Paylaş
Yaşından da yaşlıydı adam... Meyhaneye unutulmaz bir aks-i seda yerleştiren şarkıları, sesi dışında.
“Bir kırıklık var üzerimde” deyince, grip sandım. Yaşına, nesline hürmeten “Nevazil mi yoksa?” dedim.
Hani üşütürsün de, hasta olmazsın… İflah da olamazsın bir süre.
“Geçmiş olsun” diye ekledim, “Hep nevaziliz bu aralar...”
“Yok öyle değil” dedi. Demek anlatacağı varmış:
“Gençliğimde -önem sırasına göre- aşka, hayata, dünyaya meylettim hep. Ve bunların hepsine meyletmeyi, en azından hayallerimi öyle ayarlamayı mümkün kılan bir avuç hürriyete.
Ama önce aşkta kalbim kırıldı.
Bir kız sevdim, Selin’di adı. Hani akarsu anlamında…
Ben ona hep Serin dedim, içimden. Yok sadece anlamı akarsu olduğu için değil, hep mesafeliydi bana… Serindi, ondan.
Seviyordum, bir gün ona benim koyduğum adıyla seslendim. Kızdı çok, kırdı kalbimi…
* * *
Sonra hayata da serin oldum. Ben daraldım, şu kıyısız şehir daraldı. Dardı da zaten, herhalde…
Akşamları Ankara hep serindir. Bakma, pek şikayetim de yok bu serin hâllerden.
“Mesafe” benim de korunağım oldu.
Dünya da uzağımda kaldı, sonra. Baktığım yerden, o da çok geniş, büyük değildi aslında.
Bir tek Serin’di, aklımda duran…
“Hayali gönlüme yadigar kaldı.”
* * *
Konuşurken, dikkatli bakınca dışarıdan bile fark edilen aritmik nabzına koyuyordu ara sıra parmaklarını.
Gözlerinin feri kaçtıkça, sözlerinin feri pırıldıyordu, yağmurda üzerine düşen farla ortaya çıkan kuytu çukurlar gibi.
Tabi ki kendi kendine ya da “kendine” konuşuyordu bazen.
Sözcüklerin neferi olmaz.
Susup, sanki o günleri hayal ettiğinde masum, mazlum görüyordu kendini. Konuşunca, kelimeleri “Hata bende, kendimde” der gibiydi.
Durdu, düşündü... Belki o günleri, yani koca bir ömrü hayal etti.
“Ama pişman değilim” dedi:
“Beni saran-sarmalayan sıcağım olmadı ki ona hasretleneyim, serindik hep…”
* * *
Kuytularına, mahremine çekiyordu yavaştan beni.
Mahremiyetini ifşa yönteminden rahatsız olmamıştım, şefkat değil, şevk arıyordu sanki.
Psikiyatrist değildim, psikolog değildim, ümitsizliğin de doktoru pek yoktu zaten…
Ama önümde uzayıp giden koridor, o “ilişki şekli” beni de düşünmeye sevk etti.
Bir kere anlattığı aşkın “seyri, gidişi, vardığı yer” değil, “oluşu(mu)” yakalamıştı beni.
“Menzil”i hiç düşünmeden, “mesafe”ye vurulmuştu.
Kendini tekdüze, elle tutulur, “sıradan hayat oyalanmaları”na kaptırmadan yaşamıştı işte.
Yaşanan bir hayatı yargılamaktan daha yamandı, yaşanamayan bir hayatı anlamak.
Belki, “hayal oyalanmaları”ydı, tüm yaşadığı…
Eğer, oyalanmaktan ibaret sayılırsa hayal.
* * *
İzin istedim, kalktım gittim masadan.
“Ne kalp kırıklığı, ne kafa kırıklığı… Koyu, ama geçinilmesi mümkün bir hayal kırıklığı” diye düşündüm, yürürken.
Zira pişman değildi öncelikle…
Pişmanlığın kemiren, durma kendine dönen darbeleriyle başka “hayat oyalanmaları”na savrulmamıştı hiç.
Belki, en baştan fark etmişti Selin’deki “eksikliği”…
Ki bu kusur, kabahat değildi ona göre. Koymuştu ya adını sevecen sevecen, “Serin”.
* * *
Hayal kurma edimi kırılgandır. Çünkü çoğu kez başladığı yer, bir hayal kırıklığı ihtimalinin kuvvetle (kendinde) varolmasıdır.
Cümlemin başına uzunca bir ancak yerleştirip, kadim arkadaşım Gürbüz Özaltınlı’nın “Hayaller kırılmaz, kırılan başka bir şeydir” sözünü eklediğimde, yanlış anlaşılmaktan kurtulurum sanırım.
* * *
Keşke “hayal kırıklığı”, yeni bir hayalin ya da o hayalin yeni halinin sardunyası olsa…
Sardunya nereden mi çıktı?
Masaya, adama yeniden dönerken, balkonlarda kırmızı sardunyalar vardı.
Hani, neresinden kırılırsa kırılsın, toprağını bulduğunda, toprağına kavuştuğunda, hiç nazlanmadan yeniden canlanan, boy atan sardunyalar...
Aklımda sardunya, gidip dökeceğim o adama bütün bu düşündüklerimi ve “Sordun ya, sordun ya, sordunya…” diyeceğim.
Anlamaz yahut umursamazsa, kırılmayacağım…
* * *
Havalar da serinledi.
Mutluyum, sıcağın ana değişken olarak hayatı basmamasından...
Ya mesafe derseniz... O Erkin Koray’ın kedisinin adı.
Paylaş