Paylaş
Sıkılmamıza eşlik edecek efradın gözünün içine baka baka sıkılmak, adab-ı muaşerete aykırıdır zira. Şık durmaz maskemizle. Aykırı durursak o zaten yaman mesele.
“Can sıkıntısı”yla -bile- baş edemeyen birisi olarak görünmek de istemeyiz. Koca adamızdır sonuçta...
Çocukken çabucak sıkılır ve sıkıldığımızı harika gösteririz de, büyüyünce öğreniriz öyle sıkılmamayı.
Hatta biraz snop, koket bularak, yüce dertlerle uğraşan insanların “Kala kala bu mudur derdin?” diye dudak bükmelerinden endişe ederiz.
Ve perdeleriz o suretimizi...
* * *
İnsanların sıkıldığını belli etmemek için yaptığı şeyler, bulduğu yollar komiktir bazen.
Hoppada atılan bir kahkaha, otomatiğe bağlanan bir tebessüm, manik atak gibi kanat çırpan plastik mutluluk kelebekliği, konuşanın gözlerine bomboş bir uzaydan kenetlenme çabası, cep telefonunu bataryasına kadar karıştırma hâlleri, çağırdığı garsona “Daha daha neler var bakalım” soruları...
Eğreti mimikleri, yüze bir türlü oturmayan maskeleri çekiştirir dururuz.
Komiktir düşünürsen de, trajik yanını da pas geçemezsin esasında.
Sıkıntıyla itişmek, onu daha da sıkıcı çabalarla göstermemeye çalışmak, ne gerekli, ne de geçerlidir sanırım.
Sıkılırken, üstüne bir de tek kişilik oyuna ne gerek.
“Çaresi nedir?” derseniz, çok abanıyorsa “Kalkın, uzaklaşın” derim.
* * *
Tabi bir de can sıkıntısını dağıtmak için yapılan şeyler var.
Öyle bir şeydir ki meret, mutlaka dağıtılmalı, parçalanmalı, yılanın başı küçükken ezilmelidir.
Sıkılmanın insanlık hâllerinden, duygu kalabalığından birisi olduğunu, hatta insanı tetikleyebileceğini kabullenmek istemeyiz pek.
Gerekli midir, şart mıdır can sıkıntısıyla siper savaşına girmek, onu uzaklaştırmak için tamtam dansına benzer -kovucu- uğraşılara girişmek... (bkz: Can sıkıntısına karşı 12 saat bilgisayar oyunu oynayarak sıkılmak)
Bence değildir.
* * *
Can sıkıntısını etrafındakileri -araç gibi- kullanarak gideren/geçiştiren insanların ise müstesna bir yeri vardır bencillik tarihinde...
Perihan Mağden Yıldız Yaralanması romanına öyle bir karakteri yerleştirir.
Yıldız, ülkenin en popüler yıldızıdır. Sıkıntılarını çevresine aldığı insanlarla, “oyuncak bebekleri”yle giderir.
Sadece kendi sıkıntıları önemlidir, gidermek için oynar onlarla...
* * *
Can sıkıntısının her duygu gibi öğretici, sağaltıcı bir tarafı, bir çıktısı olduğunu savunanlar da az değil.
Sıkıldığında şapkanı çıkarıp önüne koyarsan, hayatında neyi isteyip, neyi istemediğini etraflıca düşünürsün belki.
Durumu ciddi ciddi sorguladığında o düşünceler bazen seni öyle yerlere götürür ki, şapkan uçar.
Misal sıkılıyorsundur odanda, belki de o an, oraya sığamadığın içindir.
Kendini don gömlek dışarılara atmak yerine, oraya sığamamanın aslında sağlıklı, normal bir durum olduğunu düşünebilirsin. Dardır odalar çünkü, dört duvardır.
Göğüs kafesin de, bazen sadece kafestir sonuçta.
Çocukken "Sıkıldım..." dediğimde, rahmetli annem "Göğsüne bir pencere aç yavrum" derdi.
O zamanlar gülerdim de, sonradan anladım pencereleri, pervazları.
İçimizin içimize sığmamasını, neşeye, sevince, coşkuya dair bir durum olarak yorumlarız da...
Diğerinin neden belki de “oda”mızla, odadaki hayatımızla, kendi duvarlarımızla, kafesimizle ilgili mide ekşimesi gibi bir uyarı olduğunu düşünmeyiz?
* * *
Sıkıntının insanda bir değişme/değiştirme isteği yaratabileceğini de biliyoruz.
Değişimin, “Sıkıldım, saçımı kısacık kestirdim”den ibaret olmadığını da...
Kendini, ortamını, işini, meşgaleni, zihniyetini, kentini, hatta ülkeni değiştirme duygusunun “sıkıntı”dan uzakta cereyan ettiğini düşünmek, can sıkıntısını hiç hesaba katmamak doğru mudur... Sanmıyorum.
Tam bu noktada, memleketin hâlinden kaynaklanan ve basit olmayan iç sıkıntısına geliyoruz.
Denizin önce yutup sonra kustuğu, o sert lodosun kıyılarına...
O da sonraki yazıma kaldı.
Paylaş