BİZ entellerin canımızı dişimize takarak gerçekleştirdiğimiz Gökova ve Aliağa termik santralleri direnişlerimiz unutulur mu?.. Biz, gazeteci olarak bu direnişlerin en önünde görevimizi yaparken, kendimizi bir anda direnişçilerin safında bulmuş ve direnişin militanlarından biri olup çıkıvermiştik. Ne günlerdi yarabbim?..
Gökova Termik Santralı’na karşı direnişi örgütleyen, çöp toplama eylemlerini yaratan, hatta bu uğurda ölüm orucuna yatıp, Ege Üniversitesi Hastanesi’nde ölümün kıyısına kadar yaklaşan, kurtarıldıktan sonra bağırsaklarında olan yapışma arızası yüzünden birkaç yıl sonra ölen Saynur Gelendost, kibar eşi rahmetli Can Baba, nice çevreci idealist insan, Savaş Emek başta olmak üzere Yeşiller Partisi militanları, başta Bodrumlu eczacı Benal, Yıldız Kaptan, Yeşil Ahmet (Filmer), Akın Kaptan, Anıl Kaptan, Cüneyt Karaloğlu, yani tüm Bodrum Gönüllüleri ve hatırlayamadığım nice dostlar, unutulur mu?..
Yine termik santrale karşı ölüm orucuna yatan Marmarisli rahmetli Fatma Biyke Şoran unutulur mu?.. Her çevreci direnişin en önünde yer alan Bilge Contepe, Ayşe Tosuner unutulur mu?..
YENİDEN ALİAĞA
Gelelim Aliağa’ya.. 1989’da Aliağa Termik Santralı direnişinde, İzmir-Pasaport heykelinden başlayıp Aliağa-Gencelli girişine kadar uzanan ülkemizin en büyük ve tarihi direniş zincirini oluşturan binlerce çevreci ve çevre köylüleri unutulur mu?.. Zincirin en başında, o inanılmaz güzelliği ile pırıl pırıl parlayan rahmetli kardeşim Miraç Turunç unutulur mu?.. Hakkı Ülkü, Osman Özgüven, Aytek Özel, Sinan Alasya, rahmetli Levent Kamacık ve diğer insanlar unutulur mu?..
Gökova direnişinin zafere ulaşıp, dönemin Çevre Bakanı Rıza Akçalı’nın hükümet olarak santral yapımını durduklarını açıklayışı unutulur mu?..
Yine Aliağa direnişinde, dönemin Enerji Bakanı Fahrettin Kurt’un santralden vazgeçtiklerini açıkladığı tarihi an unutulur mu?..
ŞADAN GÖKOVALI’nın Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden öğrencisi Mustafa Balbay, bu satırların yazıldığı gün Silivri Hapishanesi’nde 1028 gündür çile çekiyordu. Daha acısı 304 gündür bir hücrede tek başına kalmaktaydı, halk tarafından milletvekili seçilmesinin üzerindense 200 gün geçmişti. Yani, gazetelerin deyimiyle, “Milli irade 200 gündür tutukluydu.”
Ben Şadan Gökovalı’yı, daha bir çok parlak özelliklerinin en başında, öğrencisi Mustafa Balbay’ın yanında olduğunu dünyaya ilan etmek için acımasız ayazların çevresinde dolandığı Silivri Hapishanesi’ne giderek, duruşmalara katılarak, “Balbay.. Balbay.. Yanındayız!” diye haykırmasıyla anacağım.
Tutuklu kitlesi arasındaki Mustafa Balbay’ın, hocasını salondaki kalabalık arasında görünce, çocuklar gibi havaya sıçrayarak, “Şadan hocam buradayım, dimdik ayaktayım. Sizleri bağrıma basıyorum” diye haykırışı da hiç aklımdan çıkmayacak.
Şadan Gökovalı, benim için öncelikle budur.. En karanlık dönemde bile “aydınlığı” işaret eden bir bilge kişidir. Hiçbir karanlık çağda satılmamıştır, geriye dönmemiştir, hep ileriyi işaret etmiştir. 12 Eylül ve Özal döneminden beri bu böyledir; Şadan Hoca, tüm karanlık yıllar boyunca daima hocalığını yapmış, uygarlığı ve çağdaşlığı önermiştir.
Şadan Gökovalı, öncelikle karanlıklara meydan okuyan bir aydınlık kişidir. Ardından söylenecek bir çok övücü sözleri herkes söylüyor zaten. Ama ben onu, öncelikle böyle görüyorum, “Mustafa Balbay’ın hocası” olarak görüyorum. Bunu da benden başka söyleyecek kimsenin olmadığını da iyi biliyorum..
