'deki bütün kadınlar tarafından benimsenip üzerinde düşünülmesi gerektiğini düşünüyorum.
Kadın Bakanlığı'nın kurulmasından, mahalle kadın inisiyatiflerine, kadının yönetimde daha çok söz sahibi olmasına kadar varan çok geniş bir alanda yakalanması gereken çok yüksek bir çıta var. Proje, bunları ayrıntılı biçimde Türkiye'nin gündemine getiriyor.
Kadın hakları ve kadının yönetime katılımı noktasında zihinlerdeki zincirleri kırmak aslında genel anlamda değişimi de talep etmek değil mi?
MANÇO İÇİN
Barış Manço'nun ölümünü yurt dışında bulunduğum sırada öğrendim.
Türkiye'ye dönmeden yazı yazmak istemedim.
Bunun tek nedeni var. Barış Manço'yla uzun yıllar aynı apartmanda komşuyduk. O, birkaç yıl önce ayrılarak birkaç sokak ileride gene Moda'daki bugünkü evine taşındı.
Kadıköy'den, Moda'dan yazmak istedim bu yazıyı. Kadıköy'ün sokaklarını koşa koşa arşınladıktan sonra. Dükkanlara asılmış Manço fotograflarını, ‘Kadıköylüler seni unutmayacak’ yazılarını gördükten sonra.
Manço'yu bütün Türkiye'nin çok değişik nedenlerle bağrına bastığını biliyorum. Ama bu zamansız ve ani ölümün Kadıköy'de başka bir yansıması var.
Önce, bir aitlik duygusu. Ve de özgünlük beraberliği.
Hiçbir zaman terk etmediğim Kadıköy'ü, Moda'yı ben öyle algılamışımdır. Barış Manço'nun benzer duygular beslediğini biliyorum bu noktada.
Moda, bütün yozlaşmalardan büyük çapta kendisini korumuş neredeyse bir liman semttir. Türkiye'nin ünlü müzisyenleri, edebiyatçıları, hukukçuları. büyükelçileri orada oturur. 80'lerin ürünü arsızlık patlaması oraları pek yalamamıştır. Yeni statü arayışındakilerin seçtiği bir mekan değildir bu semt. Dolayısıyla kara para pek seçmez Moda'yı.
Belli bir dinginlik içinde hayat kayar geçer. Barış Manço'nun bir Kadıköylü, Modalı olması bir rastlantı değildi. Her ne kadar sanatıyla bütün Türkiye'ye dünyaya mal olsa da.
Çünkü asıl globallik özgünlükten geçer.
Paylaş