Ekşi Sözlük’te bir öğrencisi onun için, “dünya harikası insan” demiş.. Dünya artık çok yıprandı. Ben Gökovalı için daha güzelini söyliyeyim: Ege harikası insan..
Anlamlı tören
Geçtiğimiz günlerde Konak Belediyesi’nin Şadan Gökovalı için düzenlediği “Ustaya Saygı” töreni anlamlı vefa gösterisi olarak tarihe geçti. Ege’nin kültür simgesi, bilge insan, mitoloji uzmanı, usta gazeteci, eşi bulunmaz rehber, değerli bilim adamı Prof. Şadan Gökovalı için ne yapılsa azdır. Tüm bu özelliklerini, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı ile Azra Erhat’ın yanında yetişmesine borçlu olan ve bu iki efsanevi kişinin, “ortak manevi evladı” olan Şadan Gökovalı, bir daha dünyaya gelmeyecek, bir daha Ege göklerinin altında yaşamayacak nadir insanlardan biridir.
DÜNYA seyyahlarının en sevimlisi Evliya Çelebi, 1611 yılında doğdu. Ailesi, aslen Egeli’dir, Kütahyalı’dır.. Gerçek ismi Mehmet Zılli Efendi’dir.. Soyu Germiyanzade Yakup Bey’e ulaşır, babası Saray’ın kuyumcubaşısı idi.
1630 yılı 20 Ağustos gecesi rüyasında, Yemiş İskelesi’ndeki Ahi Çelebi Mescidi’nde cemaat arasında Peygamberimiz Hazreti Muhammed’i gördü. Huzuruna çıktı, ona “Şefaat ya Resulallah” diyeceği yerde heyecandan şaşırarak “Seyahat ya Resulallah!..” dedi. Peygamber ise, kendisine hem şefaatini müjdeledi, hem de seyahatı tavsiye etti. Peygamberin yanında bulunan Saad İbni Ebu Vakkas ise, gezdiği yerleri ve gördüklerini yazmasını önerdi. Böylece Evliya Çelebi ve ünlü seyahatnamesi, tarih sahnesine çıktı.
1631 - 1675 arasındaki 45 yıllık sürede Evliya Çelebi, tüm İstanbul’un en ücra köşelerinden hareketle, İzmit, Karadeniz bölgesi, Kafkasya, Girit, Erzurum, Doğu Anadolu, Azerbaycan, Şam, Suriye, Filistin, Rumeli, Bosna, Trakya, Kırım, İsveç, Hollanda, İspanya, Danimarka, Viyana, Eflak, Boğdan, Dağıstan, Volga boyları, Hazar denizi, Sakız, Sisam, İstanköy, Rodos adaları, Mekke, Medine, Afrika, Mısır, Habeşiştan, Tataristan, Kazan, Başkurdistan, ulu Türk bölgelerini karış karış gezmiş ve yazmıştır. O devirdeki olanakları düşündüğümüzde, inanılmaz değil mi?.. 1682 yılında vefat ettiği tahmin edilmektedir.
UNESCO’YA BRAVO
UNESCO, 2011’i, “Evliya Çelebi Yılı” ilan etti. Bu yılda yapılan etkinlikleri yakın takibe aldım ve kalın bir klasör oluşturdum. Ancak tüm etkinlikler her zamanki gibi küçük çevreler içinde kaldı. Ege bölgemizde ise bu yönde en dikkate değer çalışmayı “Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü” yaptı.
Evliya Çelebi Yılı bitmemeli.. Devam etmeli.. Evliya Çelebi’yi birkaç bürokratik etkinlikle gündeme getirecek yerde, toplum olarak topyekun keşfetmeli ve izinden gitmeliyiz.
Filmin kurgusu
‘‘Dedemin İnsanları” bir Türk filmi.. Ege sinemalarında kapalı gişe oynuyor.
Konusu şöyle.. Kurtuluş Savaşımı-
zın sonunda, Türkiye Cumhuriyeti ile
Yunanistan arasında bir antlaşma ya-
pılır. Buna göre, her iki ülkedeki azın-
lıklar yer değiştirecektir; Yunanistan’-daki Türkler Anadolu’ya, Türkiye’deki Rumlar Yunanistan’a göç edecektir, bu ikili devlet uygulamasıdır.
KİM derdi ki, Karşıyaka’da opera olacak?.. Hani şu bildiğimiz Karşıyaka’da?.. Attila İlhan, Salah Birsel, Samim Kocagöz, Şükran Kurdakul, Tarık Dursun K. gibi unutulmaz edebiyatçıları yetiştirmesinden bu yana, ne zaman ciddi anlamda sanatla, kültürle anıldı ki?..
Varsa, yoksa futboldu, Kaf Sin Kaf’tı, tribünlerdeki kavga, döğüşlerdi.. Sanat, kültür, hele hele opera filan denilince, akla hemen denizin öte tarafı, körfezin karşı yakası, yani sükseli ve yüksek burjuvalı İzmir akla gelmez miydi?..
Öyle olurdu..
Ama bundan böyle, öyle olmayacak!.
Artık, “Karşıyaka Belediyesi Opera ve Tiyatro Sahnesi” var. Kurumun genel sanat yönetmeni Gürer Aykal. Operamiz perdelerini açalı birkaç ay oldu. Ama nefis gösterilerle, konserle bir anda gündemimize oturdu bile..
Alkış.. Alkış.. Alkış..
Emeği geçenleri.. En başta Karşıyaka Belediye Başkanı, aydın ve çağdaş insan Cevat Durak’ı ve çalışma arkadaşlarını, Kültür Müdürlüğü’nü, Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’nü kutluyoruz.
CHARLES Edouard Goad’ın özene bezene yaptığı 1905 tarihli İzmir Sigorta Haritaları’nı ilk kez değerli bilim adamı Prof. Çınar Atay’ın 1978’de Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı’nca bastırılan “Tarih İçinde İzmir” kitabının ek bölümünde görmüş ve yıllarca büyük bir keyifle incelemiştik. Atay, kentin Hıristiyan bölümündeki sokak ve yapıların ince detayına kadar işlendiği bu haritaları yayınlamakla İzmir araştırmacılarının ufuklarını genişletti, böylece Frenk Mahallesi denilen büyülü bölgenin içine savrulduk.. Attila İlhan, “Dersaadet’te Sabah Ezanları” romanını yazarken benden rica edip, o haritaları büyüterek ve yorumlayarak kendisine göndermemi istemişti. Çünkü romanın İzmir bölümünde oluşturduğu olayları o haritaların şematik yapısı içine oturtmak istiyordu. Ben de bu görevi yapmış, şairimizden ‘aferin’ almıştım.
Asılları İzmir Milli Kütüphane’de korunan bu haritalar daha sonra yine Çınar Atay’ın 1998’da aynı vakfın özenle bastırdığı, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İzmir Planları” kitabında da yer aldı.
Hem Çınar Atay’a, hem de Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı’na teşekkür edelim, değil mi?..
Ama şimdi bu haritaları konu edinerek TÜBİTAK Proje Yarışması’nda finale kalan öğrencilerimiz Buğra Kaan Argan ile Ali Emre Akın’a, değerli tarih öğretmenleri Umut Dilsiz’e de teşekkür etmemiz gerekiyor.
Haydi, Işıkkent Eğitim Kampüsü’ne gidelim.
Işıkkent’i ziyaret
İzmir Işıkkent Eğitim Kampüsü, ana okuldan liseye kadar eğitim veren bir örnek eğitim yuvası. Özel Işıkkent Anadolu Lisesi’ni ziyaretimde pek düzenli, çağdaş ve insanın içini ferahlatan eğitim kuruluşuna gerçekten hayran oldum. Çimentaş Eğitim ve Sağlık Vakfı’nın yarattığı bu kurumun koridorlarında gezinirken Çimentaş’ın rahmetli yönetim kurulu başkanı, değerli aile dostumuz, eli öpülecek mümtaz insan, sevgili Rasih Somer’i hatırlayarak, ona ve kayınpederi Bedri Akgerman’a rahmetler sundum.
HALİM Erkek’i, 1950’li yıllardaki ilkokul günlerimden derin bir hürmetle hatırlarım. Ankara İlkokulu’ndan değerli, kibar ve çok çalışkan sınıf arkadaşım İnci’nin babasıydı. Üstelik Karşıyaka Ortaokulu ve Lisesi’nden annemin yıllarca birlikte çalıştığı öğretmen meslektaşıydı. Daima titiz ve temiz giyinen, aydınlık yüzlü, bu ünlü matematik öğretmeni bir eğitim efsanesi olarak daha genç yaşlarından itibaren biz öğrencilerinin beynine ismini saygıyla yazdırdı. Aritmetik, matematik, cebir, geometri, trigonometri gibi zor dersler bu usta ve seçkin öğretmenin orkestra şefi gibi kullandığı tebeşirle tahtada tablolar halinde oluşuyor ve küçücük beynimize akarak düşünmenin yollarını açıyordu.
Manastır doğumlu
1915 Manastır doğumlu Halim Erker ailesiyle Rumeli’den kopup, Urla sahilinden anavatana göç ettikten sonra eğitimini tamamlayıp Basmane Vali Kazım Paşa İlkokulu, Atatürk Lisesi, Namık Kemal Lisesi, Karşıyaka Ortaokulu, İzmir Kız Muallim Mektebi, Kız Enstitüsü, Karşıyaka Lisesi ve Numune Kız Koleji’nde 42 yıl boyunca öğretmenlik ve müdürlük görevleri yaparak “İzmir Eğitim Tarihi”nde mümtaz bir yer edindi. Şerif Egeli, Hasan Tahsin Abakan, Cevat Korkut ve Niyazi Yapan ile kurdukları Numune Kız Koleji’nde 16 yıl müdürlük yaptı.
İlkokul ve ortaokularda 1952-2005 arasında ders kitabı olarak okutulan unutulmaz matematik kitaplarını yazdı, yurt düzeyinde onbinlerce öğrencinin yanıbaşında oldu. En son 93 yaşında kaleme aldığı ve torununun çocuğu Dalya’ya ve tüm yurt çocuklarına armağan ettiği “Matematikte İlk Adımlar” kitapları ile gönüllere yerleşti. Yücel-Zühal İzmirli’nin yazdığı “Bir Manastır Çınarı” kitabı yaşamını anlattı.
Bu büyük eğitimcinin son ideali, kurucusu olduğu SEV Vakfı’nın zaferini görebilmek, şefkat yuvası yaşlılık tesislerini hizmete açmaktı. Bunu da başardı. Eli öpülecek bir eğitim anıtı olan Halim Erker’in, kurucusu olduğu Sev Vakfı’nı bize anlatması için onu ziyaret ederek adeta tarihe yolculuk yaptım ve unutulmaz bir gün yaşadım.
Urla’da bir cennet
Öğretmenler Günü’nden bir gün önceydi. Yunan İşgali’nde Buldan’da işgalciye inat “Vatan Eczanesi”ni açan merhum Abdüssettar Bey’in oğlu, Milli Kütüphane yanındaki ünlü Sayıner Eczanesi’nin kurucusu, iki oğlu ve gelini de eczacı olan sevgili dostum Atilla Sayıner beni Urla’ya, Sev Vakfı’na, sevgili hocam Halim Erker’e arabasıyla götürürken, bayağı heyecanlıydım.
İZMİR’de sabahın kışkırtıcı saatleriydi. Alsancak’ta, ismini bir deniz kuşundan alan Miko Kafe’ye gittim. Açıktaki bir masaya ilişip Can Yücel heykelinin tam karşısına kuruldum. Cenap ortalarda yoktu. Bir çay söyledim.
Az sonra “Pitane Balıkçısı” gelecekti. Malum, Pitane Balıkçısı, yani Kasım Türksavaş Hoca mübarek bir adamdı, onu hürmetle karşılamalıydım. Oğlu Cenap ile her zaman yaptığımız makaraları, gırgırları hocamızla yapamazdım, aşırı duyarlı davranmalıydım. Çünkü, tıpkı Halikarnas Balıkçısı gibi yaşadığı beldesiyle bütünleşmiş ve Cevat Şakir’i andırır bir lakabı olmuş bu kişi gerçekten saygıdeğer bir Cumhuriyet öğretmeniydi.
Miko’ya uğrarım
Az sonra Can Yücel Sokağı’nın başından Kasım Hoca gözüktü, uzunca ince endamı ve başının tepesi açık silüeti ile takım elbiseli ve kravatlı idi, oğlunun tam tersine hiçbir entel havası yoktu, her tarafından bir Cumhuriyet öğretmeninin devrimci ve yurtsever büyüsü yayılıyordu.
Yaklaştı, kalkıp elini öptüm. Oturduk. Hiç kimse bizi göremezdi, Kasım Hoca çünkü bir ruhtu, hemen her yerde dolanan yurdumuzun kurucu ruhlarındandı. Yalnızca Can Yücel’in durumu fark ettiğini hissettim. Gözlerini dikti bize, öylece baka kaldı. Başladık sohbete:
? Hocam Miko’yu sever misiniz?
?Arada uğrarım. Aferin bizim oğlana. Buram buram Ege kokan, deniz kokan, mavilik kokan bir kültür yuvası yarattı. Çok emek verdi bu mekana. Ne de olsa Çandarlılı kerata. Miko’da olan kültür etkinliklerinde, sergilerde, söyleşilerde kalabalığın arasına karışır, izlerim çevreyi. İçim bir tuhaf olur. Gururlanırım.